Şu Erciş'in Bağları ve Eyyüp Altun'un Romanı: Sona
Erciş esasında baştan başa bir serviler şehridir. Bu servilerin sükûnlu koynunda kurulmuş bu kadim şehirde bakmasını sevmesini bilen için şair olunmazda ne olunur? Erciş bir zamanlar terkibine su, mehtap, bülbül sesi ve Emrahın ruhunun karıştığı nazik bir medeniyyettir benim için.
Bana öyle geliyor ki Sefil Emrâh Ercişin eski zaman bağlarında servilerin serin ve sessiz koynunda asırlık uykusunda o bitmeyen sessizliğin senfonisinde hâlen Selvisini sayıklamaktadır. İçimizdeki bir taraf hâlen eski zaman muhacir kuşlarının Emrahın efkârını melâlini âhını bizim illerden yaban ellere taşıdığına inanır
“Şu Ercişin bağları” türküsünde geçince durup düşündüm. Kıvamını bulmuş bir âşkın sevgiliye gidecek yolları kirpiğiyle süpürmeye kalkan âşığın zerâfetini, letafetini,inceliğini hangi ehl-i dil bu kadar güzel terennüm edebilir? Emrâh bir seher vaktinde, Karangunun hangi tenhâ bağında, Gönenli Gölün hangi sessiz kırağında turnaların kanadına gönlünü iliştirip İsfehan yollarına revan olmuştur dersiniz? Emrahın Ercişin bağlarında salınıp bahçeye giren Türkmen kızının endamına, boyuna, posuna maral bakışına kurban ettiği ömür şimdi hangi sazın telindedir acaba?
Bir zamanlar edebiyat tarih kültür hazinelerinin birikimine sahip olan Erciş bu geleneği tevarüs eden edipler şairler sanatçılar ehl-i dil şahsiyetlerin iklimiydi. Ercişte uzun kış gecelerinde ocak başlarında tandır başlarında dilden dile aktarılan Hz Alinin cenk hikayeleri Emrah ile Selvinin hikayesi destanlar efsaneler şiirler atışmalar edebiyat şiir adetâ gündelik hayatın bir parçasıydı. Yetmişli yılların başlarıydı çocuktum fakat anlayabiliyordum teyzem Emrahın şiirlerini, Hz Ali’nin Cenklerini Hikaye-i Geyik Hikaye-i Gögercin bütün bunları Eski dilde Osmanlıca anlatırdı. Gündelik yaşamın içinde kulaklarda zihinlerde yer etmiş o asırlık tâdları devam ettiren âşıklık geleneği Karstan Erzurumdan gelen âşıkların atışmaları bu kültürün en zengi temsilleriydi. Anne tarafım Ercişli olduğu için teyzem Osmanlıca Mevlidi makamıyla okurdu. Kuranı en güzel tecvidiyle okurdu o sesler halen ruhumuzun en güzel köşesindedir. Teyzemin beyi bahçedeki ihtiyar dut ağacının altına yaz ikindilerinde semaver eşliğinde Pikabını koyar, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova’nın Reyhaninin plakları döndükçe aşıkların sesi evi barkı şen ederdi. Şimdilerde olduğu gibi herşeyi kaba hoyrat bir siyasete kurban eden anlayış egemen değildi. O güzelim şehir şimdilerde kaba hoyrat bir anlayışla herşeyin siyasete tahvil edildiği şarkısız, şiirsiz, türküsüz kaba ve yoz bir zevksizliğin alanı haline gelmemişti o yıllar.
Ercişin türkülerinde şüphe yok ki muhitin mahallenin hususiyetlerini duyuran bütün tabiat, temayül ve zevklerimiz tetkik olunabilir. Bu türküler hep gönüllerimize sızan ve bazen birazda gönüllerimizi sızlatan hislerin mırıldanışları söylenişleri ve haykırışlarıdır. Bir sünger nasıl içine batırıldığı suyu emerse bu türküler de etraflarında yaşanan hayatı sanki, böylece çekmiştir. Açan bir gül nasıl açılan bütün bir baharı hulasa ederek gönlümüze dökerse bu Türküler de söylendikleri zamanın bütün çeşnisini bize öylece tattırıyor. O devri his bakımından en iyi duyuran muhakkak, her zaman söylenen tekrar edilen duyurulan ve gönüllerle mevsimleri dolduran bu türkülerdi.
Türküde geçince durup düşündüm, durup düşledim. Şehir ile insan arasındaki ilişki insan-tabiat, insan-tarih ve insan-toplum ilişkisidir. Bu ilişkiden elde edilen birikimin bilince dönüşmesi için yaşadığımız şehrin ve içimizde yaşattığımız şehrin eski zamanlarını mekânlarını şahsî bir mâcerâ gibi yaşamaktan geçer. Onun için şehir insanoğlunun yarattığı ve yaşattığı uygarlık birikimidir. Bu birikimin bu bilginin farkında olmak insan güzelliği kadar tabiat güzelliğini duymasını sevmesini bilmektir. Bu bilgi ancak gelişmiş bir zevke, duyarlılığa, estetiğe ve konfora sahip insanlar sayesinde bilince dönüşebilir. Bu insanlarda şehirlerin hususiyetlerini yaşadıkları kadar, şehirlere de hususiyet katan önemli değerlerdir.
