Nerde kaldı o çocukluk günleri?

Ümit Kayaçelebi yazdı...

Bizler çocukluk yıllarımızı kendi imkânlarımız içerisinde yaşadık. Terbiyeyi, sevgiyi, saygıyı öğrenerek büyüdük. Çocukluk yıllarımızda şimdiki gibi televizyonlar, atariler, videolar, DVD’ler, CD’ler, yoktu. Çocuk aklımızla çocukça oyunlar oynayarak geçirdik çocukluk yıllarımızı.

Kendi eğlencelerimizi kendimiz yaratırdık. Çünkü paraya, masrafa dayanmayan oyunlardı oynadığımız oyunlar. Daha okula gitmeden erkek çocuğunun elinde bir naylon oyuncak, tabanca vs. kız çocuğunun elinde bir naylon bebek bile görmek çok olası değildi.

Varlıklı ailelerin elinde bir oyuncak gördüğümüz zaman iç çekerek bakardık..O yıllarda en güzel oyuncaklarımız sakızlardan çıkan minicik oyuncaklardı ve onlarla oynardık. Yine o zamanlar çıkan ‘Kent sakızlarının’ içerisinden çıkan artist resimleri vardı her bir artist resminde bir numara vardı ve bir araya getirdiğiniz zaman bir albüm oluştururdu.

O zamanlar bazı artistler çok meşhurdu; Ayhan Işık, Belgin Doruk, Cavidan Dora, Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray, Fatma Girik, Kartal Tibet, Cüneyt Arkın, Sadri Alışık, Selda Alkor, Suphi Tekniker, Sevda Ferdağ, Tamer Yiğit,  Leyla Sayar, Ekrem Bora, Filiz Akın, Yılmaz Güney’ gibi artistlerin resimlerini biriktirirdik.  Ve resimlerden albüm yapardık ve bazense iskambil destesi gibi yapıp oyun oynar açtığı resimdeki büyük numarayı gösteren diğer resmi kapardı.

Ve yine o zamanki futbolcuların resimlerinin çıktığı sakızlar vardı onların, içinden de Metin Oktay’ın Mikro Mustafanın, Şenol Birolun, Varol Ürkmezin, Turgay Şeren’in, Lefter’in resimleri çıkar ve biz onları biriktirirdik. Bazen Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaşlı futbolcuların resminden müteşekkil takım yapardık.

Sokak arasında bir lastik top bulduk mu peşine verirdik annemiz çağırıncaya kadar top oynardık.

Sokakta saklambaç oynar, Kupa oynar, Rız oynar, Kurt kuyun oynar böylece eğlenirdik.

Yine erkek çocukları olarak Güvercin taklası, Birdirbir, uzuneşek oynar çember çevirir, bilye oynar,  fırfıra çevirirdik. Yani parasız ve malzemesiz kendi kendimize oynadığımız alabildiğine çocukça oyunlarımız vardı.

O zamanın çocukları olarak mahallemizden, sokağımızdan kolay kolay ayrılmaz ve günümüz hep orada geçerdi.

Bir tarafta da kız çocukları da kendi aralarında, körebe oynar, saklambaç oynar, beştaş, istop, dokuztaş, al satarım bal satarım, yakan top, el el epenek oynar ip atlarlardı. Bunun yanı sıra, aç kapıyı değirmen başı, mendil kapmaca gibi oyunlarda oynanırdı.

 Çoğu zaman kızlar kendi aralarında erkek çocuklarda kendi aralarında oynarlardı. Bazen de birlikte oyun oynarlardı. Bizler komşu çocuğu değil de akraba çocukları gibi birbirimiz sever ve korurduk.

Kış ayları geldiğinde o sessiz ve sakin arabaların yok denecek kadar az olduğu yıllarda yüksek tepelerden Vali konağının tepesinden, Telekomun tepesinden, Tepe Başının tepesinden, Cumhuriyet ilkokulunun  tepesinden kızakla yarış yapardık.,Balık Sırtı ve zemberekli kızaklarla birbirimize üstünlük yaratmaya çalışırdık .

