SAVAŞTA İKİNCİ PERDENİN GÖSTERDİĞİ ve GELECEĞE ETKİSİ-2
Prof. Dr. Ahmet Özer yazdı..
Savaş her zaman yanıltır
Ukrayna savaşı başladığında üç senaryolu bir süreçten söz ediliyordu. Ne ki, ilk ikisini geçtik şimdi üçüncü aşama söz konusu denebilir. Bu makale bu çerçevede bu senaryoları irdeleyecek sonra dünya ölçeğindeki yansımalarına ve Türkiye’ye etkilerine bakacak.
1- Birinci senaryo: Rusya’ya göre savaş kısa sürecek, Rusya galip gelecekti. Bu gerçekleşmedi. Rusya, ABD’den daha fazla nükleer başlığa sahip olan ama ekonomisi o kadar güçlü olmayan bir ülke. Rusya ekonomisi ABD, İngiltere ve AB’nin toplam ekonomisinin yüzde 4’üne tekabül ediyor. Fakat öte yandan Rusya jeopolitik bir aktör; geniş bir orduya, silah sanayisine, enerji yataklarına ve nükleer teknolojiye sahip bir ülke. Yüksek teknolojide, uluslararası finansta, eğitimde ise belirleyici bir aktör değil. Enerji kaynaklarının çokluğuna karşılık çeşitlendirilmiş bir ekonomisi yok. Bütün bunlara rağmen nükleer gücü ve ordusu ile Batı için jeopolitik bir tehdit teşkil ediyor. (Zaten batı açısından savaşın asıl nedeni bu)
2- İkinci senaryo ise şu idi: Ukrayna’ya göre AB ve ABD bu savaşta devreye girecek Rusya’yı yenilgiye uğratacaktı. En azından Ukrayna’nın batıya güvenerek Rusya’yı gerileteceği düşüncesi vardı, bu da olmadı. Rusya başlattığı bu işgal savaşı ile Avrupa güvenlik mimarisinin net tehdit edeni konumuna gelmesine karşın Batı bir üçüncü dünya savaşı başlatmak niyetinde değil.
Ayrıca daha önce Avrupa güvenliği tartışmalarını tetikleyen hususlardan biri olan; ABD’nin Asya-Pasifik’e daha fazla yoğunlaşacağı, asıl rekabet ve kapışmanın Çin ile olacağı ve bu nedenle Avrupa’daki yükümlülüklerini azaltacağı öngörüsü şimdilik çökmüş görünüyor, en azından kısmen de olsa revize edilecek. ABD artık iki tehditli bir stratejiye yönelecek: Rusya jeopolitik, Çin sistemik tehdit.
Bu savaşla ortaya çıkan diğer bir konu da Brexit’ten sonra Avrupa Birliğinden kopan İngiltere’nin, Avrupa güvenlik meselesinde rol alamsı oldu. Bu da Brexit’e rağmen İngiltere’nin, Avrupa güvenlik mimarisinde önemli rol oynayacağını gösterdi. (Bizim açımızdan asıl mesele, daha sonra üzerinde duracağımız, Türkiye’nin konumu ve durumu olacak. Zira Avrupa güvenlik mimarisinde Türkiye’nin konumu henüz tanımlanmış değil.)
3- Üçüncü senaryo da şuydu: ABD ve Batı Rusya’yı Ukrayna’da boğacak senaryosu. Rusya’yı savaş batağına çektikten sonra dünyada yalnızlaştıracak, ekonomik yaptırımlarla ekonomisini çökertip savaş gücünü zaafa uğratacaktı. Batı baştan beri bu savaşı kendi açısından böyle planladı. Ama bu da tam gerçekleşmedi. Rusya durmadı, durdurulamadı. Savaş Batı ile Rusya arasında olmasına karşın cephe Ukrayna toprakları, ölen Ukraynalılar, tahrip olan Ukrayna şehirleridir.
Üç öngörü de tam gerçekleşmedi.
Olan şu: Rusya beklemediği ölçüde kayıplar vererek ilerliyor. Ukrayna’ya büyük lojistik destek veren batı henüz Rusya’yı istediği noktaya getirmiş değil. Ukrayna batıdan yana yaşadığı hayal kırıklığına rağmen direniyor, ama bu direniş uzun süreceğe benzemiyor. (Savaş Putin’in kararlılığı, Zelinski’nin direnişi, batının desteği ile sürüyor)
Sonunda sanki Rusya Dimyeter nehrinin doğusunu tamamıyla işgal edip burada kendine göre yeni bir Ukrayna oluşturacak gibi görünüyor. Böylece Kırım ve Dombas meselesini kendince kökten halletmiş olacak, Kiev’de alternatif bir yönetim, kendisi ile batı arasında bir tampon bölge oluşturmaya çalışacak. Savaşın gidişatı ve Rusya’nın yapmaya çalıştıkları bunu gösteriyor. Peki sonrası?