İşte bu değerler o şehir mekanının poetikasını oluşturur. Bu poetika toprağa dikilmiş şiirler gibi şehre meftûn olan insanlarla birlikte şehrin bağları, bahçeleri eski mahalleleri ve muhite âşina olan şehrin sekene-i aslîsidir. İşte Eyyüp Altun da bu edebiyat şehrinin sekene-i âslisi olan hususi kişiliklerinden biridir. Çünkü şehrin tarihini, insanını, sevdâsını hicrânını folklorünü içindeki şehirde kurduğu romanında yeniden yerli yerine yerleştirmiş.
Sona Harb-i Umumide Eganis (eski Erciş) te geçen Müslüman bir gençle Ermeni bir kız arasında başlayan âşkın serancâmını konu alan bir tür tarihi romandır. Romanda olayların geçtiği mekânlar Eski Ercişin üzüm bağları Levonun şarap ocağı, Timar Köyleri Avants (İskele) Eski Ercişin mevsimleri çok lezzetli tasvirlerle kendi zamanlarının ve kendi mevsimlerinin içine yerli yerine yerleştirilmiş. Altunun romanı bu bakımdan bir tür rüsta-ı neşide sayılır. Romanda Ercişin baharı, güzü, kışı âdeta bütün mevsimlerinin neşidesiyle örülmüş. Ercişin o kadim şehir kültürü ve değerlerinin gündelik siyasetin çorak çölünde kuruyup gittiği bugünlerde Eyyüp Altun’un bu romanı Erciş’in o kadîm edebiyatının geleneğinin bunca yıkıntının bunca hoyratlığın zulmeti altında kendine bir çatlak bulup gün yüzüne çıkan pınarlar gibi ruhumuza inşirâh veriyor.
Tarihi roman esasında bir tür yerleştirmedir. Fakat bu yerleştirme her şeyden önce sağlam bir tarih bilgisi ve perspektifi gerektirir. Eyyüp Altun’un romanı sadece bir izdivâcın romanı değil tarihsel toplumsal ve siyasal analizlerle örülü sağlam bir tarih bilgisine de dayanmaktadır. Romanda Harb-i Umumi içinde bölgede toplumsal konsensün bozulmasının ekonomi-politik analizlerinin yanı sıra diplomatik nedenlerini ve toplumsal çatışmalardaki dinamikler de analiz edilmiş.
Altun bu romanı anneannesinin hatıralarından hareketle kaleme almış. Türk-Ermeni ve Kürt-Ermeni ilişkilerini o dönemin Erciş’inin gündelik hayatını komşuluk ilişkilerini, mahâlle hayatını anlamak için de çok önemli bilgiler aktarmakta. Altun anneannesinin hatıralarını ölümün ve unutulmanın elinden kurtararak roman vasıtasıyla günümüze aktarmıştır. Altun’un aktardığı bu bilgiler kent tarihi ve toplumsal tarih bakımından önemlidir. Ne yazık ki Van’da Harb-i Umumiyi yaşamış ve Ermeni olaylarına tanıklık etmiş 1316 ve öncesi doğumlu Müslümanların hatıraları üzülerek belirtmeliyim ki 1960 ve 1970 li yıllarda bu kuşağın ölümüyle kendileri ile birlikte toprağa gömülmüştür. O dönemi yaşayan insanların hatıratlarının yazıya geçirilmemesi büyük bir ihmaldir. Bu konuda sadece Faiz Demiroğlu’nun Van’da Ermeni Mezalimi ve Hüseyin Çelik’in 1980 li yıllarda “Görenlerin Gözüyle Van’da Ermeni Mezalimi” adlı kitabının dışında o döneme tanıklık etmiş kişilerin hatıraları sadece şifai ve ümmi kültür içinde sözlü ve resmi tarihten geriye ne kalmışsa onunla sınırlı kalmıştır. Öte taraftan Van’da yaşamış o dönemdeki Ermenilerin yazılı görsel dökümantasyonları Ermeni diasporası tarafından kayıt altına alınmıştır. Bu dökümanlar her ne kadar politik yönleriyle ön plana çıkmışsa da gündelik hayata dair, mahalle hayatına ilişkin pek çok önemli bilgiler de içermektedir. Bu kitaplardan bir kaçını okuyucular için sıralamak gerekirse; Gurgen Mahari’nin Van’ı anlatan Burning Orchard(Yanan Bahçeler adlı romanıdır. Yine Souren Aprahamian’ın From Van to Ditroit,(1993) 2007 yılında Amerikada Richard Hovanisian’ın editörlüğündeyayınlanan Vaspurgan and Van kitaplarıdır. Yine Van’da Amerikan misyonunun temsilcisi olan Clarence Dougles Ussher’in An American Physıcıan ın Turkey, Before Governors and Kıngs Grace H. Knapp’ın The Mıssıon At Van, Dr Knap’ın Van anıları bu listeye eklenmelidir. Elizabeth Ussher’in kardeşi John Otis Barrows’un In the Land o Ararat Noritzya Matosyan’ın Archil Gorki’yi anlattığı Black Angel,Oksen Teghtsoonian “From Van to Toronto: A Life in Two Worlds gibi kitaplardır.