Her evde radyo yoktu, Radyosu olan evlerde de en çok biz çocuklar akşamları yayınlanan arkası yarınları dinlemekten takip etmekten öyle heyecan duyardık ki sanki kalbimiz duracakmış gibi olurdu. O kısacık arkası yarınlar ki 20 dakika falan sürer ve ertesi gün acaba ne olacak diye ertesi gün akşamının gelmesini dört gözle beklerdik.

Doğru düzgün giyeceklerimiz pek olmazdı ne verirlerse onu giyerdik. Öyle seçme ve beğenme şansımız yoktu. Ne verirlerse üstümüze elbise, ayağımıza ayakkabı giyilirdi. O zaman dil kesik baş selamet der kabullenirdik.

,Senelerce naylon ayakkabı giydik yaz aylarında naylon ayakkabının demirleri ayağımızda iz yapardı. Naylon ayakkabının içerisinde ayaklarımız çamur gibi olurdu.

 Kış aylarında da cızlavet çizmelerle okula giderdik.  İlkokul sıralarında sırtımda palto olduğunu hiç hatırlamıyorum. Koca bir kışı paltosuz ve ceketle okula giderek bitirirdik. Ama ayağımıza yün çorap, başımıza tiftikten külah ve ellerimize de tiftikten eldiven takar böyle gider gelirdik.

 

Uzun kış gecelerinde dedem, babam zaloğlu Rüstem, battal gazi, Hazreti Ali, Horasanlı  Eba Müslim, Kan kalesi Cengi, Arzu ile Kamber, Kerem İle Aslı gibi hikayeleri  anlatırlardı ve bizde 7 numara gaz lambasının titrek ışıkları altında keyifle dinlerdik.,Çocuk aklı ile o anlatılanları adeta film seyreder gibi can kulağı ile dinlerdik.

Bazen de büyüklerimiz veya gece yatısına gelen misafirlerimiz başlarından geçen olayları, seferberlik yıllarını anlatırlar ve bizde anlamasak ta anlarmış gibi dinlerdik.

. Çocukluk yıllarımızda biz olabildiğince çocukluğumuzu yaşadık. Aile büyüklerimiz, anne ve babamız, öğretmenlerimiz bize çok güzel şeyler öğrettiler. İnsan sevgisini, vatan sevgisini, dürüstlüğü, başkalarının haklarına saygılı olmayı, sorumluluk duygusunu, çalışmayı, el emeği ve alın terinin değerini. İsteklerimizde ölçülü olmayı ve daha birçok şeyi bize aklımızın alacağı şekilde anlattılar ve öğrettiler.  İşte bizler hep o dönemde öğrendik bunları.

Okula gittiğimiz zaman beslenmemiz falan da yoktu. Yalnız ilkokul sıralarında iken marşal yardımı adı altında okula getirilen portakal, Mandalina, elma, bastık, pestil, gibi yiyecekler bir ders saatinde verdikleri kadar yer onun yanında bize verilen balık yağı hapını yuttuktan sonra üzerine de sütümüzü içerdik. Bizim o yıllarda süt tozuyla taze sütün ne olduğunu düşünecek kadar bilgimizde yoktu. Ne verseler hiç yok demezdik. Çünkü anne ve babamız şimdiki gibi ne beslenme hazırlarlardı nede doğru dürüst bir harçlık verirlerdi.

Bu o devirde bizim için en güzel izzeti ikramdı kırık leblebi çünkü beş kuruşa cebimizi kırık leblebi ile doldurur ye ye bitmezdi mübarek kırık leblebi.

.Fındık, fıstık, badem, muz gibi yiyecekler hiç bilmezdik. Harçlığımız 5 kuruş veya 10 kuruştu 25 kuruşu görünce bayram ederdik.

En çok aldığımız ve yediğimiz yukarıda da belirttiğim gibi kırık leblebi idi. Beş veya On kuruşa ceketimizin bir cebini, tıka bas doldurur ha babam de babam yer dururduk.

