MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ

Vansesi Gazetesi ile Van Yazarlar ve Şairler Derneği işbirliğiyle mavi şehrin kalemleri yazıyor.

Baktığımız perspektifle mana bulan içsel mücadelemiz

Esma Gülaçar

Kendimle bir savaş içinde çıkmazlarla dolu buhranların kıskacında yorgun ve ümitsiz. Amansız mücadelelerin karşısında yenik ve acizim.

Çarpışma ve direnmenin bende bulduğu mana adım atacak gücü elimden aldı. Takdir- i ilahiye sığınma derdiyle kavli duaya yönelmişim Cüzi iradem kilitletivermiş. Çabaladıkça gerçekleştiremediklerimin gerçekliğine şahitlik ederken uğruna çabaladıklarımda "fena" damgasını görmüşüm. Düş kırıklıklarım fani, sevinçlerim fani.

Biliyorum ki değmeyecek çabalarım. Değmeyecek fena olup yok olacak olan hiçbir şey için. Çocukluğumda aralanan bir kapıdan içeri giriverdim. Düşler dünyasında kayboldum. Büyüdükçe düşleri gerçekleştirmeye koyuldum. Ne hikmetse hep düş kırıklıklarıyla piştim, olgunlaştım, terbiye oldum. Ham düşlerim pişerek gerçeğe yaklaştı. Yandıkça bir mana kazandı. Ve mana kazandıkça da kendinden soyutlandı, uzaklaştı. Gerçekle bütünleşti. Ondan geriye bana gerçeklerin mücadele bekleyen yanı kaldı.

Oysaki yorgun, bitap bir halde kaçıverdim gerçeklerden. Hem düşlerimden hem mücadele etmemi bekleyen gerçeklerden. Duygularımın savaşında bir sükût bulmak istedim.

Bir sükût, bir denge, bir kararlılık. Rabbine teslimiyetiyle hadiseler karşısında dimdik durabilen bir imandı beni diriltecek olan. İstedim ki sonsuz sevgimi, bitmek bilmeyen mücadele şevkimi, tüm öfkemi, azmimi ve sabrımı, belki nefretimi, kararlılığımı, şefkatimi, onurumu kısaca beni varlıklarıyla donatarak "ben" yapan tüm duygularımı ve hasiyetlerimi ebediyet yolunda sarf edeyim.

Sonu fani olana ulaşacak olan yolda tüketmeyeyim. Ebediyet yolunda sarf edeyim ki sarf ettikçe ziyadeleşsin, güç bulsun tüm latifelerim. Fani yolda heba etmemeyim. Gerektiği kadar sarf edeyim tüm duygularım ve fillerimle bir değişim yaratan gücümü, gerektiği kadar.

Ulaşamadığımda yıkılmayacağım dünyevi hedeflerim olmalıydı mesela.Yokluğundan 'nasibim değilmiş' deyip ardından ağlamayacağım hedefler. Hissesi ve varlık cüssesi kadar anlam yükleyerek değer biçseydim her şeye. Kaçınılmaz son olan ayrılıkla yüzleştiğimde harap olmayacağım kadar bağlanmalıydım beni bir gün terk edip gidecek her şeye. Kaybettiklerim yerine konacaksa ardından ah vah etmemeliydim.

Hata yapabilme özgürlüğümü elimden alarak her hatamda kendimi heder etmemeliydim. Hatalarımdan ders almak yerine suçluluk prangasına esir etmemeliydim kendimi. Ve bir gün aynaya baktığımda gözlerimde görebileceğim bir damla ışıltı bırakabilmeliydim. Kendime rağmen değil kendimle, "kendi"liğimle oluşan sabit bir duruşla yaşamayı öğrenmeliydim. Kendimden kopararak sınırsızca verdiklerimin, diğer gamlığımın, fedakârlığımın, tevazuumun ve belki de sınırsızca sarf ettiğim şefkat duygusunun bile beni bir gün tüketeceğini anlamalıydım. Birilerinin acılarını dindirerek mutlu olabileceğimi keşfettikten sonra elimin yetişemedikleri için kendimi yıpratmanın da manasız olduğunu görebilseydim keşke. Omuzlarıma alıp taşımaya çalıştıklarımın kaldırabileceğim ağırlıkta olmasına dikkat etseydim.

