MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ

Vansesi Gazetesi ile Van Yazarlar ve Şairler Derneği işbirliğiyle mavi şehrin kalemleri yazıyor.

Maziden Bir Sayfa -2

M. Barış Gürcan

Sahi, kimdir Cağalzade Sinan Paşa?

TDV İslam Ansiklopedisinde şunlar anlatılmaktadır: Cigalazâde şehzadeler mücadelesi sırasında Selim'in tarafını tuttu; önce silâhdar oldu, daha sonra da kapıcıbaşılığa getirildi. Mihrimah Sultan'ın torunu ile evlenince kendisine ikbal yolları açıldı. 1575-1578 yılları arasında yeniçeri ağalığı yaptı, Eflak'taki isyanı başarı ile bastırdı. Ağalıktan ayrıldıktan sonra şark seferi için İran'a yollandı. Özdemiroğlu Osman Paşa ve Ferhad Paşa'nın yanında 1583'te Van ve Revan, üç yıl sonra da Bağdat beylerbeyi olarak Safevîler'e karşı mücadele etti. Revan Kalesi'ni inşa ve tahkim ettirmesi, Bağdat'ta iken de Fırat nehri kollarının ıslahına çalışması takdirle karşılandı. 1590'da İstanbul'a dönüşünde Şah I. Abbas'ın torununu rehine olarak yanında getirdiği gibi padişaha pek çok da hediye sundu.

Erzurum Beylerbeyliğinden sonra 1591'de Kaptan-ı Deryâlığa tayin edildi. Dört yıl süren bu görevi sırasında korsanlarla amansız bir mücadeleye girişti. 1593'te kardeşi Carlo'nun İstanbul'a gelmesi, ertesi yıl da kendisinin doğum yeri olan Messina'ya gitmesi çeşitli söylentilere yol açtı. 1596'da Avusturya seferi sırasında, Hatvan Kalesi'ni korumada başarı gösteremediyse de 23-25 Ekim 1596'daki Haçova Meydan Savaşı'nda faal bir rol oynadı. Devlet erkânının teklifiyle 27 Ekim'de Veziriazamlığa getirildi.

Göreve gelir gelmez timar sahipleri ve ulûfeli asker içinde yoklama yaptırttı ve mevcut bulunmayan 30.000 kişinin tahsisatını kesti, bunları ağır cezalara çarptırdı. Bu hareketi çok tenkit edildi. Ayrıca davet edildiği halde Eğri'ye gelmeyen ve savaş için az bir kuvvet gönderen Kırım Hanı Gazi Giray'ı azlettirip yerine Fetih Giray'ı getirtmesi muhalifleri tarafından aleyhine kullanıldı. Bunun üzerine bir buçuk ay kadar kaldığı vezîriazâmlıktan azledilerek önce Şam beylerbeyiliğine, ardından da tekrar kaptan-ı deryâlığa getirildi (1599). Hazırlattığı donanma ile Akdeniz'de uzun seferler yaptı. Bu faaliyetleri Avrupa ülkelerinde tedirginliğe sebep oldu. Mora'nın batısındaki Ayamavra Limanı'nı tehdit eden korsanları bertaraf etti; Venedik ve Fransa gemileriyle taşınan buğdaylara el koyarak Türk gemilerine ve tüccarına imkân sağladı.

1604'te I. Ahmed tarafından yeniden İran seferiyle görevlendirildi. İran Şahı Abbas'ın Tebriz üzerine yürüdüğünü öğrenince Revan'a gitmek istedi. Ancak Urmiye gölü civarında büyük bir bozguna uğradı; burada 30.000 kayıp ile çok sayıda esir verildi. Cigalazâde yanındaki az bir kuvvetle Van'a çekildi, oradan da Diyarbakır'a gitti. Bir süre sonra 1014 Ramazanının son günlerinde (1606 Şubatının ilk günleri) orada vefat etti. Kaynaklarda ölüm tarihi olarak genellikle Kasım 1605 tarihi gösteriliyorsa da Tebrizli Arakel ve Venedik balyozunun raporları bu tarihi doğrulamamaktadır.

