Misafir
İki de bir saatime bakıp duruyorum. Tamam, rahatsızlığımı bu kadar aleni bir şekilde belli etmem doğru değil ama misafirliğin de bir adabı olur yahu! Habersiz geldikleri yetmezmiş gibi bir de saatlerdir oturuyorlar. Ne saatime bakmalarım ne sık sık esnemelerim ne de iki de bir odama gidip gelmelerim bir işe yarıyor. Tam tersine muhabbet daha doğrusu tek kişilik mükâleme koyulaştıkça koyulaşıyor, misafirimiz aylardır hiç konuşmamış hatta konuşmaya ait melekelerini ilk kez kullanıyormuş gibi anlattıkça anlatıyor.
İki de bir saatime bakıp duruyorum. Tamam, rahatsızlığımı bu kadar aleni bir şekilde belli etmem doğru değil ama misafirliğin de bir adabı olur yahu! Habersiz geldikleri yetmezmiş gibi bir de saatlerdir oturuyorlar. Ne saatime bakmalarım ne sık sık esnemelerim ne de iki de bir odama gidip gelmelerim bir işe yarıyor. Tam tersine muhabbet daha doğrusu tek kişilik mükâleme koyulaştıkça koyulaşıyor, misafirimiz aylardır hiç konuşmamış hatta konuşmaya ait melekelerini ilk kez kullanıyormuş gibi anlattıkça anlatıyor.
Oysa bir güzel ders çalışırım düşüncesiyle fakülteden eve gelmiştim. Beraber kaldığımız öğrenci arkadaşlarla hemen aperatif bir şeyler hazırlayıp yedikten sonra el birliğiyle bulaşıkları yıkamış ve sonra sınavı olan ben, çayımı alarak odamdaki masamın başına geçmiştim. Yarınki Osmanlı Tarihi sınavımda 10 padişahtan sorumluyduk ve yaklaşık bin sayfalık bir kitap daha doğrusu ansiklopedi beni bekliyordu. Düşük not almam mukadder gibiydi lakin ne kadar çalışabilirsem kardır düşüncesindeydim. Gel gör ki; konsantremi sağlamış bir şekilde tam masama otururken zil çalmış ve alt katta oturan komşularımız cümbür cemaat oturmaya gelmişlerdi. Onları kapıda gördüğümde gözlerim gelenlerden ziyade farklı bir âlemin kapıları açılmışçasına garip cisimler görmeye başlamıştı. Gördüğüm şeyler mahiyetleri itibariyle farklı olsalar da çabucak başkalaşarak en nihayetinde kocaman bir sıfır şeklini alıyorlardı.
Çay, meyve ve kahve faslı derken saat gece yarısını bulmuş ve neyse ki çocuklarının uyuklamaya başlaması üzerine müsaade isteyip gitmişlerdi. Yeniden masama dönmüştüm ancak göz kapaklarım, üzerlerinde ağırlık varmışçasına kapanıyor, yorgun bedenim beynime de ruhuma da isyan ediyordu. Bu şekilde çalışabilmem mümkün olmadığından çalar saatimi 3'e kurdum ve çabuk uyanabilmek için de çekyatımı açmadan ve yine ışıkları söndürmeden uzandım.
Üçte alarm çalmıştı çalmasına ama ben sanki uyuyarak daha da yorgun düşmüştüm. Gözlerimi güç bela yarım aralık açıp saati çeyrek saat ilerisine kurup yeniden uyudum. Kaç defa böyle yaptığımı hatırlamıyorum ancak en son yaptığımda iyice dalmış olacağım ki bir rüya gördüm. Herhalde hayatım boyunca gördüğüm en uzun metrajlı ve de en gerçekçi rüyaydı. Çünkü kalktıktan sonra bile uzunca bir süre etkisinden çıkamamıştım.
Rüyamda Yavuz Sultan Selim Han ile beraber Mısır'a gidiyorduk. Tabi rüyayı ben gördüğüme göre, sıradan bir yeniçeri olacak değilim ya. Sadrazam değil fakat vezirlerden biri olarak ordunun en önünde saf tutmuştum. Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarında gösterdiğim kahramanlıkları, tafsilatına binaen es geçerek müsaadenizle rüyamın son kısmına geleyim. Mısır'ın fethini müteakip dönüş yolundaydık ve Anamur taraflarında güzel bir bahçeden geçiyorduk ki bir asker kemal-i edeple yanıma sokulup Padişah Hazretleri tarafından çağrıldığımı söyledi.
Acaba ihmal ettiğimiz ya da yanlış giden bir şey mi vardı? Açıkçası bir miktar endişelenmiştim. Çünkü fakültede okuduğum kitaplar, Yavuz'un mizaç itibariyle çok sert olduğunu ve hiçbir olumsuzluğa tahammülü olmadığını yazıyordu. Hatta 'Seni Yavuz'a vezir olasın.' sözünün bir iltifattan ziyade beddua hükmünde olduğunu tarih hocalarımdan sıkça duymuşluğum vardı. Bu bilgiler, rüyamı da yönlendirdiğinden korka korka hükümdara doğru at sürmeye başladım. Aramızda iki metre mesafe kalmıştı ki durdum ve göz göze geldik. Sultan tam ağzını açıp bir şeyler söylüyordu ki garip ve daha çok uğultuyu andıran bir ses hatta sesler duymaya başladım.
Aslında bu ses, her sabah duyduğum ve alışık olduğum alarm sesinden başka bir şey değildi. Fakat henüz tam uyanamadığımdan bu sesi ordunun içinden gelen bir ses gibi telakki etmiş ve sanki idam edilecekmişim de ordu temaşaya çıkmış gibi bir hisse kapılmıştım. Neyse ki bu nümayiş çok sürmedi ve buzdan bir el sırtıma dokunmuşçasına ürpertiler içinde uyandım. Güneş ağarmak üzereydi. Abdest alıp sabah namazımı eda ettikten sonra geceden beri niyetlendiğim masama nihayet geçip oturabildim. Yanı başımda göz kırpan saatim, çok az vaktim olduğunu fısıldar gibi tik taklarla çalışmaya devam ederken gördüğüm rüyayı hayra yorarak kitabımın 'Mısır Seferi' bölümünü açıp okudum ve sonra kahvaltı yapıp fakültenin yolunu tuttum.
Hocamızın sorduğu üç sorudan biri 'Mısır Seferi' idi ve değeri kırk puandı. Bu soruyu eksiksiz cevapladıktan sonra diğer iki soruyu da biraz biraz yapınca korktuğum sınavdan 80 aldım. Notumu öğrendiğim gün, anladım ki; bir eve misafir geldiğinde bereketi ile geliyormuş. Hatta misafirin on bereket getirip birini yediği ve dokuzunu bıraktığı söylenir ya. Demek o biri de yemese helalinden bir yüz alacakmışım. O gün eve gelirken sevincime diyecek yoktu. Çünkü sınavlardan yüksek alabilmenin yolunu biliyordum artık…