Mavi Şehrin Kalemleri

Mavi Şehrin Kalemleri

DAĞIN YÜKÜ

FUAT OSKAY

Tedarikle ilgili en eski usül değiş tokuştur. İnsanlar mahallinde, gücü, yeteneği ve imkânları ölçüsünde ürettiği ürünleri sırtlayıp pazara götürür; karşılığında başka ürünler alarak hayatını idame ettirirlerdi.

Bir ürünün elde edilmesi bir başka ürünün üretilmesine bağlıydı. Örneğin kışlık olarak evinize bir çuval pirinç alcaksanız, karşılığında ederi kadar peyniri hazır etmiş olmanız gerekiyordu.

Çocukluk yıllarında hatırlıyorum köye çerçiler gelirdi, annelerimiz buğday, yün, peynir veya yumurta karşılığında onlardan yiyecek, giyecekle birlikte evin ihtiyacı olan diğer ürünleri alırlardı.

Köyde amcamın dükkanı vardı, evlerimiz iç içeydi. Dükkan hemen yanıbaşımızda. Yemişlerin kokusuna dayanamazdık. Kendimize birşeyler almak için annemin tavuklarının yumurtlamasını dört gözle beklerdik:).. Yumurta bizim için incir, üzüm demekti çünkü; iki bisküvi arası lokum demekti...

Para denilen melanet kanımca insanların tedariklerde yükünü hafifletmek için tedavüle girdi. Öyle ya, insanlar deve at, katır veya eşeklerin sırtında günler, aylar süren meşakkatli ve tehlikeli yollardan kervanlar halinde iller, ülkelerarası sürekli seyr û sefer hâlinde alış veriş yaparlardı.

Para hayatımıza girdi; kervanların sırtından yükleri indirdik, yollarımızı kısalttık, hayvanları serbest bıraktık. Para cebe girince onlara gerek kalmadı. Paranın salt bu niyetle hayatımızda yer alması anlamlıydı ancak herşeyde olduğu gibi bunu da yüzümüze gözümüze bulaştırdık( Ah para olsa da yüzümüze gözümüze bulaştırsak diyenler çok olur şimdi.

En büyük handikapımız üretim mekanizmasından hızla uzaklaşmamız. Tarlayı, çapayı, ahırı, sabanı, sabahın köründe kalkıp atölyede makinanın başında olmayı unuttuk; kendimize zül gördük.

Dünya ölçeğinde kaynakların hızlıca tükendiği, canavarca hislerle tüketildiği ve hazıra dağın dayanmadığı bir devirde "kendi kendine yetebilen ülke" savımız devam ediyor mu bilmiyorum ama üç tarafı denizle ve her karış toprağı irfanla kaplı bereketli memleketimiz sahip olduğu nüfusun iki katını besleyebilecek büyüklük ve güçtedir.

Bunun ise tek bir yolu var: Üretmek.

Para üretmek için dahi paraya muhtaç olunan bir sistemde, her şeyi para olarak gören gözü dönmüşler için günümüzde geçerli tek moda ise ekran başında durup paradan para kazanmaktır.

Evet parası olan, yastık altını dolduranlar için para parayı kazandırabilir belki ama ne yazık ki bu, geniş halk kitlelerinin ve üretmek zorunda olan ülkemiz yarınlarının yararına bir iş oluş eylem değildir.

1.MEKTUP

MURAT SERKAN ÖNDER

sakın beni sevmeyi bırakma çocuk

tutunduğum ağaçta başka dal kalmadı

 

erken büyüdüm ben çocuk.

ilk sakalım baş verdiğinde,

sakalı ağarmış adamlarla

aynı masalarda buldum kendimi.

ilk şiirim on bir yaşımda tutundu kalemime.

acılar büyüttüm kesme taşlar üzerinde.

camdan cama sevdim bir kızı.

konuştukça küçük geldi gözüme.

 

erken büyüdüm ben çocuk.

cebi delik pantolonlarım vardı

farkında olmadığım.

küçük ayaklarımla bastığım yollara döküldü mutluluklarım.

yaşımla aynı,

içimden küçük çocuklar topladı ardımdan.

sonra başladı saklambaç.

onlar saklandıkça ben çıktım ortaya.

açtım göğsümü hayata,

rüzgârı yara yara.

ondandır bu lanet öksürük.

sigara bahane.