Kaynaklarda kırıcı, geçinilmesi güç ve devlet erkânı ile her an çekişme içinde bulunduğu ileri sürülen Cigalazâde için Avrupa devletleri büyük ümitler beslediler ve onun edindiği servetle bir gün Hıristiyanlık hizmetine döneceğini beklediler. Ölümünden sonra yapılan sayımda 2 milyon altın tutarında serveti ve 600 kölesi olduğu tespit edildi. Kendisinden sonra iki oğlu da devlet hizmetinde çeşitli görevlerde bulundular. Bunlardan Mahmud vezirlik yaptı. Muhteşem sarayının bulunduğu Cağaloğlu semti bugün onun adıyla anılmaktadır. İstanbul'da ayrıca mescid, medrese ve mektep gibi hayır eserleri yaptırmıştır.

Prof. Dr. İlber Ortaylı ise onun hakkında şunları söylemektedir: Cenovalı denizci bir aristokrat olan Kont Cigala'nın (Cicala) oğlu olarak 1540'larda Messina'da dünyaya geldi. Güneyde çok etkisi olan bir aileydi. İtalya'nın topuğu olan Puglia eyaletinde, Lecce şehrinde de bir Conte Cigala malikânesinin kalıntısı vardır. Hammer'e bakacak olursak, Conte Cigala deniz seferlerinde esir alınan bir Türk kızı ile evli imiş. Scipione bu evlilikten doğmuş. 1560 yılında Tunus açıklarında Cerbe'de, baba-oğul Cezayirli korsanlara esir düştüler ve İstanbul'a getirildiler. Baba Kont Cigala fidyesini ödedi ve geri döndü. Oğlu Scipione'nin ne için dönmediği tartışılır. Hammer'e göre anasının tesiriyle Türklere ve Müslümanlara yakınlık duyuyordu. Her halükarda Yusuf Sinan adını alan bu gencin Enderun'da yetişmek üzere kayırıldığı ve kendisine Güney İtalya dışında bu imparatorlukta bir istikbal gördüğü açık. Yusuf Sinan'a yeni yerinde Cığalazade demeye başladılar. Sarayda mareşalliğe eşit silahtarlığa kadar yükseldi. Yetenekliydi, iyi askerdi, zeki bir gençti. Osmanlı İmparatorluğu'nda dört defa kaptan-ı derya olarak tayin edildi. Ne gariptir ki en kısa sadrazamlık yapanlardan biriydi. Sadece 27 Ekim-5 Aralık 1596 arasında 40 günlük bir baş vezareti vardır. Düşmanı çoktu. III. Mehmet devrinin dağdağası arasında kimin başına ne geleceği belli olmazdı. İyi amiraldi fakat kara savaşlarında serdarlıkla tebarüz etti. En son seferi de Safevilere karşı yaptığı sefer oldu. Daha evvelki başarılarını burada gösteremedi, yenildi ama başarılı bir çekilmeyle Diyarbakır kışlağına geldi. 1605 Aralık'ında burada öldü. İyi yetişmiş, bilgili bir genç olarak Enderun'a gelmişti. 59 yaşında ölen Cığalazade Sinan Paşa 16. yüzyılın devlet adamları içerisinde en ilginç kişiliklerden ve Enderun'un yetiştirdiği en önemli Osmanlı münevveri tiplerindendir. Zaten 20 yaşına kadar iyi yetişmiş, bilgili bir genç olarak Enderun'a geldiği anlaşılıyor. Asıl önemlisi, İtalyan muhitinde yetişen böyle bir bilgili aristokratın Osmanlı sarayında Enderun kültür ve eğitiminden etkilenmesi ve biçimlendirilmesidir.

Kendisinden kalan en önemli eser hâlâ kullanılan ve İstanbul'un dünyaca tanınan turistik Cağaloğlu Hamamı'dır ve tabii bir de ünlü İtalyan şarkıcı-besteci (cantautore) Fabrizio De Andre'nin onun için bestelediği şarkıdır. 1940 ve 1999 yılları arasında yaşayan Fabrizio de Andre azınlık grupların ve marjinal kültür mensuplarının müziğini ve portrelerini canlandırmayı sever. Cenovalı bu şarkıcı-bestecinin "Sinan Capudan Pascia" adlı şarkısı bu ilginç tarihi portreyi son dönemin popüler müziğinde de unutulmaz hale getirmiştir.