Hafifletebilseydim keşke. Cüz'i olanı külli mertebesine çıkaran evhamlarımı. Cüz'i olana cüz'i, külli olana külli bir pay biçebilseydim. Her şeyi yerli yerine, her hasseyi layık olduğu yere koyabilecek ferasete çok önceden kavuşabilseydim keşke. Önümde benimle çarpışmayı bekleyen her hadiseye çarpışmayla karşılık verilemeyeceğini görüp "mücadele" kavramının beni yenik düşürmesine izin vermeseydim ya! Heyhat! Alamadık bir arpa boyu yol. Önümüze atılan taşlarla uğraşmaktan, onlara boylarından büyük manalar yüklemekten...

İstikametimizi buğulandıran sislerin dağılmasını bekleyerek sabrın hakkını verebilseydik ya...

Zahirine değil batınına vakıf olamasak da. Zahire sorgusuz sualsiz itibar edenlerden olmasaydık ya. Çoğunluğun değil "tek bir"in doğrusunu esas alıp kul olma zırhını kuşanarak imtihan meydanına çıkabilseydik.İlk kılıcı nefsimize çekerek, bizi istikametimizden saptıran tüm engellere rağmen ilerlerken, bazı engellere kılıç çekmek yerine  elinden tutarak onları  kurtarabilmenin bizi istikametimize yaklaştırdığını görebilseydik keşke.Nefsimizden beslenen gurur, kibir, riya, hırs, nefret ve zaaflarımızı zayıflattıkça gücümüze güç katarak ulviliğimizi de..Artık mücadeleme, beni yeneceğine hemen ikna olduğum karşımda duran bir dev olarak değil.

Benim ona verdiğim "dev" vasıflandırmasından ibaret olup olmadığına göre bakmalıydım. O bir "dev" iken ben "cüce" kalmayı mı tercih ediyordum. Yoksa yetersizliklerime bakıp onları geliştirerek "dev" olmayı ve dev'i cüce olarak görebilmeyi mi?

İşte tüm mesela bu.

 

Hayat Dediğin

Erdinç Yıldırımçakar

Aslında hayat güzel değildir. Kim güzel diyorsa yalan söylüyordur. Biz yeryüzüne sayısızca dağılmış kırılgan birer çiçeğiz. Hayat bir boşluktan ötekine hırpalıyor, dağıtıyor bedenimizi. Bir var olma mücadelesidir bütün umudumuz. Bir mutluluk davasına bel bağlamış mahlûklarız.

Hayat başımıza çok erken yaşta gelen bir serüven gibi. Var olmak ile hiçliğin savaştığı bir ikilem. Bazen ümidin ışıklarına kanarak bizim olmayan bu belirsiz serüveni kendi lehimize çevirebileceğimize inanırız. Sonra puslu bir havada bakarız ki koynumuz bir boşluklar coğrafyası. Kurak bir çöl, dipsiz bir kuyu, bir uçurum, kurdun kuşun dolaştığı bir kayalık, buzdan bir döşek. Bizim en çok birbirimize ihtiyacımız var. Ya da şöyle diyeyim bir can yoldaşımız olmalı. Hani bütün bu kızgınlığımız bu can yoldaşının bizi terk edişinden ya. Dar vakitlere beni emanet bırakırken onsuz yapamayacağımı da bilir ama yine de bırakır. Sonra yalnızlığımla kalırım, nereye gitsem onu çağırırım, kiminle konuşsam onu şahit gösteririm. Tutup elinden yalnızlığımın, mavi bir göğün altında kırıldığım yerden yeniden başlarım yaşamaya. Hepimiz bir bütünün parçaları gibiyiz.

Hayata yeniden sarıldığımız her anda birer parçamız eksilir. Ve aslında mekan, zamanın misafiridir. Ve insan zamanda parça parça var olan; bir eksik, bir yarım, bir belirsizliktir. Her mutlu sonlanan gün, yaşam heybesine bir özlem daha taşır. Gökyüzüne ait olma isteğimiz de mutluluğa duyduğumuz özlemdendir. Herhalde biraz daha ölür insan her sabah uyandığında. Ve o kadar hazindir ki canınızı verseniz hiçbir kahkaha dolu anın, zamanı unuttuğunuz o küçük mutluluk kırıntılarının geri gelememesi. Ne kadar da doğrudur yaşamanın bir özlemler kitabı olduğu. Ortasına düştüğü amansızca bir savaşın yalnızca yalnız yenilenidir insan. Sonradan bilir ki yenile yenile öğrenildiğini savaşmanın. Her yenilgide biraz daha kabuğuna çekilir. Kabuğuna her geri çekilişinde biraz daha kaybeder. Sığındığımız her şey bizden daha küçüktür. Sığ gelir bize, bizi anlamasını beklediğimiz her bilinç. Ha sonra aklımıza gelir vedalar, hüzünler, ayrılıklar, dağdağalar, kalp ağrıları, sessizce okunan dilekler, korkular. Sanki yaşadığımız yetmiyormuş gibi.

Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarında atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim.* Günler bizi devireceğine biz bir ömrün bütün çelmelerini birbirine bağlayabilirdik. Her gün biraz daha ölüyormuş insan, bence bunu değiştirebiliriz. Yani kof bir ceviz tanesi gibi sürüklenmektense her gün biraz daha yaşayabiliriz. Yalnızlığın esas olmadığını htirmeliyiz yaşamın boğucu bir şey olduğunu kabullenerek.

Hayattaki bütün tezatlığa inat uyumlu olabiliriz. Bence eğer ki yaşıyorsak gittiğimiz her yeri güzelleştirmek zorundayız. Acıyı kabullenmek zorundayız. Ve içimizdeki boşluğa rağmen yaşamayı bilmeli öyle değil mi? Mutlu yaşamayı hak etmiyor muyuz?

 

 

Şimdi nerede o eski kışlar

Nuran Demirhan

Art arda geldi geçti, gaçgışlar,

Gurt uyur, guş uyur goyunlar uyurdu

Ele bi gar yağardi, sen sele dam boyu

Şimdi nerede o eski gışlar

Bir ömür boyi

 

Havadan pampuğ yapardı,

Diyesen lapa, lapaydı

Rahmetli babam

Oğul gidin damları küreyin diyerdi

Şimdi nerede o eski gışlar

Bir ömür boyu

Tepebaşındaki gışlar

 

Bizim mahallede ki çocuklar

Gızağı alan herkes,

Meleğin tepesine goşardi

Şimdi nerede o eski gışlar

Bir ömür boyu.

 

Keskin soğuğun ayazında,

Ağaçlar buz tutar,

Çeşmelerde sular donardı.

Şiritteki çamaşırlar,

Diyesen gardam adam olurdu.

Şimdi nerede o eski gışlar

Bir ömür boyu.

 

O vakit biz çocuğduğ,

Anam yün çorap, gazağ örerdi,

Uşağlar üşümesin diyerdi.

Cızlavitler buzda gayardı

Kimsenin botları yoğdi.

Şimdi nerede o eski gışlar

Bir ömür boyu.

 

 

Annem

Zeynep Sümer

Unutmak mümkün mü o gül yüzünü

Hasretin bir türlü bitmiyor annem...

Nasılda derbeder görsen kızını

Sensiz bacam bile tütmüyor annem...

 

Hayalin karşımda gözümde gözün

Rehber oldu bana her zaman sözün

Yüzüme bulaştı arsız bir hüzün

Sensiz benim elim tutmuyor annem...

 

Yatağım bir diken yastığım kaya

Bitmiyor ki günler hep saya saya

Gelde nur yüzünü yüzüme daya

Bahçemde bülbüller ötmüyor annem...

 

Kurudu damarım kanım akmıyor

Senin gibi bana kimse bakmıyor

Bedenim yerinden artık kalkmıyor

Dağlar bu acıyı yutmuyor annem...

 

Başına bağlardın solmuş yazmanı

Hasretle bekledim mektup yazmanı

Allah tır insanın kader yazmanı

Kulun yazdığını tutmuyor annem...

 

Ne güzel sürerdin saça kınayı

Zeynep unutur mu böyle anayı

Salmak istiyorum artık sunayı

Seraptan öteye uçmuyor annem.

 

 

Kapatın kapıları

Gazel Yiğit

Kapıları kapatın

Çıkmasın kederim dışarı

 

Yusufî bir edep döşensin

Hasır desenli yollarıma

Göğsünde taşlar eriten

Bilal'i getirsin aklıma

Şu kederi yutmadan boğulayım

Hıçkırıklarıma

 

Kapatın kapıları

Çıkmasın hüznüm dışarı

 

Güneşten döşekler kurulsun

Kara toprağıma

Dualarıma

Işığın sırrı bulaşsın

 

Olmaya giden yolda

Yeşil korlar bulaşsın ayaklarıma

Mas mavi asumanım

Kara mürekkebe boyansın

Tuzlu gam çuvallarına

Dayansın sırtım

 

Ve alnımda

Hallaç'a atılan güllerin

İzi alnımda kalsın

 

Kapıları kapatın

Ruhum çıkmasın dışarı

 

Bir aynaya hapsolmuş

Bakışlarımın zemheri

Sızsın duvarın oyuğundan da

Girsin içeri.

Bakmadan Geçme