 

erken büyüdüm ben çocuk.

duvarlara resimler yapamadım hiç.

hep doluydu yüzleri,

düş kırıkları, aşk ayazları ve matematikle biraz.

başka hayatlar için

toplanmış, çıkarılmış, çarpılmış, bölünmüş ...

geceleri gözlerimi kapatıp da uyumamam bu yüzden.

seni kandırmıyorum yoksa.

 

erken büyüdüm ben çocuk.

bu yüzden ağırdan alıyorum hayatı.

sen yavaş yavaş büyü istiyorum.

saklanan çocuklarla birlikte saklan

ve gülerek çık ortaya.

 

erken büyüdüm ben çocuk.

çok erken.

bu yüzden sapasağlam pantolonlar aldım sana.

biriktir mutlulukları.

korkma ceplerinden.

taşarsa,

arkandadır gölgem.

 

erken büyüme sen çocuk.

tutunacak başka dalım kalmadı.

sarıl bana.

sar yaralarımı.

 

UÇUP GİTTİN

SELMA ÇANAKÇIOĞLU

Ruhsuz bir beden taşır nasır tutan ayaklar,

Cennetler diyarına uçup gittin gideli.

Yas kokar tüm şiirler, hüzünlüdür uyaklar,

Melekler diyarına kaçıp gittin gideli.

 

Şimdi kimlere bakar, füsunkâr gözlerin,

Ruhumu dinlendiren, gül kokulu sözlerin,

Küllerin savrulmakta, huzurda mı közlerin,

Melekler diyarına göçüp gittin gideli.

 

Gelince aklıma sen boğazımda bir düğüm,

Anılar gözlerimde, duygular hep kördüğüm,

İğne iğne batarken, sensindir hep ördüğüm,

Melekler diyarına saçıp gittin gideli.

                                        

Her sıkıntı anımda hayaline kaçarım,

Hazan düşen gönlümde, bilsen nasıl naçarım,

Tomurcuk gül misali, yalnız sende açarım,

Melekler diyarına geçip gittin gideli

 

Aylar, yıllar geçtikçe acın diner sanırdım,

Ayrılık acısını, hep uzaktan tanırdım,

Ekmeğimi tuz diye, bil ki sana banardım,

Melekler diyarını seçip gittin gideli.

 

İPEKBÖCEĞİ’NDEN HİÇLİĞE BAKIŞ

ŞİFANUR ÖZÇELİK ŞİRİN

Şaire sormuşlar;

"- siz sürekli ölümden bahsediyorsunuz, ölümden korkmuyor musunuz?”

Şairin muhteşem cevabı;

"-ben ne yaptım ki? ölüme..."

Bir an’dı ölümle göz göze gelmem.

Belki de ipekböceğinin kozaya duruş manifestosu gibiydi.

Bildiriyi okuyan ben.

Hiçliğe yok olmaya bir adımdı.

Olgunluk mertebelerinin en yücesiydi.

Gözünü kamaştıran güzellikti.

Tıpkı;

Bir dut ağacının yapraklarından beslenmiş İpekböceğinin mucizevi yaşam öyküsü gibiydi.

Kozasından çıkmayı bekleyen bir kelebek gibiydi.

Hiç mertebesine kavuşmak için,

Kendinde ki değişimi izlemeye başlamak gibi.

İçimizdeki benleri azaltıp,

Tam bir sakinlik içinde hayatımızı yaşamak gibi.

Hiçlik başkalaşımdı...

Bir benin, kendi içindeki masmavi denizi seyretmesi,

Kendi içine dalıp zenginliklerini fark edeceği ana kadar

Sabırla beklemesi demekti...

Duru, dup duru bir okyanus gibi olmak demekti...

Baktığın zaman sadece dinginlik veren engin bir su,

Ancak içine daldığında seni hayrete düşüren müthiş bir zenginliği görebilmek demekti...

Öyle bir durumdu ki; beklenti yoktu, acelecilik yoktu, kuşku yoktu...

Sadece sakinlik vardı...

Rab’be yüzün dönük bir varlık içinde

Dünyaya karşı yalnızlık vardı...

“Ölüm ölüm dedikleri nedir ki gülüm...”diyen

Teslim olmuş bir haykırı vardı...

Aşk ile Hû...

