Çaldıran Ovasında rüzgârla yarışırdı atlar! Kimi al paçalı, kimi doruydu fakat hepside görülmeye değer zariflikteydi. Dörtnala veya rahvan koşarken yelelerinde asaleti görürdük. Kişnemeleri ve nal sesleri Tendürek’in kayalıklarında yankılanırdı. Padişahlara, paşalara, beylere yoldaş olmuşlardır tarih boyunca… Şaha kalkanda güzellikleri nefesleri keserdi! Üç kıtayı fetheden ecdadımız Osmanlı’nın yoldaşıydı onlar… Şimdi nal sesleri hep yâdımızda kalan atlar, düşmanın saflarını darmadağın eden atlar… Yeniden Muradiye’de, Gürpınar’da, Van Kalesi’nin kıyısında, Özalp’te ve Zernek Ovası’nda sevdayla koşsun atlar…
Bunlar lisan-ı halleriyle bizlere şöyle diyorlardı: “Adiyat Süresi’nde bahsi geçen bizleriz! Bedir Savaşı, Uhud Savaşı ve Mekke’nin Fethi’nde biz vardık! 1071’de Anadolu’nun kapılarını açan Sultan Alpaslan ile beraberdik! Yavuz Sultan Selim Han Sina Çölü’nü geçerken yanındaydık!..”
Bir bahar sabahı;
Atlarını Vali Konağı karşısındaki kehrizde sulamaya giderlerken İslamoğlu Tütüncü Mehmet Yaşar Efe yanlarında veya biraz gerilerinden gelerek onları izlemeyi severdi. Yine bir bahar sabahı Çalık Sokak’tan yürüyorlardı. Kır donlu ve al donlu safkan Arap atı olan bu küheylanların başları havada, kulakları dik, tüyleri ise sabah güneşi altında pırıl pırıl parıldıyordu. Hafif bir kişnemeyle etraflarını uyarıyor, iri gözleriyle menzili kontrol edip yolların tek hâkimi olduklarını anlatır gibiydiler. Nal sesleri ve atların asil yürüyüşünü seyretmek ömre bedeldi. Nal izleri nakış nakış sokaklara işlenmişti. Dere Sokağ’a doğru akıp giden suyun pırıltısı gözleri kamaştırıyor, sesi kulakları yıkıyordu. At kişnemesi, havanın tazeliği, toprağın sıcaklığı, karaağaçların dallarında şakıyan bülbüller ile yer yer yıkılmış yüksek mühre duvarlarda bu hatıralara ortak oluyordu! Bu manzarayı seyretmek için: Perdeler aralansın, kapılar açılsın, çocuklar koşsun dışarı, çünkü sokakların gördüğü bu muhteşemliğe tefekkürle nazar kılsın ahali…
Bir yaz sabahı;
Yuları, gemi alır ve bezi çifte sarardı doru at Bişar’ın üstüne! Eyerini koyar, gemini takar, yuları elinde kendisi önde at arkasında yürümeyi severdi. Meteoroloji civarına varınca doru ata biner, ilk önce biraz tırıs gider, sonrasında mahmuzu atın böğrüne hafifçe dürter ve at dörtnala koşmaya başlardı. Haçort Düzü’nde atının yeleleri fırtınayla taranırdı her sabah… Ceylan olurdu sanki rüzgârından insan zor durabilirdi üstünde. Düzlük, sofra gibi açılır, koştukça atın ayakları altında tükenirdi… Kulaklarında yarıp geçtiği rüzgârın ıslığı vardı. Muhteşem bir kişneme yayılır giderdi düzlüğün boşluğuna. Haçort Düzü hızını kesemez, Erek Dağı’nın yeşil çimenli ve kokulu çiçeklerinin olduğu yamaçlara kadar tırmanırdı. Doru’nun burun deliklerinden çıkan soluk sesi kesik kesikti. Terlemişti dinlenmesi gerekiyordu. Binicisi Celal Alan, onu duldaya çeker, terini silerdi. Dinlenip durulunca otlamaya bırakır, sonra, çimenler üzerinde oturur; yeşili, maviyi, kaleyi, Süphan’ı, gökyüzünü, bulutları ve ufku seyreder, bu güzelliklere meftun olurdu…
Bir sonbahar sabahı;
Rıfat Türkoğlu İngiliz külot pantolonunun altına körüklü çizmesi, gömlek üzerine yeleğini giymiş başına kalpağını takmış elinde kırbacı olduğu halde gözü kapı da kulağı seste bahçede beklemektedir… Az sonra, “-Hacı Bey amca!” Diye seslenen Coşkun’un sesi duyulur.
”- Babam hazır sizi bekliyor, geliyor musunuz?
Rıfat Bey“- Tamam, Coşkun evladım hemen geliyorum.” Rıfat Bey, karşısında duran atını eyerler, koşumunu ve üzengilerini takar son kontrollerini yaptıktan sonra oğlu Şevket’e;
”- Hadi gidiyoruz !” Diyerek seslenir, Şevket evden koşar adımlarla gelir, atın yularını tutar evden çıkarlar. Bir üst sokakta Haydar Okuldaş onları beklemektedir, onunla buluşup Haçort Düzlüğünde at bineceklerdir. Şevket önde atın yularından tutmuş yürürken birkaç adım geriden Rıfat Bey atının o asil yürüyüşünü ve nal seslerini dinleyerek büyük bir mutlulukla onları takip etmektedir. Köşe başında Haydar Bey ile buluşurlar Kışla Caddesi’ni geçince binerler atlarına ve iki arkadaş Erek Dağı’nın yamaçlarına doğru deeeh deyip dörtnala tozu dumana katarak giderler…
Bir kış sabahı;
O gece sabaha kadar lapa lapa kar yağmıştı. Ve sabah olunca Haraba Mahalle’den gelecek atlı kızakları bekliyorduk… Nihayet, onlardan birinin karları yara yara bize doğru ilerlediğini gördük. Biri ak, diğeri al donlu iki beygir yolların tek hâkimi olduklarını biliyormuşçasına mağrur ve asil bir şekilde ilerliyorlardı! Yerde biriken kar nedeniyle nal sesleri de olmayınca denizde yüzen kuğu misali sessizce önümüzden süzülüp geçmekteydiler! Bizlerde büyülenmiş gibi gözlerimizi onlardan alamıyorduk! Bu an çocukluğumuzun unutulmazları arasında yer eden müstesna vakitlerindendi! Ve gözden kaybolup gidinceye kadar peşinden hasretle bakakalırdık. Dönüşlerinde rast gelirsek belki bir daha izleme şansımız olabilirdi! O günlerden sonra bir daha atları ve atlı kızakları görme şansımız olmadı! Birçok güzellik gibi oda zamana ve teknolojiye yenik düşüp sessizce hayatımızdan çekilip gitmişti…
Selametle, sevgiyle kalınız…