Sancar, ödül ve Türkiye'de bilim
Mardin Savurlu değerli bilim insanı Prof. Dr. Aziz Sancar kimya alanında Nobel Bilim Ödülü alan üç biliminsanından biri oldu. Hepimiz bundan kıvanç duyduk elbette.
Aziz Sancar ve Ödülün Niteliği
Mardin Savur’lu değerli bilim insanı Prof. Dr. Aziz Sancar kimya alanında Nobel Bilim Ödülü alan üç biliminsanından biri oldu. Hepimiz bundan kıvanç duyduk elbette. Ancak büyük de bir algı yanlışının içine düştük/düşürüldük. TV’ler, konuşan kişiler, yorumcular sanki bu ödülü Türkiye almış gibi propogandaya giriştiler. Oysa bu külliyen bir aldatmaca, bir çok işimizde olduğu gibi. Neden mi? Bakın anlatayım.
Bir kere TV seyredenler görmüşlerdir, ödül alan bilim adamının resmi yansıda gösterildiği zaman hangi ülke mensubu olduğu da altında yazıyor. Herkesin gördüğü gibi Aziz Sancarın isiminin altında Türkiye değil USA yani Amerika Birleşik Devletleri yazıyordu. Yani bu ödül yada Türkiyeli Aziz Sancara değil Amerikalı Aziz sanacara verilmişti. Neden?
Çünkü 1) Aziz sancar ABD Vatandaşı bir bilim insanı 2) bu çalışmayı Türkiyedeki bir üniversitede ya da araştırma merkezinde değil ABD’de yapmış. 3) Bu çalışmayı Türk veya Türkiyeli bir vakıf, şirket, ya da Fon Merkezi değil ABD kaynaklı fonlar ve mensubu olduğu Kuzey Carolina üniversitesi desteklemiş. Denebilir ki ya ne önemi var Aziz Hoca sonuçta Mardinli değil mi? Hayır, bunun çok önemi var. Eğer bu noktayı ıskalarsak o zaman sapla samanı birbirine karıştırır, eksik ve çarpık bilim ve yüksek öğretim politikamızı değiştirmez ve ilelebet bilim dalında Nobel Ödülü almayız.
Bilim değer gördüğü yerde yeşerir
Buda sorgulanması gereken şu: Türkiyeden neden bir bilim adamı Nobel Bilim Ödülü alamıyor? Bizim insanımız zeki mi değil? Haşa. İşte en büyük kanıtı Aziz Hoca. İmkan sunulduğunda, bilgi özgür bırakıldığında, üniversite özerk olduğunda neler yapabileceğini gösterdi. Çünkü bilim kendisine değer verilen yerde yeşerir, kendisine değer verilmeyen yerden de göç eder. Temel soru şu: Türkiyede neden yeşermiyor bilim? Ve eklemeli: Türkiye ne yapmalı? Neden hala Dünyanın en iyi 100-200 üniversitesi arasında Türkiyeden bir üniversite yok? Neden bizde de bir bilim insanı dünyayı şaşırtacak işler yapamıyor? Ve bu eğitim sistemi bu düzen ne zamana kadar sürecek? Bu sorulara doğru cevap veremediğimiz taktirde başkalarının başarılarıyla avunmaya devam edeceğiz.
Üniversiter analayış değişmeli
Sorunları çözmenin kaynağı insandır; insanı dönüştürmenin en değerli yolu eğitim, eğitimin üst düzeyi ise üniversite kurumudur.Peki, bu denli önemli olan üniversite nasıl olmalıdır ki gereçek bilim üretsin?Çağdaş anlamda bir üniversitenin üç önemli fonksiyonu vardır. Bunlar, bilimsel araştırma yapmak; eğitim–öğretim yapmak ve halk – üniversite diyaloğunu gerçekleştirmektir.