Her durumda da, devlet hizmetinde bulunan şahsiyetlerin aldığı kararların devam eden dönemlerdeki yansımaları sanılanın aksine önemli sonuçlar doğurmaktadır. Artık devran değişse de değişmeyen kural, suyun uyusa da düşmanın uyumamasıdır. Günü birlik yaşantısı içindeki bizlerin yaptığı işler kendimizi bağlarken, devleti idare etmek için seçtiğimiz kişilerin günümüz dünyasında nelere yol açacağını iyi düşünmeliyiz. Ümmetin vebalini omuzladığımız bu hengamede geçmişin geleceğin aynası olduğunu unutmamalıyız. Sosyolojinin kurucusu İbn-i Haldun Mukaddime adlı eserinde şöyle söylemiştir: Geçmişle gelecek zamanın birbirine benzemesi, suyun suya benzemesi gibidir. Selam ve dua ile...

 

İyi Erkekler Açısından Kadınlar Sorunsalı

Mustafa Ayyürek

İyi olduğunu, hal ve hareketleri ile belirten erkekler genel itibari ile ya melankolik olurlar ya da dünya ile irtibatları zayıf ve zariftir. İnsan cebren yaratıldığı için yüreğinde daima hayatı olumsuzlamaya ve ret etmeye meyillidir. Bu da karşımıza şu sonucu çıkartır: Eğer birisine, (muhatabına) hayatın yaşanabilir ve hoş olduğunu anlatamaz isen kişi senden kaçarak uzaklaşır. Varlığı çokça sorgulamak, insanların düşünmediği detaylarda boğulmak, kafasını yastığa koyduğu zaman hemen uyuyamamak, ontolojik sorunları tartışmak, var olan olumsuz vakaları sürekli gündeme getirmek vs. vs. vs. gibi birçok konu hakkında bahsi geçen iyi erkekler konuşur. Bir de ağzı iyi laf yapıyorsa karşısında ciddi bir dinleyici kitlesi de bulur. Fakat bu sunnidir çünkü hayatı sevdirmiyor, kuşatamadığı problemleri süslü ifadelerle kelimelere döküyor. Halbuki iyi erkekler tarafından iyi olmadığı düşünülen kötü erkekler bunu yapmıyor. Onlar iyi erkeklerin tam aksi olarak hayatla irtibatları yüksek, canlı, neşeli, esprili, günü yaşamın kendisine verdiği heyecanla enerjik geçirirler. Bu da kadınların onlara meyletmesinde en temel faktörü oluşturur. Sebebi ise zorlanarak var olduğu bu hayatta hayatı sevmeye çalışmaktır. Bu ifadeleri 'kötü erkeklere' meyl eden kadınları onaylamak için değil yaşamı sevmeye çalışma içgüdülerinden dolayı anlamaya çalışma olarak söylüyorum. Kısmen haklı olsalar da en son kertede kadınlar; hayatın sorgulayıcı yüzüyle boğuşup, şiir yazan; kendi varlığını keşfetmeye çalışıp, melankolik fakat tutarlı erkekleri ararlar. Çünkü asıl hareketliliğimiz bu dünyada zevk ve sefa içerisinde yaşamak değil de daha çok kendi (cebren de olsa) var oluşumuzdaki kıymeti anlamaya yöneliktir. Bunu  da fikri dünyası zayıf, günü yaşayan, şıpsevdi, herkesle muhabbet eden, dilediği gibi yaşayanlardan alamayacağı için yüreğine bir küskünlük çöker. Velhasılı kelam ifade etmeye çalıştığım gibi en sonunda onu özüne en çok kim yaklaştırıyorsa ona yöneltir. Yönelir de ama iş çoktan işten geçmiştir. Bu yüzden kanaatim şudur ki; hayatı sevmek olumsuzlanan yüzüne rağmen sevmektir yoksa günlük yaşayışlarla bu keşfin farkına varılamaz. Ve böyle bir amaç güdülürse hayatının konusu mutsuzluk ve hüzün olur. Zira çağımızda bu pek sık karşılaştığımız fakat hususu değişmeyen bir mevzuu olarak gün yüzünde kendisine yer bulmuş durumdadır.

