O ve Ben

"Basımda ne sabit fikirler, kurcalayışlar, tırmalayış-Evvelâ, daire, yuvarlak vehmine, kıskacına düşmüş dünya yuvarlak, güneş yuvarlak, ufuk çepçevre yuvarlak, basım yuvarlak, bileğim yuvarlak, yuvarlak yuvarlak... Her şey, her madde, bir dairenin sınırı içinde... Hattâ üç köşe, dört köse şekiller bile. Maddenin madde olabilmesi için mutlaka bir dairenin hükmü altına girmesi lâzım... Bu, yarı hikmetli, yarı mecnun vehim, tırnaklarını çocuk ruhumun zarına öyle geçirdi ve beni öyle sıkıntılı bir idrak cenderesine soktu ki, haftalarca ondan sıyrılamadım. Teki, tek olanı, mutlakı, mutlak olana arayan ruhum, aradığımın değil, kendi varlığımın sıkıntısı içinde bunalıyor; ve "bedahet" dediğimiz seziş zevkini kaybettikçe anlamayı da kaybettiği hissini veren cehennemden beter bir azaba düşüyordu. İnsanların kaşları, gözleri, parmaklan bile tuhafıma gidiyor, bunları ilk defa görüyormuş ve sebebini anlayamıyormuşçasına bir garabet duygusu beni kaplıyordu. Bir de, bu hislerin arkasında, hayâle sığmaz korkular:
- Ya bir sabah kalkar da, kendimde, konuştuğum dilden tek kelime bulamayacak olursam?
- Ya hafızamı, tabii zevklerimi, bütün insan ve eşya münasebetlerini idare eden emniyet duygumu kaybedersem?
- Öldükten sonra ebedî hayat... Cennet veya Cehennemde ebediyet... Sonu olmamak? Hep var olmak, hep var olmak?.. Bu dünyadaki devam ölçüsüne göre nasıl kavranır bu is? Akıl patlamazda ne yapar? Bugünkü cevaplarından o zamanlar hiç birine malik bulunmadığım bu akrep sualler, çocuk beynimi dişliyordu. Ebedî hayata inanarak onu kavrayamamaktan gelen sıkıntım, ters istikamette, yokluğu kavrama istikametinde tecelli etseydi, iste o zaman aklımın patlaması gerekmez miydi? Onu bugün düşünebiliyorum ve bugün biliyorum ki, "yokluk", o da bir "var", Allah'ın var ettiği bir "var"... Kısacası bir mahlûk. Daima "ben"imin derinliklerinde, uykularımın yosunlu dibinde, dalgınlıklarımın ufuk gerisinde, o, hiç bir zaman kaybolmayan mahzun davet:
- Gel, gel! Neredesin, neredesin?"
Bu Satırları, yaşamının bir döneminde bireysel sıkıntı ve patlamaları, buhranları yaşayan, şahşi bunalımlarının dışa vurmuş halini yansıtan kumar bataklığından , kadın ve felsefik çıkmazları yaşayan büyük Usta Necip Fazıl KISAKÜREK'e ait.Bu çalkantılı dönemden kurtuluşunu İstanbul'da Eyüp Sultan-Gümüş suyunda mütevazi  bir evde  yaşayan  Abdülhakim Arvasi'nin kurtuluş reçetesi olduğunu anlatan "O ve Ben" kitabından yazdım.Zamanın Tasavvuf konusunda derin alimi olan Abdülhakim Arvasi hepimizin bildiği gibi Van'lıdır. Kurtuluş reçetesinin olduğu derin alim. Necip FAZIL' ı yeniden inşa eden, felsefik çıkmazların bütün sorularının, cevaplarını bulduğu şahsiyet.Büyük kutup.Yine hepimizin tanıdığı Enver ÖREN'in kayınpederi Hüseyin Hilmi IŞIK'ın da hocası…
Fikir çıkmazları içinde kalan, şüphelerden uzaklaşmak için kendisini kadına ve kumara veren Üstad, bankada memur iken mesai çıkışı İstanbul'da karşıya geçerken bindiği vapurda yaşlı bir adam yanına gelip tanışır bir süre sohbet ettikten sonra Abdülhakim ARVASİ'ye yönlendirilir. Bulunduğu yere gider, tanışır birkaç dakikalık sohbet eder, bir süre ara verir.
Haftalar sonra samimi arkadaşı olan Mesnevî sârihi meshur Abidin Pasanın Torunu, Abidin DİNO ile beraber yeniden sohbetlerine gider. Bir süre sonra kendisi sohbetlere devam eder ancak Abidin DİNO gitmez…
O ve Ben'den devam edelim "Kaçta gitmiştik? Bilmiyorum! Öğle vakti miydi, ikindi miydi? Bilmiyorum! Çıktığımız zaman akşam olmuş, karanlık, bir seccade gibi Eyüp'ün üstüne atılmıştı. Evet; aksam, Eyüp'ün üstüne bir seccade gibi bir hamlede düştü sandım. Evden çıkıp etrafıma bakınca akşamın farkına vardım da ondan. Sade akşamın mı? Kendimin, nerede olduğumun, nereden gelip nereye gittiğimin de... Öylesine kendimden geçmiş, bayılmıştım. Bu, kelimelerin üstünde bir tesirdi. O, ahengi belirsiz, ağlamaklı ses; ve rengi meçhul, kucaklayıcı gözlerden bana bir şey geçmiş, ruhuma bir buğu yayılmış ve beni yere sermişti. Zaten bütün dâva, irsad dâvası, erdiricilik sanatı iste o "şey"de... Gerisi dedikodu... İki tarafı mezar, dar yoldan koşarcasına inerken o "şey"in beni büsbütün kapladığını duyuyorum. Arkadaşım, nasipsiz arkadaşım da o ân için benimkine yakın bir tesir altında kalmış olacak ki, konuşmayı, anlatmayı, fikir kesip biçmeyi çok çirkin bulan bir sezişle susuyor ve başı önünde beni takip ediyordu. Eyüp vapurunda karsı karsıya oturuncaya kadar sükûtumuz ve kendi içimizde kalışımız devam etti. Nihayet Eyüp vapurunda, belki de vapurun yegâne iki yolcusu halinde karsı karsıya geçince gözlerimiz birdenbire kapıda Ne dersin Abidin?
Müthiş!..
 -Konuşurken, söylediğinden ilerisini belirten, bakarken baktığının ötesini işaret eden müthiş bir ermiş...
Sus, müthis! Sus, izah etme! - Ya o muazzam edeb? Kıpırdamadan, en küçük bir insiyakîlik
Göstermeden, en basit başı boş hareketlerin en tabiisine bile düşmeden, her ân en büyük bir huzur belirtici o heybet?..
- Sus, sus!..
Ve ellerimizde, bize evde hediye edilen, Efendi Hazretlerinin "Er Riyazet-üt Tasavvufiyye" isimli eserinden birer nüsha... Ne akılla, ne de akılsız erişilmesi mümkün olan gayenin akla hitap ettiği kadarıyla, kalemlerinden dökülme bahisleri... İzah ne mümkün!..Mekanlarınız cennet olsun üstadlar…Sevgi ile kalın…

 

Bakmadan Geçme