Her şeyden önce bir üniversitenin en önemli özelliği, bilimsel araştırma yapmasıdır.Bilimsel araştırma yapmanın ise kuralları, kaideleri vardır. Bu da bilimsel bir nosyona, bilimsel bir ortama sahip olmayı gerektirir. Bugün Türkiye üniversitelerindeki mevcut bilim insanı sıfatı taşıyanların önemli bir bölümü bu nosyona sahip değildir. İşi başından ele almak lazım.
Temel kayanak: Araştırmacı insan
Eskiden bilim insanı olmak üzere üniversitelerde kalan öğrenciler kendi bölümlerinin, fakültelerinin hatta üniversitelerinin en parlak öğrencileri idi. Asistan olmak saygın, itibarlı ve prestijli bir işti. Çünkü asistan olarak üniversiteye girmek geleceğin bilim adamlığına aday olmak demekti. Oysa zamanla üniversiteler dejenere olunca parlak beyinler üniversite yerine özel sektörü tercih ettikleri gibi üniversitedeki parlak beyinlerin çoğu bazı nedenlerle (özellikle de maddi koşullar ve baskılar nedeniyle) üniversite dışına kaçtılar.
İkincisi, alınan araştırma görevlileri daha başından itibaren “üstrütbeliler”, “yetkililer ve yöneticiler” tarafından ezilmeye başlanıyor. “İyiaraştırmagörevlisi” olmak hocanın çantasını taşımaktan, her emrini harfiyen yerine getirmekten ve özellikle de hiç bir şeye ses çıkarmamaktan ve “terbiyeli, uslu çocuk” olmaktan geçiyor.
Üçüncüsü araştırmanın olmazsa olmaz koşulu temel bilimler geri plana itildiği gibi yapılan araştırmalar da bilimi geliştirmekten ziyade patente, piyasada para kazanmaya endekslendi. Para getirmiyorsa bilimi ne yapayım anlayışı egemen olmaya başladı.
Yaratıcılık baştan öldürülüyor
Daha da önemlisi kurulan sistem yaratıcılığı öldürüyor. Kişi daha başından ezilmeye mahkum ediliyor; kişiliğinden kopartılarak, birilerinin istediği kişilikte bir insan olmaya zorlanıyor. Bir ömrün sonunda, Üniversitelerin tozlu odalarında, sesini soluğunu çıkartmadan oturabilenler sonunda Doçentlik, Profesörlük payesine ulaşıyorlar. Oysa Nazımın dediği gibi “üzüm üzümken güzeldir, ezildikten sonra ha şıra olmuş ha pekmez ne fark eder?” Ama bizim bilim adamalarımız ezile ezile bu mertebeye geliyorlar. Tam bu sırada artık bir şey yapmaya çalışacakken de bu sefer de bir şey üretecek, bir şeyler yapacak takat kalmıyor kendilerinde. Sonuçta dünya çapında geçerli olacak bilim insanı nosyonu falan kalmıyor ortada. Bu nedenle hemen hiçbir alanda dünya çapında bilim insanı yetiştiremiyoruz. Henüz bu ülkenin üniversitelerinden, araştırma merkezlerinden çıkıp Nobel almış bir bilim insanı yok.
Titr egemenliği
Üniversitelerde, “titr- kariyer” öyle bir şey ki uğruna verilen mücadele, ona vardıktan sonra, gereğini yapma takatini ve mecalini bırakmıyor “bilim insanları”nda.“Oysa üniversiteler, kışla değildirler. Bu nedenle üniversitelerde saygınlığın ölçütü rütbe, titr, ünvan gibi standartlarla değerlendirilemez. ‘Titr’ zihniyetinin varlık nedeni ve sonucu hiyerarşidir. Hiyerarşi zihniyetinin olduğu yerde ne entelektüel ortamdan ne de özgür düşünceden bahsedilebilir ne de yaratıcılıktan.” (İnal, 1996:144).