Rahmetli Refik Akbaşoğlu’na 10 kuruşu uzattıktan sonra kırık leblebi istediğimizi söylerdik ve külaha da bırakmazdı cebimize kepçe ile boşaltırdı.

Nestle çukulatayı vitrinde görürdük o kadar. Bazen o yıllarda aldığımız iki tane arı bisküvisinin arasına güzelce lokumu ezerek bastırarak yerdik ki şimdi o lezzeti ara ki bulasın!.

Şimdiye kadar hep kendi kendime sorduğum bir şey var?

Arkadaş senin bağın, bahçen ve içinde envai çeşit meyve varken niye başkasının bahçesine dalardın?

Cevabı zor!

Kendi bahçemiz dururken yan komşunun bahçesine gizlice dalarak, mellaki, melleçi, dığdıği, aslik alma aşırmakta neydi?

Sonuç olarak çocuktuk. O devirde yaşayıp da başkasının bağından bahçesinden meyve aşırmayan yoktur. Bunu da o zamanları yaşayanlar hep gülümseyerek anlatırlar. Ve kul hakkı olduğunu seneler sonra örendiklerini söylerler.

İlginçtir biz bir gün yine bir bahçeye gidelim dedik saydık saydık dedik ki gidecek ve gitmediğimiz bahçe kalmadı. Başka mahallelerden gelen arkadaşlarla bizim rahmetli Müteakkit Ziya Beyin bahçesine daldık. Oradan elma,  armut derken cepler ve gömlekler dolduktan sonra bahçe duvarından atladık.

Başka mahalleli arkadaşlarım bana sordular:

-Bu bahçe kimindi?

Bende dedem ki:

- benim dedemim bahçesi dediğimde arkadaşlarım;

-Yahu insan kendi bahçesine girer mi?

Bende dedim ki:

-Ne yapalım girmediğimiz bahçe kalmamıştı. Ben de dedim bakalım insan kendi malını nasıl çalarmış diye sizi getirdim.

O gün bizim bahçeye elma armut aşırmaya gelenlerle hep bunu anlatır ve güleriz. O günkü yaptığımıza..

Ortaokul sıraların da mahalle takımlarımız vardı. Bir kişi bazen bir başka mahallenin takımına takviye için giderdi.

Boş tarlalarda o yıllarda gün boyu top koştururduk. Turan Özpınar Buzhane de otururdu bende Bahçıvan mahallesinde.

Buzhane mahallesinin takımı zayıf olduğu için beni bisikletiyle şehirden alıp Buzhaneye götürürdü. Maç biter ve o yorgunlukla Turan Efendi beni bisikletle tekrar evime kadar getirir ve tekrar buzhaneye dönerdi. Yani böylede birbirimiz için fedakârlıklar da vardı.

Bir bisikletimiz bile yoktu. 1967 senesinde 800 liraya Bisan bisiklet aldığımda ne kadar sevindiğimi burada anlatmam zor.

,Bazen komşu kızı Gülten’i bisikletin ardına bindirir iskele caddesinden karayolları ve sıhke caddesi üzerinden dönerdim.

Bizlerde kötülük fitne, fesat yoktu. Bacı kardeş gibi büyüdük ve bu yüzdendir ki o yıllarda hiç kimse kendi mahallesinden bir kızla evlenememiştir!.

Sinemaya gitmekte bizim için önemliydi. Sinemaya gitmeye can atardık. Ama sinemaya ya annemizle, ya teyzemizle birlikte bazen de köyden gelen dayılarımızla birlikte gece sinemaya giderdik. Tek başına sinemaya gitmek değil bir başka mahalleye bile gitmezdik.