Rusya’nın orta ve uzun vadede batı ablukasına direnmesi güçleştiğinde kendi içinde problemeler yaşayacaktır. Hatta ekonomik darboğazın bunalıma everilmesi durumunda Putin’in gitmesinin ötesinde Rusya Federasyonunda da çatırdamalar başlaması ihtimal dâhilinde konuşulabilir. Dolaysıyla baştan beri söylediğimiz gibi bu savaştan ne Rusya ne de Ukrayna kazançlı çıkabilir. Rusya kısa vadede konjonktürel bir kazanç sağlamış gibi görünse bile uzun vadede kaybedecekler arasında yer alacaktır. Bu savaştan (petrol ve gaz satanlar dışında) Çin ve ABD kazançlı çıkacak. Bu da iki güçlü rakibin gelecekteki çekişmesinin şiddetini daha da artıracaktır.
Soğuk Savaş geri mi dönüyor!
Soğuk Savaş sonrası Batı, medeniyetçi bir söylem kullanmıştı. Fukuyama SSCB’nın yıkılmasından sonra “tarihin sonuna” geldik demişti. ABD’nin ulusal güvenlik danışmanı da olan sosyolog Huntington ortaya çıkıp “hayır savaş bitmedi, asıl savaş şimdi başlayacak, bu da medeniyetler arasında olacak, bu medeniyetler de kodları din ve kültür tarafından belirlenen sekiz medeniyet arasında olacak” demişti. Böylece ABD’ye kominizden sonra yeni düşmanı tanımlandı, aralarındaki çatışmayı da sanki kaçınılmazmış gibi gören bir anlayış hâkim oldu. Böylesi bir söylem yaygınlaştırıldı; hâsılı medeniyet kavramı bir kavga alanı olarak kurgulandı. (Aslında bu savaş bu teorinin tersini gösteriyor denebilir.)
Rusya ve Çin konusunda ise şu an için her ne kadar daha çok jeopolitik ve sistemik kavramlarla tartışıyor olunsa da çok geçmeden bu tartışmanın zemini değişerek tekrardan değersel ve medeniyetçi bir söylemin içerisine oturabilir. Kısa vadede ise bu rekabet otokrasi-demokrasi rekabeti olarak lanse edilecek. Buradan da sadece otokrasi-demokrasi rekabeti söyleminin yeterli görülmeyeceği, bunun yerine medeniyet kavramı ve kategorilerinin etrafına örülmüş siyasal, söylemsel ve değersel bir tartışma ekosisteminin içinde kendimizi bulabiliriz
Çin ve Batı
Çin ile Batı arasında da ciddi jeopolitik başlıklar var. Güney Çin Denizi o başlıklardan biri, Tayvan onlardan biri. Öte yandan Çin söz konusu olduğunda 5G’yi, yüksek teknoloji, stratejik yatırımları görüyoruz. Ekonomik düzenin geleceğini ve yeni model kapitalizmi konuşuyoruz.
O yüzden Batı için Çin sistemik bir tehdit, Rusya ise jeopolitik bir tehdit, diyorum. Biden, Çin rakibimiz, Rusya düşmanımız demişti. Önümüzdeki dönemde Batı muhtemelen ikili bir tehdit algısı ile hareket edecek. Bu aynı zamanda Batı’nın yeni jeopolitik kimliğinin “ortak ötekisi”ni de temsil ediyor olacak.
Önümüzdeki dönemlerde Çin ile Batı arasındaki gerilim alanları daha da artacak, içeriği de daha derinleşecek. Soğuk Savaş’ın ortak ötekisi komünizmdi, Soğuk Savaş bitince bu devlet dışı aktörlere kaydı. Özellikle de radikal gruplar ve İslami gruplar bu tahayyülde ciddi manada bir yere sahip oldu. 11 Eylül zaten bu devlet dışı radikal örgütler, terör örgütleriyle İslam kimliğini, Batılı jeopolitik kimliğinin çok daha güçlü bir ortak ötekisine dönüştürmüştü. Özellikle Avrupa’daki aşırı sağcı partilerin ötekisini de Müslüman kimliği oluşturmaya başladı. (Hungtington bu noktada el üstünde tutuluyordu!) Fakat şimdi Ukrayna ile Rusya aynı medeniyet ama çatışıyorlar.
Otokratlar kaybedecek mi?
Bu savaş otoriter ve tek kişi rejimlerinin insanlık için oluşturduğu tehlikeleri göstermekle birlikte muhalefetsiz güçlü otoriter liderliğin güçlü savaş enstrümanlarıyla birleşmesi durumunda nelerin olabileceğini ortaya koydu. Bu nedenle insanlık Putin’le birlikte “Putinler” de kaybetsin istiyor. Zelinski’ye olan sempati ise onun kişisel karizmasından ziyade mazlum(lar)a yönelik kazanma duygusunun sonucudur.
Bu savaşın bize gösterdiği başka bir husus ta şudur: Son yıllarda Avrupa’da Putin imgesi ile özdeşleşmiş aşırı sağcı partilerin ciddi manada hem meşruiyet hem kimliksel kriz yaşayabilecekleri bir döneme giriyoruz. Batı ile Rusya arasındaki kapışma derinleşir ve uzun erimli bir döneme girerse ki elimizdeki veriler bunu gösteriyor, bu, mevzubahis partilerin kimliksel krizlerini biraz daha da ön plana çıkarabilir. Bizde dâhil olmak üzere iç politikalarda bu sürecin yansımalarını göreceğiz.