Özgürlük ve yaratıcılık ilişkisi
Oysa üniversiteler her şeyden önce tarihsel olarak entelektüel çalışmanın ve başarının bir ürünüdür, bu nedenle entelektüel çalışma üniversitenin varlık nedeni olmalıdır. Yaratıcılığı ortaya çıkaracak olan titr ya da ritüeller değil, beyin fırtınasıdır. Bu fırtınayı yapıp yeni bilgi ve bulgulara imza atmak ise aynı zamanda özgürce düşünmeyi, araştırmayı ve bunun sonucunda yaratmayı yani yaratıcılığı gerektirir. Bugün ise bilimsel araştırma ortamı yaratmaktan ziyade “düşüncebekçiliği” yapılmaktadır. Görevi olmadığı halde asayiş problemleri ile uğraşmakta, bir bilim kurumundan ziyade bir güvenlik kurumu gibi davranılmaktadır. Bu da özgürlük ve yaratıcılığı köreltmektedir.
Çünkü yaratıcılık, özgürce düşünmeyi sever. Eğer bilim insanı özgürce düşünmezse YÖK başkanın, Rektörün, dekanın istediği gibi düşünürse, yöneticileri, savcıları, polisi rahatsız etmeyecek şeyleri sadece araştırıp ortaya koyarsa nasıl yaratıcı olacak? Bilim, devleti yönetenlerin istediği oranda yapılarak değil, bilimsel doğruları neyi gerektiriyorsa o çerçevede yapıldığı takdirde ancak gelişebilir. Bilim insanının üstünde kurulan baskılar, kafasında yaratılan evhamlar her şeyden önce onun kendi beyninde kurmuş olduğu karakollara neden olur. Bütün korku ve karakollardan sıyrılsa bile kendi kafasındaki karakollardan ve korkulardan sıyrılması zordur. O takdirde farklı bir şey üretemez, yaratıcı olamaz.
Kaynak ve olanak
Bu konudaki başka bir sıkıntı ise araştırma için yeterli zaman, mekan ve paranın olmamasıdır. Bugünkü YÖK’ün üniversite sistemi içinde öğretim üyeleri araştırma için yeterli zamana sahip değiller. Çünkü her birinin zorunlu olan ders yükleri, yönetsel görevleri, araştırma için ayrılabilecekleri zamanın önemli bir kısmını almaktadır. Ayrıca öğretim üyelerinin yeterli derecede bir ücret alamamaları onları ek ders vermeye itmektedir. Bir de eğer gece eğitimi varsa öğretim üyesinin gecesi – gündüzü ek dersten alabileceği üç beş kuruş adına ipotek altına alınmış olmaktadır.
Bazı üniversitelerin kimi hocaları paraya karşı kazandıkları bu bağımlılıktan ötürü olacak ki vakitlerinin önemli bir bölümünü dolar hesabı, araba fiyatları, ev ve kooperatif işleri konuşmaları veya hayalleri ile geçirmektedirler.
Laboratuar ve araç gereç
Ayrıca, özellikle, taşrada derme çatma binalarda siyasal amaçlarla, acele kurulmuş üniversitelerde bırakın çağdaş labaratuarları, araştırma ortamını öğretim elemanlarının oturacakları, çalışacakları doğru dürüst bir odaları bile yoktur. Birçok kişi bir odada sıkışık bir düzende oturmaktadır. Böyle bir ortamda verimli bir çalışma beklenilebilir mi?
Her araştırmanın hiç kuşkusuz bir mali boyutu vardır. Üniversitelerde bilimsel araştırmaları desteklemek için “AraştırmaFonları” olmalıdır. Birçok üniversitenin araştırmaya ayıracak parası yoktur. Bina, eşya, vb. şeyler için trilyonları harcayan üniversite, asli fonksiyonu olan araştırma için bu rakamların yüzde birini bile ayıramamaktadır.
Sonuçta öğretim üyeleri bilimi ilerletmek, çoğaltmak, yenilemek, yenilikler ortaya koymak için değil, akademik yükseltme için aranan asgari koşulları yerine getirmek için (çoğu göstermelik olan)araştırmalar, yayınlar yapmaktadır. Böylece üniversite, araştırma ve evrensel bilim için önemli bir olanak iken gereğince kullanılmamakta, adeta güncelin geçici kazançlarına feda edilmektedir.