İleri yıllarda ortaokul sıralarında naylon ayakkabıdan kunduraya terakki ettik. Dedem beni ve kardeşimi Kunduracı Ziya Usta’ya (Ziya Timurhan) götürürdü ve ziya usta ayak ölçümüzü alır en güzelinden bir Beykoz ayakkabı yapardı ve kaç senede  giyerdik. O ayakkabılar sağlamdı ve kolay kolay yırtılmazdı hemde onunla top oynamamıza rağmen!.

 

Takım elbisemizi Rahmetli Hayrettin Yılmaz dikerdi. Berberimiz Nevrettin Uzal dı. Bir gün korkudan berber koltuğundan çocuk aklı ya kalkıp tabana kuvvet eve doğru ben kaçtım berber ardım sıra dedem de onun ardı sıra ta eski banka sokağındaki evimize kadar koştuk. Baktım ardım sıra dedem ve elinde üç numara makinesiyle Nevrettin Usta koşa koşa gelmekteler. Kaçtım tahta divanın altına saklandım beni buldular ve böylece zorla da olsa beni evde traş etti Nevrettin Usta.

Okula gittiğimiz zaman bazen yavrukurt takımına seçerlerdi çocukları bazen bando takımına bazense milli bayramlarda o günle ilgili güzel sözlerin yazıldığı karton taşıtılırdı öğrencilere. Hele bir de okul bandosunun takımına majör olarak seçilenin yanına bile yaklaşılmazdı.

Ne doğru düzgün çantamız ne okul malzememiz vardı. Bir kalem açacağımız bile yoktu. Birici sınıfta öğretmenimiz Mahmure Uze’di (Zillioğlu) Kalemimiz yaza yaza körelince öğretmenim kalemim yazmıyor dediğimizde küçük bir bıçak ile kalemimizi açar ve yazmaya devam ederdik.

Ve yine silgimizi ortadan deler boynumuza bir iple asar kayıp olmaması için elimizden geleni yapardık.

Defterlerimizi gazete kâğıdı ile kaplardık.  Kenarları gittiğinde yeniden gazete kağıdı ile kaplardık. Kağıdı da yapıştırmak için zamk bulamayan da hamur bulamacıyla yapıştırırdı.

Gelen dergileri zar zor alırdık ve okunmadık tarafını da bırakmazdık. Yayınevinin vitrinine bakar, Külkedisi, Kibritçi kız, Grimm masalları, Andersen masalları, Kırmızı şapkalı kız, keloğlan masalları gibi çocuk masallarını görür ama 50 veya 75 kuruşu bulup ta alamaz ve her gün okula gidip gelirken Kitaplara bakar dururduk.

Okullar sabah ve öğlen olmak üzereydi. Birde Cumartesi günleri yarım gün okula giderdik. Kendi başımıza gider kendi başımıza da gelirdik. Çünkü şimdiki gibi araba ve trafik yoktu. Kötülük gelebilecek insanlarda yoktu bu yüzden okula rahat gider ve rahata gelirdik.

Bazen bizi okul olarak Şehir sinemasına götürürlerdi. O zamanın tarihi filmlerini bize seyrettirirlerdi. Kalpaklılar, İsimsiz kahramanlar, Sayılı kahramanlar, Vurun Kahpeye gibi. Ve biz o filmleri seyrederken öyle heyecanlanırdık ki çocuk heyecanıyla sanki onlar canlılarmış gibi alkışlardık hemde nasıl alkışlamak böyle sinema ayağa kalkardı adeta.

Mesela bir bakıyorsunuz ki Türk süvarileri İzmir’e girmiş ve vilayet konağındaki Yunan bayrağı indirilip Türk bayrağı çekilirken sinema alkışla inlerdi.

Hâsılı kelam çocuktuk, saftık kötülük tohumlarını içerimizde yeşertmeden. Dinini, milletini, vatanını, örf adet ve geleneklerini bilen büyüğüne saygılı bir nesil olarak bu günlere geldik.

Rahmetli Müslüm Gürses’inde bir şarkısında dediği gibi: ‘Biz babadan böyle gördük’ ve öyle yapa yapa da bu günlere geldik.

 

 

 

Bakmadan Geçme