 

OLUR SANDIM OLMADI

YAŞAR ADIYAMAN

Yeryüzünde kaybolmuş hak diline sesim

Çok bilen vaveyla anlaşılmayan izim

İnandığım pahaya nasip içre gizim

Gelgit izlerin eleminde sahipsizim

Gür estim divana olur sandım olmadı

 

Halden anlamayan âşık müptela deli

Seçilmiş sözcüklerin dili gün evveli

Biçare derviş bende kopmuş gönül teli

Ömür haleme felekten bir seher yeli

Gür estim canana olur sandım olmadı

 

Dertliyim bestesi çalınmış her şarkıya

Dört yandan kuşatılmış çiçekten arıya

Hiç çalınmamış türküden vardım kanıya

Ezelden hancıyım dost, karanlığa ziya

Gür estim mizana olur sandım olmadı

 

Kavgadan kaçtım dilimin kıyısı ahval

Düştüm hardan yaşamaya çare arzuhal

Talep ettim ömürden biçare bende kal

İçre bir ses esir kalan sırrıma minval

Gür estim cihana olur sandım olmadı

 

Savunma beni korkuya yenilmiş hu ses

Dost bildiğim bile benden çok daha bikes

Yaşar der ki, birazda haktan yana gür es

Hayat yaşamaktan ziyade candan nefes

Gür estim zamana olur sandım olmadı

SEVMEK VERMEKTİR! FAKAT...

ESMA BOLAT

Hayatım boyunca ailemden başlayarak bugüne kadar verici olan bir insan oldum.

Babamın borçları için çocuk yaşta henüz on dört yaşında çalıştım, kazandım verdim. Okulumdan aldığında baba sözü dinledim, sustum geleceğimi, hayallerimi verdim.

Annemin adına söz düşmesin diye gençliğimi yaşamadan, hatta âşık olmadan evlatlığımı verdim.

Erkek kardeşlerimin adına söz düşürmemek için, genç kızlık hayallerimi, birine âşık olma şansımı verdim.

Evlendiğimde beni zerre kadar hak etmeyi başaramamış, otuz üç yılsonunda Azrail’im olmuş, kişiliğini bulamamış, karakter yoksulu biri ve hatta ailesi için yıllarımı verdim.

Çocuklarıma daha iyi gelecek sağlamak için kendimden, hayallerimden, hayal kırıklıklarıma rağmen anlayışımdan verdim.

Arkadaşlarıma ve dostlarıma zaman, kulak, ihtiyaçları olduğunda bazen yıllarca dost elimi verdim.

Şöyle bir dönüp baktım geçmişe bugün, geldiğim yolun sonunda.

Olanlar, yaşadıklarım, gözyaşlarım, yalnızlığım, gelmişim, geçmişim.

Sevgi vermektir diyen ben, sevgiyi, vefayı ön plana koyan ben.

Hep vermişim, hep kendimden vermişim!

Hayatın bahar yarısı geçmiş, yüzüm toprağa dönmüş, sağlığımı kaybetmişim alamamış hep vermişim.

Kendim hariç herkesi mutlu etmişim meğer herkesi düşünürken kendi hayatımdan ÇALMIŞIM MEĞER!

Heyhat!

Sunuculukta yaşadığım iki senelik tecrübe ve yaşanan vefasızlıklar sonrası hayatımı tekrar ve yeniden gözden geçirme şansım oldu.

İlk defa kendime parmak sallayıp, "sen ne yapıyorsun Esma" dedim kendime.

"Herkesi mutlu ettin kendin hariç şu hayatta" diyerek kendimi azarladım, "aklını başına al, birazda kendin için yaşa ve kendini mutlu eden şeyleri önemse" diye kendime kızdım.

Kadim bir dostumla görüşmeler yaptım uzun uzun. "Hocam siz hep başkasını mutlu etmek için çaba gösteriyorsunuz, kendiniz için ne zaman bir şey yapacaksınız ?" sorusunda haklıydı. Haklılığına kanaat getirip kendim için bir şey yapmaya ve mutlu etmeye karar verdim.

Ertelediğim, zaman bulamadığım, başkalarının önceliği için yok saydığım hayallerimin peşine, kendime vakit ayırıp düşmeye karar verdim nihayet.

Şunu diyebilirim.

Önce kendimizi sevmeli, kendimize vermeli, kendimizi önemsemeliyiz.

Sevgi vermektir doğru fakat sevgi almak değil midir birazda?

Artık sadece vermek değil, aynı zamanda almak istiyorum karşılığını. Egoistçe olacak biraz belki fakat yaşadıklarımdan arda kalan tek cümle bu maalesef.

"İSTİYORSAN ALACAKSIN, KİMSE SANA MUTLULUĞU HEDİYE ETMİYOR!"        

Bakmadan Geçme