Mavi Şehrin Kalemleri


Koronayım Ben

Ümit Kayaçelebi

Koskoca dünya dar geldi size
Düşmüştünüz çünkü birbirinize
Zengin de fakir de geldiniz dize
Davetsiz misafir koronayım ben

Al takke ver külah edenler nerde
Karnaval faşinge gidenler nerde
İlahlık dâvası güdenler nerde
Davetsiz misafir koronayım ben

Yine birçoğunuz ar etmiyor
Zengin yine zengin fakir bar etmiyor
Eldiven maske bana kâr etmiyor
Davetsiz misafir koronayım ben

Para da etmiyor yeşil dolarlar
Can korkusundan tutuştu paçalar
Şimdi elimdedir gemle yularlar
Davetsiz misafir koronayım ben

Fabrikanın çarklarını durdurdum
Rusla Çini birbirine vurdurdum
Aşı bulun diye kafa yordurdum
Davetsiz misafir koronayım ben

Okula giden yok ne de camiye
Gidin desem kimse gitmez AVM ye
Tüm dünyayı döndürmüşüm deliye
Davetsiz misafir koronayım ben.

Cep de paran çok da yiyemiyorsun
Kapından dışarı çıkamıyorsun
Anneler günü el öpemiyorsun
Davetsiz misafir koronayım ben

Gökten taş atan ebabil değilem
Ebrehe’nin mahmudi fil değilem
Nuh tufanındaki o sel değilem
Davetsiz misafir koronayım ben.

O Eski günleri çok ararsınız
Andıkça da ah çekip yanarsınız
Şükürdar olun eğer sağ kalırsanız
Davetsiz misafir koronayım ben.

Şimdi sen yoksun

Ramazan Yıldırımçakar

Şimdi sen yoksun ya

tarifi de yok zamanın

sokak lambalarına tutunarak buluyorum yolumu

geri dönmeye gölgemden taşlar bırakıyorum

köşe başlarına /eli boş dönüşlerim var

vuslatına dair her hayalin kapısından

Çerçi gibi, bucak bucak sevgini gezdiriyorum

alnımın kıvrımından kalbime

umudun libasını dokuyorum her iç çekişte

aklım bu keşmekeşi kaldırmıyor

kalbim sekte sekte

kesik çığlıklar arasından

sessiz bir mabedin mihrabına varıyorum

çehremde serseri bir kuş

nefti frak giymiş bir papazın duası dolanıyor dilime

her terennümde sana dair uzayan hayaller

her biri sudur teorisinden geriye kalan bir ayrılık

asıyorum zamanı bir kapı çıngırağına

dışarısı tanınmayan yüzler diyarı

dışarısı cehenneme uzanan bir merdiven

oradan ruhun mahşerine bir düş uzatıyorum

okşanmamış ve sevilmemiş hasretler

her biri bir zincire bağlı

birde saçların mukaddes bir urgan

ademden miras

tek yadigar

zamanı anlamsız kılıyor hasretin

bakışların bir şaman putunun çilesini taşıyor

hasretinden kırılan kelimeler

Kimi yüce / kimi güzel /kimi tarifsiz

rüyalar görüyorum

her biri imzasız bir mektup gibi

kelimelerden tanıyorum hepsini

hepsi bir ilkokul tekerlemesi gibi

 düşmüyor dilimin ucundan

her biri katran katran sensizlik kokuyor.

maddeden beri, manaya meftun bir meczup gibi

arıyorum seni

yüzün parçalanmış aynalarda kalmış

sesin kumun teorisi

her cümlede zıddını barındıran bir umut var.