 

 

Dünyam

Halide Mengelli

Seni sensiz sevmek

Öylesine uzaktan,

Ne acı / ne yara

 

Gittin uzaklara

Sonbahar rüzgarı esti

Ayak diplerimde

Kuruttu yüreğimin yaprağını,

Baharlarım hazan oldu

 

Öyle zor; öyle acı ki

Sensiz sevmek seni

 

Süzülür gözlerimden

Ayaz damlası yaşlarım

 

Ne zaman hatırlasa

Yüreğim seni

En ince sızıdan

Dolanır dilime ah'lar

 

Gidişinle baharı unuttum

Göğün rengini

Kuşların sevgisini

Menekşelerin narinliğini

Zemheri'yi yaşar oldum

Sensiz

 

Anlamaz

Şimdilerde kimse beni

Dört duvar bile

Herkes sırtını döner oldu

 

 

Yoksun işte

Hasret yağmurları

Dökülür her gece

Üzerime, üzerime

Gelir yüreğime çöker

 

Canım yanar

Yüreğim dağlanır

Huzur... hüzün

Matemler mendil sallar

Sensiz her anına

Yüreğim sana tutuklu

Unutma...!

 

Sözler bile kaçar oldu şiirlerden

Yoksun artık...!

Suskunluğa

Gömdüğüm gün seni

Bir an bile kopmadın benden

Kendimleyim

 

Yalnızlık

Artık…

Benim dünyam...!

 

 

 

Düş ve Acı

Ömer Beder

Ben bunu günah işledikçe anladım

Karanfil köklerine sevda yaşatılmaz

Ve düşlerimdeki o soluksuz yara

Hep aynı ama hep aynı acı

 

Bir çocuğun gülüşü kaç para eder, ey zifiri kadın!

Ürkek bir düş yarasına sığdırdın ya beni

Ama sığamadım başucumdaki cennete

Kokladım bütün günahları

Toprağa verdiğim her nefesin bedelini öder gibi

 

Cemre düşmüş, bahar yaklaşıyor..

Günahlarımız da birikiyor

Aslında biliyor musun?

Seni bir yokluğunda yaşadım

bir de benden giden soluğumda....

 

Bir ölüm kaç para eder

Demir parmaklıktan umut doğar mı insana?

Ey gönlüne revan olduğum kadın

Yastığın arka yüzü oluyor yokluğun

Soğuk ve çok soğuk

Sonra bir demir parmaklığın hiçliği

Varlığında yokluk yaşattın ya

Biten her sevdanın başlığında bıraktın beni..

 

Ey fazileti içimde saklı kadın

Şiirimi yokluğunla yıkadım

Pas tuttu hıçkırıklarım ve aynalar

İçinde filizlenen kanlı duvakla kaldım

 

Cemre düştü, buzlar eridi

Bahar da yaklaşıyor

Senle ihanetin kollarında uçacaktım oysa

Uçamadan kırıldı kanatlarım

 

Sisli gecenin puslu kadını

Şu mevsim, şu coğrafya aşk için uygun değil

Cemre düşse ne fayda

Yaralı bir kanattan düştü mü insan

Bir parça masumiyet

Ve hasretlik bir türkü kopar dudaklarından...

 

 

Kardelen

M. Muhlis Şepik

Ateşe tutulan

Bir sevda yüzüydü bu

Bekledikçe

Yanıp kabuk tutmayan

Kimsesiz şehir 'in tanrıçası

Mutlu günlerin zanlısı

 

Eski garda

Döküntü bir trendeyim

Varacağım yer belirsiz

Körlüğe eşlik ediyor

Yol kenarında siyahlar

Durmuş zaman

Yürek yolcusuyum

 

Bir Bahar'a sendeliyor

Umudum

Çiçeklerin son duaları

Çoktan bitmiş

Sümbüller kurumuş

Sardunyalar mecalsiz

Kardelen uzun zaman önce

Karla sevişmiş

 

Geç kalmış yüreğim

Aşk bu şehri

Çoktan terk etmiş.

Bakmadan Geçme