Mavi Şehrin Kalemleri


Söyle

Emrullah BAYRAM

Bir zamanlar tutmayı

hayal etmeye hayâ ettiğim elleri

söyle, şimdi kimler tutacak

Hep solumdan sakındığım sevdam

söyle, kimlere umut olacak

Gözlerimden esirgediğim Gülendam

söyle, kimin yürek bahçesinde

arz-ı endam edecek

Gözlerime memnu gözlerin

gözlerime değince

korkudan titreyen gözlerin

hangi günahkâr gözlerde

esrarını yitirecek

Sözümün manaya eriştiği makamdır

canhıraş sözlerin,

sözlerinden mahrum bıraktığın

viranedir şimdi sözlerim, ey yâr

söyle, bu yaralı gönül hangi

sağır sözlerde dermanını bulacak?

Sesleniş
Halide MENGELLİ

Eskisi değilim artık
yosun tutmuş kalbim taş gibi
duygularımı denize attım
artık ondan derini,
ondan sonsuzu yok

Bir sessiz duvarlar anlıyor beni
bir de şu sarı odalar...
ey gönlümün hicranı
gözlerimin akan yaşı!

Bir gün aklına gelirsem
düşerse içine bir sızı
sen de yanarsan ben gibi
benim gibi...

İşte... anlarsın
arkanda nasıl bir enkaz bıraktığını
yazmak istemiyor bu kalem
ne bir harf ne bir satır, ne bir cümle

Köreldi artık duygular
yoruldu artık bu yürek

Tövbelerde yüreğim
sevmeye sevilmeye

Sen gittin ya
hayata, her şeye
herkese eyvallah ettim
en çok da sana, sana

Eyvallah!

Düşmüşüm

M. Muhlis ŞEPİK

Taştı gurur, kalbi yaktı

merhamete uzak baktı

vicdanında gözü aktı

uyandım düş gafletinden

Gıybet dile kar mı etti

sükûtta şu dil de bitti

hayatımda kayıp gitti

uyandım düş gafletinden

Mazlumdan ah zalim aldı

garip karnı açtı kaldı

hezimete gören daldı

uyandım düş gafletinden

Eyvah! Hüsran kapı çaldı

boynumda o vebal kaldı

helal zehir haram baldı

uyandım düş gafletinden

Düştü vicdan hak içime

diken batı taş kalbime

kefen sardı buz tenime

uyandım düş gafletinden

Kibir gezdi çok ruhumda

vebal döndü ah sonunda

hak da kaldı ip boynumda

uyandım düş gafletinden

Mehmet der ki girme aha

düşersin de yoksa vaha

sen gidersin bu sabaha

uyanırsın o gafletten.

Şehir

Mücahit ŞENGÜL

Bakmayın şu halime. Normalde bu şekilde sokağa çıkacak kadar delirmedim. Herkesin içinde bir parça delilik hamuru vardır da ben o hamuru çok yoğurmuyorum. Ayakkabılarım mı? Aldılar. Eveeet. Zorla aldılar. Gömleğimi de pantolonumu da... Neyse ki iç çamaşırım ve atletimi istemediler. Daha doğrusu almadılar. Almak isteseler vermem gerekebilirdi. Çünkü diğer şeyler için direndiğimde kafamı çöp sularının birikintisine sokmaya çalıştılar. Saçlarım bu yüzden dağınık ve leş gibi.

Ev mi? Evet, var. Evim var tabİi. Şu an oraya gidiyorum ancak çok uzakta. Ya iki otobüs değiştireceğim ya da taksiye bineceğim. Şehirdeki taksilerin yarısından fazlasına el etmeme rağmen bir tanesi bile durmadı. Hatta küfür ederken geçip gittiklerine yemin edebilirim. Hava sıcak değil ama soğuk da değil belki biraz soğuk galiptir. Pis bir sonbahar günü işte! Şemsiyem varken bile tahammül edemediğim yağmur şimdi tenime dokunuyor. Otobüs diyordum. Onlar da ne kadar yalvarsam da almadılar. Dahası yarım saatlik sızlanmamın ardından biri beni aldı. Geriye bir araca daha binip eve kavuşmak kalıyor ama bu yol daha uzun ve maalesef inmek zorunda olduğum bu durak şehrin en işlek yerinde.

