Hicretin 8. Senesinde İslam olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Müslümanlar, önüne geçilmesi imkânsız, büyük bir kuvvet haline gelmişti. Artık ulvi bir gaye olan Mekke’nin Fethinin tahakkuk etme zamanı gelmiş ve gerekli imkânları Cenabı Hakk ihsan etmişti…
Fakat ortada bir engel vardı. Bu müşriklerle yapılan Hudeybiye Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre; Müslümanlarla müşrikler on yıl birbirleriyle harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı. Bu anlaşmanın bir maddesi, Kureyş dışında kalan kabilelere istedikleri tarafın himayesine girme hakkını tanıyordu. Bu haktan istifadeyle Huzaa Kabilesi Müslümanların tarafını, Beni Bekir Kabilesi ise müşriklerin tarafını seçmişti. Bu iki kabile arasında uzun zamandır devam eden bir düşmanlık ve husumet vardı.
Bekiroğullarından biri, Peygamber Efendimize hakaret eden bir şiir okumuş, bunu duyan Huzaa kabilesinden bir genç dayanamamış ve kafasını yarmıştı. Bekiroğulları bunu fırsat bilip anlaşma gereği tehlikeden emin olan Huzaa Kabilesine saldırmış ve Harem-i Şerifte yirmiden fazla kişiyi öldürmüşlerdi. Bu saldırıya Kureyşli müşrikler silah vererek ve gizli adam göndererek yardım etmişlerdi. Bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını resmen ihlal etmiş oluyorlardı. Fakat bunun Peygamber Efendimiz tarafından duyulmasından son derece endişe ediyor ve korkuyorlardı…
Huzaa kabilesinden kırk kişilik bir gurup Medine’ye gelerek durumu Peygamber Efendimize olduğu gibi arz edip yardım istediler.
Peygamber Efendimizin merhametle verdiği ültimatomu anlayamayan müşrikler;”Hem ittifakımızı kesmeyiz, hem de diyeti ödemeyiz! Ancak harbedebiliriz.” Diye haber gönderdiler. Sonradan böyle yaptıklarına bin defa pişman olup, korkularından anlaşmayı yenilemek üzere Medine’ye Ebu Süfyan’ı elçi olarak göndermişlerdi. Fakat Peygamber Efendimiz (sallahu aleyhi ve sellem)”Biz, Hudeybiye Anlaşmasına aykırı bir davranışta bulunmayız ve onu değiştirmeyiz!” buyurdu.
Elçi Medine’den ayrılınca Kâinatın Efendisi Mekke’yi fethetmeye karar verdi. Çünkü Kureyşliler ahdlerinde durmamışlar ve barışı bozmuşlardı.
Fakat bu sırrı gayet gizli tutuyor, müşriklere hazırlanma fırsatı vermeden ve Harem-i Şerifte kan dökülmeden Mekke’yi teslim almak istiyordu. Bu bir harp taktiğiydi. Ashabına, sefer için hazırlık yapmalarını emredip, nereye gidileceğini bildirmedi.
Peygamber Efendimiz, Medine etrafında İslamiyet’le şereflenmiş kabilelere “Allah ve ahret gününe inanan Ramazan ayı başında Medine’de hazır bulunsun!” diye haber gönderdi. Daveti duyan birçok kabile Medine-i Münevvere’ye gelmeye başladı.
Nihayet Âlemlerin Efendisi, gönülleri Allah-ü Teâlâ ve Resulünün muhabbetiyle dolu olan on bin kişilik muazzam ordusunun başında olduğu halde, Allah-ü Teâlâ’nın ismiyle yola çıktılar. Sekiz yıl önce ayrıldıkları yurtlarına Mekke’ye gidiyorlardı. Kâbe’yi putlardan temizlemeye gidiyorlardı…
Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resul-i Kibriya Efendimiz, tek kalp gibi çarpan 10 bin kişilik muazzam ordusuna hareket emri verdi. Şanlı ordu Mekke yakınında bulunan Kudeyd’e geldiğinde Ashabına harp düzeni aldırdı. Her bir kabileye ayrı ayrı sancaklar ve bayraklar verdi.
Medine’den ayrılalı on gün olmuştu. Akşamüzeri Mekke’ye iyice yaklaşılmış, yatsı vaktinde Merruz Zehran’a gelinmişti. Allah Resulü ashabına burada durmalarını emretti. Hz. Ömer’e vazife verip her mücahidin ateş yakmasını emretti. Bir anda on binden fazla ateş yanınca Mekke aydınlığa boğuldu. Hiçbir şeyden haberi olmayan Mekkeli Müşrikler şaşkına döndüler ve Mekke’nin çepeçevre sarıldığını anladılar. Ne olduğunu anlamak için Ebu Süfyan’ı görevlendirdiler. Bir gece vakti elçi ve beraberindekiler Mekke’den çıkıp, İslam Ordusu karargâhına geldiler.
Bunlar, İslam ordusunun heybetini, çokluğunu ve ihtişamını görünce dehşet içinde kaldılar ve süratle Mekke’ye vardılar. Ebu Süfyan; “İşte, Allah’ın Peygamberi, on bin kişilik güçlü bir orduyla yanı başınıza kadar gelmiş durumda, karşı koymanız imkânsız. Ben Müslüman oldum! Sizlerde Müslüman olun selamete eresiniz!” dedi… Müşrikler Ebu Süfyan’a hakaretler edip isteğini kabul etmediler.
İslam Ordusu, Mekke’ye girmeden önce son defa Zituva Vadisi’nde toplandı. Peygamber Efendimiz devesi Kusva’nın üzerindeydi. Kendisine bu mübarek günü nasip eden Rabbine sonsuz hamd ve şükrünü takdim ediyordu…
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesselam) komutanlara şöyle emir verdi;
“Size karşı koyulmadıkça, size saldırılmadıkça hiç kimseyle çatışmaya girmeyeceksiniz ve hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.”
Peygamber Efendimiz (sav ) Mekke’ye girince halka eman verdiğini ilan etti…
“Kim Ebu Süfyan’ın evine girerse eman verilmiştir. Kim elindeki silahı bırakırsa ona eman verilmiştir. Kim evine girip kapısını kapatırsa, ona da eman verilmiştir.”
On bini aşkın İslam Ordusu heybet ve vakar ile Mekke’ye girmişti. Bu kutlu şehir sükûnet içinde bir gün geçiriyordu! Peygamberimiz, tevazu ve şükran hisleriyle dolu bir şekilde Harem-i Şerife girdi. Müslümanlar, akın akın Kâbe’ye doğru akıyorlardı.
Allah Resulü Aleyhiselam, tekbir getirince peşinden Müslümanlarda hepsi birden ”Allah-ü Ekber! Allah-ü Ekber!” nidalarıyla ufukları çınlattılar. Dağ-taş, kurt-kuş, yer-gök bunlara eşlik ediyor, tüm kâinat tekbir getiriyordu adeta…
İnsanlık böyle muhteşem bir sahneyi bir defa gördü ve bir daha da göremeyecektir!
Allah’a emanet olunuz.