Toprak evlerin efendileri
Onlar toprak evlerin efendileriydi.
Adları Ahmet, Salih, İlyas, Davut, Mehmet, Muhittin ya da benzerleriydi.
Sabah evlerinden çıkan, bir şekilde ailelerini geçindirecek şeylerle günlerini geçirdikten sonra akşam vakti evlerine dönen adamlardı.
Aile bireylerini bir şekilde doyurur, olanakları ölçüsünde diğer gereksinimleri de karşılarlardı.
Akşam dönüşlerinde elleri dolu da olsa, boş da olsa genellikle güler yüzle karşılanırlardı, hoş tutulur, saygı görürlerdi. O günün yaşam tarzının gereği olarak eşlerin, evlatların büyük bir çoğunluğu saygıya, tevekküle, teşekküre programlanmışlardı.
Kalelerinin içi sağlamdı.
Alkol kullanımı azdı. Uyuşturucu, hap gibileri bilinen şeyler değildi.
Onlar şu ya da bu işte usta, kalfa, amele, hamal, paytoncu, at arabacı, bostancı, kalaycı, demirci, nalbant, keçeci, seyyar ya da yerleşik satıcı olarak çalışan kimselerdi. Bir kısmı ayaküstü giysi ya da başka şeyler satarlardı; bir kısmı mütevazı dükkânlarında pinecilik, peynircilik yaparlardı.
At arabası ve paytonu olanlar o koşullarda hali vakti yerinde kimselerden sayılırdı.
Elbette az sayıda daha büyük çaplı iş yapan tüccarlar, yüksek rütbeli devlet çalışanları, geniş arazilerinde bostancılıkla, meyvecilikle, hayvancılıkla uğraşan mülk sahipleri de vardı.
Onlar da evlerinin efendileriydi. Sadece kendi aile bireylerinin değil yanlarında çalıştırdıkları hizmetkârların da efendisiydiler.
Aşağı mahalledeki diğer toprak evlerin efendilerinin bir kısmı bu hali vakti iyi olanların yanlarında çalışırdı. Ücretlerini almakta genellikle sıkıntı çekmezlerdi.
Helalleşme kültürü yaygın ve etkiliydi.
Şehirler küçük ve hemen hemen herkes tanıdıktı. Yerleşik şehir insanları genellikle birbirlerine karşı saygılıydılar. Konumları, sıfatları ne olursa olsun karşıdakine “efendi” diye hitap ederlerdi. Aynı şekilde ev halkları da kendilerini karşılarken genellikle efendi tabirini kullanırdı.
Onların çoğu eşlerine ya adlarıyla hitap eder ya da hatun benzeri yumuşak, rahatsızlık vermeyen ifadelerle yaklaşırlardı.
Onların çoğu radyoyu gördü ama televizyona ancak bir kısmı yetişti.
Onların tamamına yakını benim ekmek pişiriciliği yani kevennilik yaparak geçimlerini sağlayan iki büyükannem gibi alınlarının teriyle evlatlarını büyüten kimselerin ya da kendi aile bireylerinin tandırlarda pişirdiği ekmeklerle doydular.
Onların tamamına yakını uzun kış soğuklarını deniz suyunda tokaçla dövülerek yıkanmış yünlerin teşilerde eğirilmesiyle elde edilen ipliklerle örülmüş ve bir kısmının burun kısmına özel desenler işlenmiş çoraplar giyerek atlattılar.
Onlar uzun kış gecelerinde kimi müsait evlerin gevenle, tezekle, odunla ısıtılan sac sobaların çatırdayarak yandığı odalarında duvar diplerine konmuş minderlerin üstünde oturarak, sırtlarını yastıklara dayayarak, ellerini, dizlerini birbirlerine yaslayarak cenk kitapları, âşık kitapları okudular. Hikâyeler anlatıp dinlediler. Sohbetler ettiler. Kırtlama şekerle çaylarını yudumladılar.
Kerpiç, samanlı çamur, kavak döşemeler, mertekler, kamışlar yerlerini beton ve demire bırakırken usulca ve yavaş yavaş, efendice yaklaşımları ve efendi unvanlarıyla birlikte azalıp yeryüzünden silindiler.
O toprak evler bugün içinde yaşamakta olduğumuz beton binalardan farklı yerlerdi. Kendilerine özgü düzenleri, kuralları ve kokuları vardı. Elektriğin olmadığı zamanlar evleri aydınlatan gaz lambalarının kokusu, yer yataklarındaki yün şiltelerin kokusuna, o da toprak ya da badana kokusuna karışırdı.
Şimdi düşünüyorum da o efendilere alçakgönüllülüklerini, nezaketlerini, sabırlarını, hoşgörü ve merhametlerini kazandıran biraz da o toprak evlerin kokuları, iklimleriydi.