Hoppala! Buda nereden çıktı diyebilirsiniz şimdi. Bana da kızabilirsiniz. Bir süredir bir grup yazar arasında konu irdelenip duruyor. Muhteşem tespitler ile muhteşem yorumlar arasında. Tespitlerden haberdar olmayanlara duyurmak istedim.
İstanbul'un muhafazakâr ilçelerinden Fatih, Eyüp, Üsküdar'da kitaba ve kitapçılara ev sahipliği yapmazken niçin Beyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköy İlçeleri bağırlarına basıyor. Aynı ölçüde restoranlar, bar ve meyhaneler de buralarda yoğunlaşıyor.
"Kitaba ve kitap okumaya düşkünlük ile eğlence, haz ve zevk bir arada yaşamak için bu semtleri tercih ettiklerinden, üçü de zaman içinde kendilerine özgü birer kültür havzasına dönüşmüş. Her birinin belleği var, çünkü muhayyilesi var. Muhayyilesi var, çünkü önlenemez bir devinimi var. Devinimin olduğu yerde yaşam, yaşamın olduğu yerde haz vardır, hazzın olduğu yerde de kültür. Bir tek iktidar yoktur. Tek boyutluluk. Her halükarda farklılıklara hürmet vardır. İster istemez bir de gürültü vardır. Gürültü, hem de ne azîm bir gürültü, koca bir ırmağın çağıldayan sularının gürül gürül akışının değil ama, aksine insan yığınlarının o muazzam yayılışının gürültüsü. Bulutların arasından sızan ışıkla işbirliği halinde talihsizliklerin, alınganlıkların, kibir ve hasedin üzerini bir şal gibi örten şehrin gürültüsü. Bireye, bireyselliğe, dolayısıyla farklılıklara nefes aldıran ortamların bu denetimsiz gürültünün ortasında saklanmasından daha doğal ne olabilir?
Olmaz, olamaz, çünkü şehir yaşamının canlı olduğu yerlerde belirir neşenin alametleri. Sadece neşenin mi, hüznün de! Taşra'nın tekdüzeliğine, hatta teksesliliğine karşın şehrin o akıl almaz karmaşası. Bir senfoni. Akıl ile kalbin çatıştığı nice ara sokak. Çatıştığı ve uzlaştığı… İkinci doğa âdeta. Kültür. Bir şaka gibi sanki kültür, yani hars veya ekin. Ama bu sefer toprağa değil, insan bilincine. Şehrin bilincine." Diyor, Dücane CÜNDÜOĞLU. Geçen hafta Hürriyet Gazetesindeki Makalesinde yayınlanan "Tanrıyı Şehre Çağırmalı" yazısında. Etkileri devam ediyor.
Antik kentlerde bile zamanın şehir sakinleri müziği, siyaseti ve gösteriyi kentin yerleşim yerlerine yaydığını, Şehrin törpüleyici düzenliliği tarafından sürüklenen, eriyen masa başı insanının yalnızlığından, Neşe'nin ara sokaklardan sızarak şehrin tam ortasında fıçıların içinde kimseyi rahatsız etmeden oturmayı beceren bireylerden. Can sıkıntısını kafelerde, restorantlar da arayan, hem hüznün hem de neşenin bir arada olduğunu, daralan ruhların, dev panoların altında,parlak neon ışıklarının önünde karartıların olduğunu,yığınlar arasında birey.Eşitlikle çatışan özgürlük.Farklılıklar arasında gerilimin oluşturduğu cennetler.Her dinden,dilden,kültürden çiçekler.Her şehirden ,her bölgeden.Türkiye'nin her kesiminden.
Yine muhafazakâr ilçelerin Fatih'in, Eyüp'ün ve Üsküdar'ın geçmişlerine yaraşır kültür hazinesi içinde yaşayamadıklarını, Ömer Hayyam'ın, Yunus'un Vani Efendi'nin, Neyzen TEVFİK'ten bahsedilmediğini, İnsanları yedi kat semanın üzerine uçuran Refrefler'in uçup gittiğini, Aşk'ın, muhabbetin semavi cazibenin yitirildiğini.
İskenderpaşa'nın, Bahariye, Beşiktaş ve Üsküdar Mevlevihanelerinin, Bedevi ve Afgani Tekkeleri'nin kaybolduğunu,
Eyüp'te, Fatih'te Üsküdar'da hüzün ve neşenin zevkin hasının yaşandığını, sarhoşlara, berdüşlere,külhanbeylerine,bahtı karalara,aşıklara, kucak açtığını.Delilere,şairlere,şiiri yaşattığını,Cami ve medresenin çarşı merkezini temsil ettiğini,konaklara arasında mektup taşıyan önce çocukları,sonrada bohçacıları,delileri,meczupları,dervişleri yaşattığını…Şehrin yaşamının önceleri bizzat dindar semtlerde olduğunu,diri bir yaşamın,düşüncenin,sanatın,kültürün kısacası neşenin…Hatta yasak olduğu için yaşanan günahın hazzının…
Cumhuriyet dindarlığının, dindarlarının dünyasının camiye kıstırıldığını, anlamsız, neşesiz ve hulyasız, had ve hududun ötesini bilmeyen dindarlığın yaşandığını ve yıllardır Tanrı'yı şehre davet etme yollarını düşündüğünü. Ancak sadece camilere toplanmayı, kurs binalarında,bekar odalarında neşeden uzak ve hüzünden uzak bir dindarlıktan…
Son olarak cümlesi cümlesine "Şehrin aşure tadındaki çoğulculuğu sadece farklılıklar-arası gerilimin yol açtığı zenginliği ortaya çıkarmakla kalmaz, insana olduğundan daha farklı olabilmenin olanaklarını da sunar. Korkma, istersen değişebilirsin, der. Sana güven veren alışkanlıklarını gözden geçirebilirsin, dilersen bir başkası bile olabilirsin, diye kulağına fısıldar. Süreklilik ilkesinin yanı sıra değişmenin heyecanından da mahrum etmez insanı. Hiç çekinme, şiirin, müziğin ve raksın (semahın) eşliğinde ruhunu pekâlâ katılaşmaktan kurtarabilir, bakışlarını kendine çevirmeyi bildiğinde dünyayı da yerinden oynatabilirsin diye muştulamaktan kaçınmaz insanı. TANRI'YI ŞEHRE ÇAĞIRMALI! Tüm şehir o aşktan nasiplenmeli, Bektaşilerin duasıyla, evvela, aşkolsun erenler, demeli. Aşkolsun, yani her şey aşka dönüşsün, diye seslenmeli. Israr edilecekse, aşkta ısrar edilmeli. Ne yapıp edip Tanrı'yı şehre çağırmalı! Belki de meydanlarda toplanmak yerine usulca şehrin ara sokaklarına dağılmalı! Aramıza 'rahmet'in inmesini istiyorsak, korkmamalı, neşeyle semaya yükselip oradan tekrar şehrin üstüne damla damla düşmeli!" diyor Üstad.
Bende üstada sormadan edemeyeceğim Şehir bu haldeyken Tanrı şehre gelir mi?
Sevgili dostlar, bize ne bundan diyebilirsiniz. Şehrin kokuşmuşluğundan bize ne diyebilirsiniz bana da kızabilirsiniz. Mesele sadece İstanbul değil, gidişat o yöne doğru gidiyor bütün şehirler. Hem Sadece İstanbul olsa bile artık İstanbul demek Türkiye demek değil mi? Her birimizin bir parçası orada.Sevgi ile kalın…