PANDEMİ DÖNEMİNDE ÖĞRETMEN OLMAK

Yeliz Bülbül

Dünya çapında baş gösteren koronavirüs sebebiyle okulların uzaktan eğitim sürecine girmek zorunda kalması, tüm eğitim camiasını eşi benzeri olmayan bir sürece soktu. Bir anda önümüze çıkan bu durumla hızlı bir şekilde baş edebilmek için her birimiz üstün bir çaba sarf ettik. Bu ani değişim, hepimizi bireysel ve toplumsal olarak birçok yönden sarstı. Biz öğretmenlerin de pandemi dönemi öncesinde, evimiz dışındaki hayatımızın büyük bir kısmı tıpkı çocuklar gibi okulda geçiyordu. Bir anlamda okul bizim hayatımızdı… Ne öğrencilerimiz ne de bizler tüm gün ekran başında kalmaya, kendi başına bütün günü planlayıp bilgisayar başında çalışmaya alışkın değildik. Uzaktan eğitim materyallerini kullanmayı hep birlikte neredeyse deneme yanılma yöntemiyle öğrendik. Sabahları kurulan saatlerin alarmları ile uyanmanın, okul ziline bağlı olarak hareket etmenin hayatımızdaki yeri büyüktü. Maddi ya da manevi her sorunumuzu yüz yüze konuşur çözümlerdik. En önemlisi de öğretmenler ve öğrenciler olarak birbirimizi gözlemleyebilme imkânından dolayısı ile birbirimizi anlayabilmek, tanıyabilmek ve bu doğrultuda paylaşımda bulunabilmekten yoksun kaldık.

Ekranlar ardından öğretmen olmak; okul zilinden, koridorları dolduran öğrenci seslerinden, bir sınıf dolusu çocuğun enerjisinden, onlarla birebir paylaşımda bulunmaktan, pazartesi sabahları ve cuma günleri İstiklal Marşı’mızı söyleyerek tören yapmaktan, öğretmen arkadaşlarımızla birlikte eğitim sürecimiz boyunca paylaşımda bulunmaktan ve daha birçok alışılagelmiş okul yaşamının gerekliliklerinden mahrum kalmaktı. Pek çoğumuzun daha önce hiç tecrübe etmediği uzaktan eğitim yönteminin, öğrencilerimiz arasında fırsat eşitliği sağlayamaması da bizlerde ayrı bir endişe yarattı. Şehirlerde büyük ölçüde sağlanabilen fırsat eşitliğinin yanında, birçok köyde televizyon, internet, telefon sıkıntısının hâlâ yaşanıyor olması, köy okullarında okuyan öğrencilerimizin uzaktan eğitim alma imkânlarını kısıtladı.

Bu süreçte anneler ve babalar, sadece kendi çocukları için endişe duyuyorlarken bir öğretmenin endişe duyması gereken yüzlerce çocuğu vardı. Öğretmenler için her bir öğrencisinin hangi teknolojik imkâna sahip olup olmadığının, uzaktan eğitim sürecini ne derece takip edip etmediğinin, bu eğitimden faydalanıp faydalanmadığının endişesini yaşamak kolay değildi. Birçok meslektaşımız elinden geldiğince mevcut duruma göre çözümler bulmaya çalıştı. Pandemi döneminde öğretmen olmak, ekranlar ardından her bir çocuğa ulaşabilme imkânını bulabilmek için çaba sarf etmek demekti ama ne yaparsak yapalım uzaktan eğitimin, özellikle ilkokul, ortaokul ve lise öğrencileriyle okulda yüz yüze yapılan gerçek eğitimin yerini tutamayacağını bilmemize rağmen bu sürecin en verimli şekilde geçebilmesi için de hâlâ elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Çünkü öğrencilerimizin bizlere her zamankinden daha çok ihtiyaçları var…

Yaşadığımız bu olağanüstü dönemde, öğretmenlik yapmak, eskisinden farklı bir hal almış olsa da aynı kalan tek şey belki de hayatlarına uzaktan da olsa hâlâ dokunmaya devam ettiğimiz yüzlerce öğrencimizi düzenli olarak düşünmeye devam etmek oldu. Ve bu da bizlere, bir kez daha neden öğretmen olduğumuzu hatırlattı. Bir belirsizlik atmosferi içerisindeyken kendi endişelerimizi bir kenara atıp öğrencilerimize, bu günlerin geçeceği, okullarımızın açılacağı, ilk 40 dakikalık teneffüste hep birlikte olacağımız, onları çok özlediğimiz yönünde telkinlerde bulunduk. Öğrencilerimizle aramızdaki fiziksel mesafenin, duygusal mesafeye de yol açmaması, kendilerini değerli hissetmeleri, unutulmadıklarının farkına varmaları ve hâlâ okula aidiyetlerinin devam ettiğini anlamalarını sağlayabilmek için beş dakikalık da olsa öğrencilerimizle yapabildiğimiz telefon görüşmelerinin önemi büyüktü.