İlkin herkesin beni meczup sanacağını düşünüyordum. Ya da dilenmeye çalışan biri sanacaklarına inanmıştım. Ancak hiç kimse bana bakmıyor bile. Mesela şu adam… Elinde bond çanta. Kulağında da şu kablosuz kulaklıklardan var. Diğer elinde de kahve bardağı. Hararetli hararetli konuşuyor bir yandan da kahvesini yudumlayıp koşturuyor. Ya da şu kadın… Elinde şu küçük cins köpeklerden, sırtında muhtemelen elindeki canlının familyasından yapılmış bir kürk ve diğer elinde telefonu var. Muhtemelen ahmak takipçileri için canlı yayında. Hemen yanımdan bu kez bir genç grubu geçiyor. Öyle bir muhabbete dalmışlar ki… Arada bir kahkaha sesleri yükseliyor. Gülmekten yerlere yığılıyorlar neredeyse.

Lüks bir restoranın önünden geçiyorum şimdi. Buradan, kıyafetlerimle geçerken bile acaba benim için ne düşünürler diye merak ederdim. Şimdi fark ediyorum ki ne müşteri ne çalışanlar bırakın benimle ilgili negatif düşünceler edinmeyi beni hiç fark etmediler bile. Bir süre daha görünmez bir adam gibi şehrin içerisinde ilerledim.

Durdum sonra. Bitmez tükenmez şu yoğunluğa baktım. Korna sesleri, insan sesleri, araç sesleri, binaların renkli tabelalarından suratıma suratıma çarpan binlerce renk gürültüsü… Sanki bir oyun içerisindeydim. Oyundaki karakterler sınırlıydı ve sürekli aynı kişilerle karşılaşıyor gibiydim. Aynı adam. Aynı kadın, aynı insanlar… Hepsi de bana kör. Nihayetinde beş altı yaşlarında bir çocuk ile göz göze geldim. Halime acımıştı belki.

Annesinin kolunu çekiştirdi defalarca. Kadın telefonun ekranından gözünü ayırmadan oğlunu çekiştirerek ilerliyordu. Durdu. Çocuğa baktı. Ne istediğini sordu. Çocuk bu azarlayan bakışların altında ezilirken beni gösterdi annesine. Kadın ile göz göze geldik.

Öyle bir baktı ki bana. Ben bile kendimden tiksindim. Bir insan bakışları ile küfür edebilir miydi? Evet, hiçbir şey demedim. Çocuk kolunu annesine teslim etmiş gibi sürüklenirken benimle göz göze geldi yine. Bir süre halime, tipime baktı. Annesinin ardı sıra sürüklemesine teslim olmuş vaziyette uzaklaşırlarken yine göz göze geldik, tebessüm etti.

Ey gözü yaşlı 

Nazan YERLİ

Ey gözü yaşlı kadın!

Hasret’in kime, gözyaşın kan

içinin acısı gökte bekliyorken

nefesin içinde zindan duvarı

dört kalbinden verdin toprağa

kanatlar melek çağa

gözyaşların ilkbaharda 

mezarda çiçek açtıracak

ellerinle kazıdığın toprak

üstünde kar tarlası

Yaşar mısın yarından sonra

elleri toprak kokan kadın

yüreğindeki nara yankılanır arşa

Muhammed’in güzel adı kaldı sana

Fatıma gibi şehit kanı sevabına

Bir ses geldi dışarıdan

koptu kıyamet yerden

elleri üşüyen kadın

anasın sen doğunun en güçlü anası

Defne’nin anası

Melekler seni yad eyler

bir sabah zamansız geldi haber

yazılmış silinmez kader

sen içimizin acısı 

içimizin anası kadın.

Bakmadan Geçme