Servet Aydınoğlu
Malazgirt Alparslan Lisesi'nde bir yıl okuduktan sonra nakille Van Atatürk Lisesi'ne gelmiş ve bir düzine çam ağacının bulunduğu bahçeyi geçip tabelasında 'Van Atatürk Lisesi/1948' yazılı olan görkemli kapıdan içeri girmiştim.
Malazgirt Alparslan Lisesi'nde bir yıl okuduktan sonra nakille Van Atatürk Lisesi'ne gelmiş ve bir düzine çam ağacının bulunduğu bahçeyi geçip tabelasında 'Van Atatürk Lisesi/1948' yazılı olan görkemli kapıdan içeri girmiştim. Rıza adında bir müdür muavini tarafından kaydım yapıldıktan sonra babama veda ederek nöbetçi öğrenci eşliğinde sınıfıma doğru yol almıştım. Uzun koridor boyunca 'İftihar Tabloları' dikkatimi çekmiş ve bu tablolardan birine fotoğrafımı yapıştırmak arzusu daha o dakikada gönlümde yeşermeye başlamıştı. Genişçe koridordan sağa doğru kıvrılırken nöbetçi öğrencinin ürkek bir sesle:
"Bak; bu müdürümüz Servet Aydınoğlu!" diye dürtmesiyle kendisini fark etmiş ve hiç nedeni yokken ben de ürpermeye başlamıştım. Apansız bir şekilde karşımıza çıkmış, sanki o an için cisimleşmiş bir ruhtu ve belki de bu yüzden hem var hem de yok gibiydi. Dikkatle bakınca anlamaktan ziyade garip bir hissedişle fark etmiştim ki; koridorun tam ortasında kadim bir sütün gibi dimdik ve eğer kendi iradesi ile çekip gitmezse sökülmesi imkânsız bir çınar ağacı gibi güçlü ve tüm koridoru kaplamışçasına uçsuz bucaksızdı.
Alabildiğine uzun boyu ve baş kısmından Çarşamba işi yumurta topuklu, ucu sivri ayakkabılarına kadar mütenasip bedeni, koyu gri ve çizgileri belirgin takım elbisesine tamı tamına uyuyor ve sanki takım elbisesi de birçok kişide denendikten sonra ilk kez sahibini bulmuş olmanın sevinci ile ışıl ışıl parlıyordu. Koyu renklerin hâkim olduğu çiçek desenli ve makul ölçülerdeki kalın kravatı, üzerinde arzı endam ettiği bedenin, hiçbir intizamsızlığa tahammülü olmadığını ilan etmek istercesine altın renkli bir iğne ile tutturulmuşken bunun tam aksine kravatla aynı renklere sahip mendilinin, cepten sarkacak şekilde ve belki de bilinçli bir seçimle alelade yerleştirilmiş olması, aynı ruhun -birçoğumuzda olduğu gibi- tezatlarla dolu olduğunu gösterir gibiydi. Başının üst kısmında seyrelmeye durmuş ancak aşağıya doğru değil de yukarı doğru bir mecra tutturmuş, alabildiğine siyah ve bir o kadar da canlı saçları, ruh hali ile alakalı ipuçlarını artırırken, kısmen çöken avurtları yüzünü daha da karanlık hale sokuyor ve belki de bu nedenle çizgiler belirsizleştiğinden, tepkisi hiçbir zaman anlaşılmayacak yüzü, ifadesiz daha doğru bir tabirle gizemli bir hal alıyordu. İfadesiz ancak köşeli yüzünde, son derece bakımlı ve bir o kadar da görkemli bıyıkları, yüzünü sanki kocaman bir bıyıktan ibaretmiş gibi gösteriyor, sık sık değişkenlik arz eden alın çizgileri, o an için ve nedensiz bir şekilde merak ettiğim yaşıyla ilgili tahmin yapmamı hiç olmadığı kadar güçleştiriyordu.
Geniş koridora rağmen attığımız bütün adımlar sadece ona çıkıyormuş gibiydi ve bu mecburiyet neticesinde göz göze geldiğimizden, gür kaşlarının her ikisini de bir miktar kaldırarak, o an için hangi şekli aldığını merak ettiğim yüzüme uzun uzun bakmıştı. İçinde keskin bakışlar barındıran göz cidarları, buğusu henüz tüten simsiyah iki kazan gibi parlak ve bir parça kan yürüdüğünden olsa gerek, güneşin ilk ışıkları gibi kör ediciydi. Nöbetçi ile birlikte her ikimiz de sözleşmiş gibi aynı anda hızlı bir baş selamı verince, hafifçe oynayan alt dudağının üstünden görülen dişleri, konuşup konuşmama arası bir ayrımda olan kararsız bir insanın ruh halini betimler gibi sımsıkı bir şekilde birbirine kenetlenmiş ve bu kenetlenmeden dolayı gözükmeyen dili, sanki konuşsa kendini ele verecekmiş gibi kayıp fakat daha ilginç olanı ise o konuşursa biz iki ürkek öğrenci, peynir gibi dağılıp gidecektik. Birkaç saniyelik kararsızlığın ardından dişler arasından ve daha çok bir homurtu gibi kopan:
"Sınıfınıza yavrum!" ifadesinin bütün sıcaklığına rağmen yine de kulağımızda bir tokat gibi patlaması ve hemen ikinci bir baş selamını müteakip gayri ihtiyari hızlanan adımlarımızla uzaklaşırken nedense dönüp arkama bakmıştım. Belli aralıklarla yerleştirilen ve o an için hepsi de yanan floresan lambalar, belki de onun keskin bakışlarıyla ölgün ışıklara dönüşürken neredeyse hiç bitmeyecekmiş gibi uzadıkça uzayan koridor, kapkaranlık bir dehliz gibi görünüyor ve bir tek o, uzaklaştıkça küçülen ancak heybetinden hiçbir şey kaybetmeyen bir dağ gibi dimdik duruyordu. Yeniden başımı çevirdiğimde fark ediyordum ki onun tam aksine her ikimiz de rüzgârla ilk kez tanışan iki körpe kavak ağacı gibi yalpalamaktan iki büklüm olmuş gibiydik ve bu hal üzre sınıf kapımıza kadar gelmiştik.
İşte böyle sevgili okurlarım;
Öğrencilerinden biri olma onuruna erdiğim Servet Hoca, ilk defa gören her öğrencide aşağı yukarı böyle bir intiba bırakırdı. Ancak zamanla tüm öğrencileri onu sever ve korkuyla karışık büyük bir saygı duyarlardı. Ben ve benim gibi binlerce öğrencinin yetişmesinde büyük emek sahibi olan müdürümüz Servet Aydınoğlu'nu bir kez daha saygı ile anıyor ve daha yaşarken efsaneleşmiş bu büyük değeri yaşatmanın, biz öğrencileri üzerinde büyük bir borç olduğu düşüncesini taşıyorum. Geçen yıl darı bekaya irtihal etse de şu anda binlerce öğrencisinin kalbinde yaşamaya devam eden müdürümüz, inşallah bir vefa nişanesi olarak isminin verileceği ve bir zamanlar yürüdüğü sokaklarda, caddelerde, kütüphanelerde hatta okullarda da yaşayacaktır; yaşamalıdır da…