Bu süreçte, öğretmen, öğrenci ve veli üçgeninde, her birimiz üzerimize düşen farkındalığa da sahip olduk. Özellikle birçok veli, öğretmenin ne demek olduğunu daha doğrusu, birine bir şey öğretmenin ne derece meşakkatli bir iş olduğunun da farkına varabildi diye düşünüyorum. Onlar için bir anlamda, çocuklarının gününü planlamak, onları bu farklı eğitim sürecine adapte edebilmek, onlara bir şeyler öğretebilmek için çabalamak yeni deneyimlerdi. Öncesinde her şey öğretmenin kontrolündeyken, bu süreçte neredeyse bütün kontrolün veliler üzerinde olması elbette onları da zorlayan bir durum oldu. Ama şu da unutulmamalıdır ki hangi koşulda olunursa olunsun veliler, yalnızca kendi çocuklarının sorumluluğunu taşırlar, biz öğretmenler ise bir sınıf dolusu ve hatta sınıflar dolusu çocuğun sorumluluğunu taşırız. Belki de bu da öğretmenlerin bir toplumda ne derece önem teşkil ettiğinin farkındalığına yol açabilir ve böylece bizlere bu doğrultuda hak edilen değer verilebilir.

Öğrencilerimizle yeniden sınıflarımızda, okullarımızda olabilmeyi, özlemle ve büyük bir istekle bekliyoruz. Ama elbette sağlık, eğitimden daha önemli, bunun da bilincindeyiz. Ülkemizin her okulunda, hepimiz için güvenli ve sağlıklı bir ortam sağlanabildiğinde, biz öğretmenler de elimizden geleni yapmaya hazırız. Bu zor günleri hep birlikte atlatacağımıza inanıyorum.                                                                                                                               

Okuma ve Özgüven

Leyla Mihrinaz Engin

Okumak, insanda bilgi birikimi yaratarak, insanlara ve yaşama geniş perspektiften bakmayı sağlar.

Okumak, insanlar arasında sağlıklı iletişim sağlayarak, insanın kendini ifade edebilmesini sağlar.

Okumak, insanda algılama, yorumlama, hesap yapma, bir araya getirme yeteneği sağlar.

Okumak, fikir sahibi yapar. Tüm dünyayı izleme, gözleme ve analiz yapma yeteneği sağlar.

Kitap okunmadıkça, kültürel anlamda gelişim sağlanamayacağı gibi teknik ve bilim çağının gerisinde kalınır.

Kitap okunmadıkça, sürekli ezen ve ezilen durumuyla karşı karşıya kalınır. Yöneten, egemen sınıfa teslim olunur.

 Dünyayı saran kapitalizm ve güç dünyası son derece taktik sahibidir. En büyük taktiklerinden biri de on yıllardır insanların kucağına oturtmuş olduğu etnik köken( ırk) ve inanç (din) kavramıdır. İnsanları bu iki olguyla uğraştırıp, tabiri yerindeyse bileleyip karşı karşıya getirmektedir. Bu duruma, Türkiye ve Ortadoğu’da bir türlü bitmeyen din ve ırk savaşlarına örnek vermek mümkün. Türkiye ve Ortadoğu topraklarında mevcut din ve halk karşı karşıya gelirken, büyük kapitalist devletlerin, sözüm ona savaşı bitirip uzlaşma yaptırma taktiği ile yangına körük ile gelmesi, en büyük örnektir. Benzeri savaşlar yüzyıllardır dünyanın ayrı ayrı yerlerinde sürüp gitmekte ve maalesef kapitalist güç, çözüm üretmektense bilakis sorun üretmektedir.

 Bu iki olguyla uğraşan insanlar (din ve ırk), ne yazık ki nerdeyse felsefeyi, bilimi, insanlığı, sosyaliteyi, sanatı, edebiyatı v.b.unsurları unutmuş durumdalar. Sadece bu iki olgu üzerinde yoğunlaşan insanlar, kavgasını verdikleri ırkı ve inancı dahi unutmuş vaziyetteler. Mevzunun özü âdete unutulmuş durumdadır.  Yeterince kitap, gazete, dergi okunmuş olsaydı, insanlık ezici güce, başka fikre ve emele teslim olmayacaktı çünkü insanlık özgüven sahibi olacaktı.