Aşırı sağın zemin kaybetmesi, ortaya pozitif bir resmin çıkacağı manasına da gelmiyor. Burada iki olasılık var: Birincisi, tekrar sert jeopolitik mücadele dili, savaşı da içerecek şekilde, yaygınlık kazanması. İkincisi ise değer söylemi; demokrasi ve otokrasi dualizminin gelişmesidir.
Türkiye’nin tutumu!?
İkinci Dünya Savaşı bitiminde kurulan yeni sistem birçok ülkede komünist rejimleri, anti-kapitalist rejimleri doğurmuştu. Bu süreçte Türkiye, Rusya korkusu ile küçük Amerika olmaya çalıştı. Çok partili yapıya biraz da batının baskısı ve Rusya korkusu ile geçti.
Türkiye’de bu manda iki başlığı ele almak lazım. Birincisi, sistemik yeniden kurulma konusunda İnönü’nün meşhur “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” sözü. Fakat burada problemler var. Türkiye’yi yeni kurulan düzende kim nerede görmek istiyor, bu önemli. Türkiye’nin şu ana kadar getirdiği jeopolitik bagajları, geçmişe ait eski kamp alışkanlıkları, değerler silsilesi var. Öte yandan siyasal ve jeopolitik geçmişin örtüşmediği Rusya ile daha önce olmadığı kadar angaje olan bir iktidar söz konusu. Dünyanın Türkiye’ye bakışından hareket edersek Türkiye nasıl konumlanacak? Buna bir tek kişi mi karar verecek?
Türkiye, ekonomik yaptırımlara henüz katılmadı; hava sahasını kapatmadı. Ekonomik yaptırımlara katılmama sebebi, diğer Batı ülkelerinden daha fazla Rusya’ya karşı kırılganlıkları olmasından. Rusya, Türkiye’ye en fazla turist gönderen ve en fazla enerji sağlayan ülke konumunda. Yaklaşık 34 milyar dolarlık ticaret hacmi var. Mersin’de nükleer reaktör yapıyor. Vs. Dolayısıyla Rusya’ya karşı ekonomik kırılganlıkları var. Ve ekonomik krizden geçtiğimiz süreçte bu savaş gerçekleşiyor. Jeopolitik kırılganlık, Türkiye’yi anti-Rusya dozajını ayarlamak zorunda bırakıyor. Öte tarafta NATO ülkesi. Çatışma alanlarında Rusya ile birebir hem çalışıyor hem çatışıyor, aynı şekil ABD için de geçerli. (ör. Rusya İdlib üzerinden yüz binlerce mülteci gönderebilir.) Bu ikili politika uzun vadede sürdürülebilir değil. Yeni dönemin, Türkiye’nin NATO kimliğini daha fazla vurguladığı, daha fazla ön plana çıkardığı bir dönem olacağı kanaatindeyim.
Diğer bir konuyu da hatırlayalım: Son yıllarda Türkiye’de bir Avrasyacı tahayyül revaçtaydı. Kanaatimce, bu Avrasyacı tahayyülün sonuna geldik. Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi de artık başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır.
Tek adamlığın sonu mu?
Uzun süredir global siyasette güçlü tek adam rejimleri revaçtaydı ve bu güçlü tek adam rejimlerinin nirvana’sını, en sembol ismini Putin temsil ediyordu. Bugün Putin yaptığı ile güçlü tek adam rejimlerinin aleyhine en büyük örneği de temsil etmeye başladı. Putin’in yaptıkları, tek bir adama bu kadar yetki vermenin ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi.
İnsanlar canlı yayında her gün, bir adam yüzünden bir ülkenin ne kadar geri gidebileceğini, ne büyük bir hata yapabileceğini ve bunun sonucu olarak da ne ölçekte maliyet ödeyebileceğini, ülkenin uluslararası ekonominin dışına atılabileceğini görmeye başladılar. Bu başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerin de kulak kesileceği bir durum.
Fakat unutmayalım ki belirsiz dönemler otoriteye duyulan ihtiyacı da artırabilir. İnsanların korktukça otoriteye daha fazla ihtiyaç duyacaklarını da dikkate almamız lazım. O yüzden Putin örneği sistemden ziyade tek adam rejimlerine yapılan yatırımların ne kadar yanlış olabileceğini herkese gösterdi. Yatırımlar sisteme mi yapılmalı, aktöre mi yapılmalı, tartışması vardı. Bunu 2017’de Türkiye de yaptı. Sistemden ziyade kişiye yatırım yaptı. Siyasal sistem değiştirdi ama siyasal sistemi aktöre göre dizayn etti. Bu mantığın yanlışlığı artık ayan beyan ortada. Önümüzdeki dönemde güçlü tek adam rejimlerini ciddi manada imaj kaybedeceği döneme giriyoruz. Yeni dönemde, ihtiyaç duyulan, özgür birey, sorumlu toplum, demokratik bir cumhuriyettir.