Özgüven kavramının altını çizmek gerekir.  Özgüvenin sözlük anlamı; bireyin kendisinden memnun olması, kendisi ve çevresiyle barışık yaşamasıdır.

Tanımından yola çıkarak, özgüvene sahip insanlar ilişkilerinde pozitif, fikir sahibi, aktif, şüphe duymayan, boyun eğmeyen, eleştirilere açık, güven veren, psikolojik olarak sağlam yapıya sahip, aşağılık duygusuna kapılmayan, sevgi dolu insanlardır.

Özgüvene sahip olmayan insanları tersi olarak düşünmekte fayda var. Özgüven eksikliği duyan insanlar; aşağılık duygusu, kendisinden ve çevresindeki insanlardan sürekli şüphelenme hali, pasiflik, aşırı uyum gösterme halleri, eleştirilere kapalı, depresyon, sevilmediğini sürekli hissetme gibi hallere sahiptirler.

Özgüven ve özgüvensizliği elbette ki tetikleyen birçok durum vardır. Ancak özgüvenin temelinde yatan unsurlardan biri de okuma alışkanlığıdır.

Özgüvene sahip insan, kirli emellere aracı ve araç olmaz.  Özgüvene sahip kişinin beyni aydındır. Muhafazakâr değildir. İleriyi gören, değişime açık, insan sevgisi ile dolu demokrat beyne sahiptir.

 Özgüvensizliğin altında birçok sebebin yanı sıra okumama alışkanlığı da yatar.

Özgüvenden yoksun insanlar, her an kötü emellerin aracı olabilirler. Egemenin, sömürenin, kapitalizmin kirli çarkını çeviren pasif, fikirsiz, korkak ve çıkarcı olabilirler.

Şöyle veya böyle ister özgüven sahibi olsun ister olmasın, “insan olduğu” olgusu da bertaraf edilmemeli. Burada gayem okumanın önemine dikkat çekmekti. Bu anlamda farklı internet sitelerinden derlediğim okuma hakkında ki bazı bilgi ve istatistikleri paylaşmamda fayda var.

“Japonya’da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa’da 7. Türkiye’de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor. “

 “ Milli Eğitim Bakanlığı’nın gençler arasında yaptığı bir araştırmaya göre; son bir ay içinde okuma oranları;

61 hiç kitap okunmamıştır.

13,4 kitap okumuştur.

Kültür Bakanlığı’nca yapılan istatistiklere göre;

Bir yılda basılan kitapların çeşitli ülkelere göre sıralanışı;

ABD 85.121

Japonya 42.217

İngiltere 64.761

Almanya 64.761

Türkiye 6.151

Gazete okuyanların nüfusa oranları şöyledir:

Japonya 62

Almanya 48

Türkiye 5”

 “Türkiye’deki kahvehane ve kütüphane sayılarının kıyaslaması şöyledir:

Kütüphane sayısı 1412

Kahvehane sayısı 570.000

Buna göre: 49.500 kişiye bir kütüphane düşerken, 122 kişiye bir kahvehane düşmektedir.”

 “Gallup firmasının yaptığı bir araştırmaya göre bazı ülkelerdeki kitap okuyanların nüfusa oranları şöyledir:

Japonya 14

ABD 12

Almanya 11

İngiltere 11

Türkiye 0,01”

“UNESCO tarafından yapılan araştırmaya göre, Türkiye’de okuma alışkanlığı yok denecek kadar az. Avrupa’da yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye’de sadece on binde bir.”

“Yılda kitaba ayrılan süre bir günlük TV izleme süresiyle aynı: 6 saat”

 “Kitap Türkiye’deki ihtiyaç maddeleri listesinde 235’nci sırada yer alıyor.”

“Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Gülmira Kuruoğlu, bu konuda şunları söyledi:

“Beynimiz sağ ve sol hemisferlerden oluşmaktadır ve kitap okurken biz ağırlıkla sol hemisferimizi geliştirmekteyiz. Bu da mantıksal matematiksel ve sözel hemisferdir ama televizyon izlerken biz sadece sağ hemisferi geliştirmekteyiz. Yani sol hemisfer bayağı geride kalmaktadır. Bu da beynin tüm olarak gelişmesini, oluşumunu etkilemektedir.”

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme