- Haberler
- Türkiye Soykırımı Kabul Ederse Ne Olur?
Türkiye Soykırımı Kabul Ederse Ne Olur?
Bu kadar uzun bir geçmişe sahip olmakla birlikte hakkında yaşanan ihtilafların günden güne arttığı benzer bir konuyu tarihte bulmak çok zor. Ermeni tehciri veya Ermeni soykırımı... Sadece ulusal mensubiyet ile sınırlı kalmayıp üçüncü hatta dördüncü kişilerin ilgili olduğu, özellikle 2 millet adına jenerasyonlar arasında miras bırakılagelen, konunun bir muhatabı için neredeyse varoluş sebebi, diğer muhatabı için ise bilgi ve belgeleri ile gayet sabit bir mesele. Ermeni soykırımı iddiaları bilindiği gibi uzun süredir dillerden düşmeyen bir konu olarak dünya kamuoyunda yerini koruyor. Uzaktan bakıldığında her şey Türkiye'nin soykırımı bir şekilde kabulü üzerine kurgulu. Peki yakından baktığımızda da göreceklerimiz aynı mı olur? Türkiye'nin soykırımı kabul etmesi halinde neler yaşanacağını sorularla cevaplayacağız.
Avrupa'da birçok ülke en son Almaya Parlementosu tarafından alınan 'soykırım' karaı ile ilgili Beyaz Tarih yazarı Yunus Emre Deli konuyu bütün detaylarıyla yazdı.
Deli'nin oyazısı: Soru 1; Soykırım Nedir?
Politikacılar dünyanın her yerinde aynıdır der ve devam eder Kruşçev; ''nehir olmayan yere köprü yapacaklarına dair söz verirler.'' Siyasetle ilgili birçok söz söylenebilir ya da emsaller gösterilerek çeşitli açıklamalarda bulunulabilir. Ancak Kruşçev'in eleştirdiği yönde bir Batı tarzı siyaset özellikle günümüz politik gelişmeleri açısından ayrıca dikkate değer.
Vuku bulmuş bir olayın dillendirilme tarzında farklılıklara rastlanması iletişim bilimciler açısından öncelikle bir ''algı süreci''ne işarettir. 1915'te alınan politik bir karar bugün bir muhatap tarafından tehcir bir diğer muhatab tarafından soykırım olarak adlandırılıyor. Tabi konunun ne olduğu, nasıl yaşandığı ne şekilde sonuçlandığına burada temas etmeyeceğimizden daha istikametli bir açıdan meseleye yaklaşmamız gerekir; soykırım nedir?
Bu sözleşme tarihte ilk defa soykırım adında bir eylemi tanımlamakla birlikte onu ilk defa cezalandıran sözleşme durumunda. Almanya’da seçili bir gruba yönelik girişilen yok etme politikasının soykırım (genocide) olarak cezalandırılması ile dünya gündemine en yüksek yetki makamında geldi. Bilindiği üzere 2.Dünya Savaşı neticesinde Almanya tanımlanan bu suç ile cezalandırılmış ve mahkum edilmişti. Zira sözleşmenin kendisi doğrudan Alman Nazi yönetiminin ülke içinde giriştiği yok etmeye dayalı sistemli ve doğrudan gerçekleşen eyleminin bir daha yaşanmaması açısından önleyici olarak tasarlandı. Ancak tasarlandığı gibi olmadı, tıpkı sözleşmenin koruyucu kurumu olan Birleşmiş Milletler’in var oluş gerekçelerine kurulduğu günden beri sadık kalamaması gibi.
Soykırımın uluslararası literatüre genocide olarak gelmesini sağlayan ilk resmi metnin BM bünyesinde kaleme alınmış olması, ilgili sözleşmede soykırım suçunun BM’nin ilgili adli kurumu tarafından (Almanya’nın yargılanmasında da aynı usul izlenmişti) cezalandırılması ve başka bir yerel, ulusal veya uluslararası merciinin -AİHM dahil- konu hakkında yetkili olmaması soykırıma yönelik herhangi bir iddia veya girişimde doğrudan BM’nin bünyesindeki Lahey Adalet Divanı’nı muhatab kılıyor. Öyleyse öncelikle şu noktalara özellikle dikkat etmek gerekiyor;
Soykırım kelimesi ve suçu ilk defa 1948’de tanımlanıp 1951’de yürürlüğe girdi.
· Soykırım suçunda yetkili yargılama mercii BM Adalet Konseyi’dir.
· BM dışında yetkili bir adli organ veya siyasi inisiyatif sözleşme gereği kabul edilmemektedir.
Soru 2; Türkler Neden Soykırım İle Suçlanıyor?
Üzerinde ihtilaf bulunmayan ve konunun muhatablarınca genel olarak kabul edilen mesele 1915 olaylarında yaşananların Osmanlı Devleti ve onun vatandaş gruplarından olan ayrılıkçı Ermeniler arasında geçtiğidir. Olaylar 1890 yılında -tehcir olayından 35 yıl önce- başlamış, Dünya Savaşı’na giden süreçte artarak devam etmişti. Bu olaylar sırasında Ermeni ayrılıkçı birliklerinin 1878 Berlin Anlaşması kararlarına dayanarak taşkınlık yapıp neticesinde Osmanlı Devleti’ne karşı uluslararası bir müdahalenin önünü açmaya çalıştığını bağımsız kaynaklardan biliyoruz. Zira, 28 Mayıs 1918’de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti adıyla kurulan Ermenistan’ın ilk Başbakanı olan Ovannes Kaçaznuni de 1915-1920 yılları arasında yaşananları bir özeleştiri mahiyetinde Taşnaksutyun kurultayında dillendirmiş ve Ermeni komitelerin tüm yaşananlardan sorumlu olduğunu, Osmanlı Devleti’ne yönelik isyancı girişimlerin haklı olarak cezalandırıldığını daha sonrasında da kitaplaşan ‘’Taşnaksutyun’un Yapacak Birşeyi Yok’’ konuşmasında açık açık ifade etmişti. 1918’de savaşın sona ermesinden sonra gerçekleşen İstiklal Savaşı sonrasında 1923’te imzalanan ve mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi olarak tanındığı uluslararası sözleşme olan Lozan Anlaşması’nda konu ismi doğrudan anılmasa da azınlıklarla ilgili görüşmelerin yapıldığı alt komisyonlarda karara bağlanarak yürürlüğe girmişti. Zaten, öncesinde imzalanan Gümrü, Moskova ve Kars anlaşmaları ile Türk ve Ermeni gruplar arasında ihtilaflar resmi anlamda giderilmiş ve karara bağlanmıştı. Bu anlaşmalar ile sınırlar, siyasi ilişkiler ve resmi statüler kararlaştırılmıştı. Başka bir ifade ile 24 Temmuz 1923 itibariyle alacak-verecek kalmamıştı.
Ancak tarafların karşılıklı rızalarına dayanan mutabakatlar 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Ermenistan Cumhuriyeti tarafından tek taraflı bozuldu. Taşnak Partisi adına Kiro Manoyan ve Ermenistan Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı Vartan Oskanyan bir açıklamada bulunarak Kars Anlaşması sınırlarını tanımadıklarını, sözü geçen anlaşmaların Sovyetler Birliği döneminde imzalandığını ve 1991 yılı itibariyle Bağımsız Ermenistan’ın kendi sınırlarını tayin edeceğini açıklaması ile uluslararası boyutta konu bir çıkmaza sürüklendi. Henüz 1991’e gelmeden önce 1960’lı yıllarda dillenen Ermeni soykırımı iddiaları uluslararası mecrada yer buldu. Burada Ermeni soykırımı iddiasının uluslararası anlamda 1960’dan önce dillendirilmediğini ifade etmemiz gerekir. Gerek Ermeni Devleti’nin Sovyetler Birliği çatısında ve Kafkaslarda hareket edemez duruma gelişi, gerek Soğuk Savaş döneminin çıkmazları, gerekse soykırım gibi hoş görülmemesi en yüksek makamca kararlaştırılan bir suçun ortaya çıkması Ermeni Devleti ve onun uluslararası mecrada temsilcisi olan lobileri için mutlak surette değerlendirilmesi gereken bir fırsat olarak görüldü. Ermeni Soykırımı iddiası ise ilk defa 27 Ocak 1973’te aslen Osmanlı Devleti vatandaşı olan ve ailesinin tehcir sırasında Osmanlı Devleti tarafından öldürüldüğünü öne sürerek Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Yardımcısı Bahadır Demir’i intikam gerekçesi silahıyla katleden Mıgırdiç Yanıkyan’ın medyaya verdiği demeç ile dillendirilmiş oldu. Yanikyan cinayetten sonra "Ailemden 26 kişiyi Türkler ve Ruslar öldürdü onların intikamını aldım" demekle birlikte, suikasttan önce California Courier gazetesine gönderdiği 118 sayfalık mektubunda "Sizler bu mektubu okuduğunuzda ben yeni bir savaş biçimi icat etmiş ve uygulamış olacağım. Önden gidiyorum, Ermeniler peşimden gelsin. Ermenileri uzun uykularından uyandırmanın ve Türklerle onların anlayacağı dille konuşmanın vakti geldi. Türk hükümeti ile hiçbir millet ilişki kurmamalı ve onların temsilcileri yok edilmeli, artık dönmek yok" diyerek günümüze dek süren yeni bir sorunun başlangıcına sebep olmuştu.
Gerek 1973’te ASALA olarak bilinen Ermeni Terör Örgütü’nün soykırımın dünya gündemine gelmesini sağlayacak niyetle terör eylemlerini başlatması, gerekse uluslararası mecrada sivil toplum kuruluşları ve medya tarafından konunun dezenformasyon içeren girişimlerle gündemde tutulması ve Ermenistan Devleti’nin resmi açıklamalarda bulunması ile Ermeni Soykırımı ciddi şekilde dünya kamuoyunda dillendirildi. Burada, ihlal edilen anlaşmaların, terör örgütleri tarafından suikaste uğrayan sivil vatandaş ve diplomatların, yerel adli makamlarca görülen haksız davaların ayrıntısına girmeyecek olmakla birlikte soykırım iddiasının gayet fonksiyonel bir şekilde gündemde tutulduğunu, bunun bir tarafta; dağınık Ermeni diasporası ve lobisi için bir varoluş gerekçesi, Ermenistan’ın Kafkasya’da ekonomik çıkarlarının devamını ve soykırım söylemi üzerinden endüstriyelleşen bir kısım etkinliklerinin istikrarını sağlıyorken diğer tarafta; Türkiye’nin ise çeşitli uluslararası meselelerde soykırım iddiası üzerinden siyasi pazarlığa muhatap kalması, Türk vatandaşlarının çifte standarta maruz bırakılması, özellikle uzun vadeli politikalarında zora mahkum edilmesine sebep oluyor.
Türkiye’nin öncelikle uluslararası resmi ilişkilerde üzerine düşeni yerine getirdiğini, Ermenistan’ın çeşitli gerekçe ve stratejilerle ihlallerde bulunduğunu ifade etmemiz gerekir. Ancak yukarıda sıraladığımız gerekçelerden dolayı bir soykırım iddiası fonksiyonel bir politik araç olarak hem akademik dünyada, hem iç ve dış siyasette hem de Kafkas enerji koridor projelerinden sanatsal etkinliklerine kadar varıyor.
Soru 3; Soykırım İddiasının Muhatabları Kim?
Reel anlamda hiç kimse. Ancak meselenin bir şekilde gündeme gelişi ona tarihsel arka planı ile muhtemel muhatabları mecbur kılıyor. Sözü geçen olaylar 1890 ile 1915 arasında yaşandığında Ermenistan Devleti’nin henüz kurulmamış olmasına (yalnızca Dünya Savaşı sonrasında sınır ihtilaflarında yaşanan çatışmaların çeşitli çift taraflı anlaşmalarla TBMM ve Ermenistan arasında imzalanmış olması ki anlaşmalarda Ermeni tehcirine yönelik bir madde bulunmamaktadır) rağmen Mıgırdıç Yanıkyan’ın işlediği suikastten sonra yayınlanan sözleri Ermenistan’ın uluslararası alanda hakkı yenmiş bir devlet olarak sunulmasına sebep oldu. Mağdur böylece kamuoyunda etkili şekilde dillendirilmişti. Öyle ki, şaşırtıcı bir şekilde diplomatların öldürülmesinin nasıl bir terör eylemi olduğu üzerinde konuşulmaya hiç gerek duyulmadan Yanıkyan’ın söylemleri üzerinden Soğuk Savaş’ın tam da ortalarında yeni bir konu gündeme gelmişti. Diğer tarafta suçlu ise Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti olarak tayin edilmişti. Çünkü Türkiye Ermenilerin yaşaması gereken coğrafyada işgalci durumdaydı ve Osmanlı Devleti’nin devamı olarak gerekli görülen cezaya muhatab kalmalıydı.
1915 olaylarının yaşandığı dönem göz önüne alınırsa şu an gündemde bulunan Türkiye ve Ermenistan’ın aslında doğrudan tehcirin uygulayıcısı ve maruz kalıcıları olmamalarına rağmen herhangi bir mesuliyet ya da hak talebinde bulunamamaları gerekiyorken çift taraflı bir yükümlülük benimsenmiş gibi görülüyor. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren konu hakkındaki tüm hakkını uluslararası anlaşmalarla muhafaza etmiş olması, gerekli arşiv, bilgi ve dökümana sahip olması ve de neticede Osmanlı Devleti’nin ekonomik borçlarına varıncaya dek birçok yükümlülüğünü tek başına üstlenmesi onu Ermeni iddialarına yönelik haklı bir girişime yönlendiriyor. Bugünden geriye baktığımızda ne Osmanlı Devleti’nin mevcut olmaması ne de o günkü Ermeni vatandaşların herhangi bir hak talebini hukuki anlamda üstlenme hakkına sahip kişilerin bulunmayışı aslında meseleyi yasal düzlemden uzaklaştırıyor. Buna rağmen konunun sadece dezenformasyona uğramış haliyle gündemde kendine yer edişi meseleyi ayrı bir çıkmaza yönlendiriyor.
Soru 4; Ermeniler Türklerden Ne İstiyor?
Yukarıda bahsi geçen yasal düzenlemeler, çift taraflı mutabakatlar, uygulayıcı ve maruz kalıcıların yaşamıyor oluşuna ek olarak tarihte yaşanan önemli gelişmeler bugünkü iddiaları asılsız kılmaya yetiyor. Tehcir üzerine Ermenilerin talebi olan taşınmazların devri meselesi zaten Osmanlı Devleti dönem hukukunda sabit. Uluslararası hukuk da teamül gereği bunu dikkate alır. Osmanlı Devleti’nin kendi iç hukuku, tehcir kanunundan sonra 1918’de sağlanan geri kabul imkanı, müteakip süreçte Ermenilerin tüm bunlarda Osmanlı ve TBMM Hükümeti ile mutabık olup kendilerine yeni bir gelecek inşa etmeye başlamaları 1960’dan sonra dillenen iddiayı tarihsel gerçeklikten koparıyor. Ayrıca 1918’de Osmanlı Hükümeti’nin tehcir uygulaması süresince yaşanan aksaklıkları o gün için herhangi bir ihtiyaç yokken bağımsız olarak mahkemeye taşıyarak yargılaması hükümetin uygulamada gizli bir gündeminin bulunmadığını gösteriyor.
Bugün, Ermeniler adına girişimlerde bulunan diaspora taşınmazların devri, yani, Doğu Anadolu’da toprak (Ağrı ve çevresi) ve buna bağlı olarak kullanılamaz hale gelen yaşam alanlarının tadilatı, hayatını kaybeden Ermeniler adına para ve uluslararası alanda suçun kabülünü talep ediyorken 1991 yılından itibaren gerçekleşen resmi söylemlerde geçersiz sayılan Sevr Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi de talepler arasında.
Bu talepler 2 şekilde yorumlanabilir. İlki; maddi anlamda karşılığı bulunan istekler Türkiye Cumhuriyeti’nden temin edilerek mağdur olduğu düşünülen Ermenilerin içinden geçtiği ekonomik darlık ve siyasi çıkmazlardan sıyrılmaları sağlanır. Bu da düşünülebilecek en iyi niyetli ihtimal. Çünkü bir şekilde tarihten kendisine mağduriyet oluşturmuş olan etnik yahut siyasi bir grup bugünkü çıkmazlarını geçmişte yaşadıklarına bağlıyor olabilir ve bunun çözümünü nihayetinde ekonomisi geçmişe göre çok daha iyi bir ülkenin milli geliri ile oldu-bittiye getirmek isteyebilir. Bunun, ülkede ve dış ülkelerde yaşayan Ermeniler için hem ekonomik bir çıkış noktası hem de 100 yıl boyunca anlatılagelen acıların dindirilmesine yönelik bir tatmin oluşturacağı da söylenebilir. Diğer yorum ise bahsedilen taleplerde bulunanların günümüzün gerçekliklerinden azade bir şekilde meseleyi bir çıkmaza sürükleyerek soykırım iddiası üzerinden hayat bulan endüstriyi sürdürmek ve bunun üzerinden çıkar elde etmek. Zira gerek taleplerin kaşılanamayacak boyutlarda (toprak ve suçun kabulü gibi) bulunması ve bu taleplerden her hangi birinin cebir ile yerine getirilmesinin en hafif haliyle bölgede ilişkilerin boyutunu değiştirecek olması gerekse de Ermeni diasporasının Ağrı (Ararat) üzerinden oturttukları ulusal motivasyonun Ağrı Dağı’nın kendisinden daha etkili ve fonksiyonel oluşu ve Ermeni soykırım iddialarına yönelik yapılan girişimlerde her yıl lobi ve devlet tarafından harcanan bütçenin Türkiye’den toplamda talep edilen miktarın neredeyse yukarısında oluşu ikinci yorumu haklı kılıyor. Sonuç olarak bunu ‘’çözülmemek üzerine kurgulanan bir sorun’’ olarak tanımlarsak hata etmiş sayılmayız.
Soru 5; Türkiye Soykırımı Kabul Etse Ne Olur?
Genel algıya göre Türkiye’nin soykırımı kabul etmesi Ermeni tarafından gerçekleştirilen taleplerin kabulüyle gerekirse ekonomik ve coğrafi bir daralmaya götürecek boyutlara varıyor. Öncelikle ilk maddede soykırımın tanımını yaparak soykırım iddiasının doğrudan çerçevesini ve muhteviyatına temas etmeye çalıştık. Bunu, Ermeni tarafın muhatabını ne ile suçladığını görmek, Türkiye’nin ise nasıl bir ithama maruz kaldığını anlamak açısından zaruri kabul etmek gerekir. Çünkü hukukun en temel teamüllerinden birine göre suç öncelikle tanımlanmalıdır. İnsanlık tarihinde gerçekleşen en büyük suç olarak yerinde bir kararla yasalaşan sözleşme Nazi yönetimini cezalandırarak ilk uygulamasını ortaya koymuştu. Bu yönüyle küresel geçerliliği bulunan sözleşme ile yürürlükte olan soykırımın tamamen adli bir süreç olduğunu; siyasi, tarihsel, akademik ya da vicdani bir çerçevede değerlendirilemeyeceğini açıkça ortaya koymak gerekir. Soykırım, suçun tanımı, ithamı, davanın görülmesi ve sonuçlandırılması süreçleri ile öncelikle adli yani hukukidir vakıadır. Siyasi, tarihi, akademik ya da vicdanı referanslar yalnızca birer teşvik mahiyeti sunabilir. Türkiye’nin muhatabı olduğu soykırım iddiasında ise adli anlamda muhatab olan taraflar uluslararası anlamda Türkiye Cumhuriyeti ve Ermenistan iken bunların yargılaması doğrudan bağımsız bir uluslararası mahkeme tarafından gerçekleştirilir. Bu mahkeme iki taraf için de bağlayıcı olduğu gibi küresel geçerliliğe de sahiptir. Peki Türkiye’nin kendi parlamentosu TBMM’de konuyu görüşüp oy birliği ile (en marjinal ihtimalde) tanıma ve kabul etme yönünde karar alırsa ne olur?
BM’nin soykırımı tanımlayan ve cezalandıran sözleşmesinin tek geçerli kaynak ve cezalandırma metni olduğunu ifade etmiştik. Öyleyse bu sözleşmeye sadık kalarak şunu titizlikle dile getirmemiz gerekir ki Lahey’de bulunan BM Adalet Divanı’ndan başka yetkili ikinci bir kurum günümüzde böyle bir iddianın devletlerarası boyutuylayasal nitelik taşımamaktadır. Soykırım iddiasının geçtiği tüm davalar yalnızca BM nezdinde ya da en azından BM gözetiminde açılabilir ve infaz yalnızca aynı organ tarafından gerçekleştirilir. Adalet Divanı’nın dışında uluslararası geçerli görülen AİHM’de yakın zamanda görülen davada olduğu gibi konu yalnızca bireysel talepler nezdinde ele alınır ve devletlerarası ilişkilere varacak bağlayıcı kararlar alınamaz. Devletlerarası karar sözleşmenin 8.maddesi gereği muhatablardan birinin Birleşmiş Milletler Şartı’na bağlı kalarak toplanması ile gerçekleşir. Özel sayılabilecek bireysel davalar iç hukukta gerekli düzenlemeler ile mümkün olabilirken devletlerarası sorunların bağımsız mahkemeye intikali gerekir. Bu yüzden davanın ikili tarafların rızasından ve adli yetkiden bağımsız olarak ilişkisiz bir üçüncü devlet tarafından görülmesi hem hukuki değildir hem de bağlayıcı bir netlik taşımaz. Uruguay Meclisi ya da Amerikan Kongresi bir yana TBMM dahi böyle bir konu hakkında kendi adına bile olsa karar alma hakkına sahip değildir. Çünkü konu uluslararası bir nitelik taşımakla birlikte adil bir süreç bağımsız bir organ tarafından yürütülmelidir. Örnek vermek gerekirse bir kişinin polis karakoluna teslim olup bir suçu işlediğini söylemesi adli bir süreci gereksiz kılmaz. Bu ancak bir davanın açılması yönünde teşvik edici olur. Dava nihayetinde aynı ciddiyetle görünür ve karara bağlanır. Zira tüm dünyanın neredeyse canlı yayında izlediği Boşnak ve Sırp çatışması savaş sonrası kurulan bağımsız bir mahkemede, Lahey Adalet Divanı’nda görülmüştü. Boşnak tarafının Sırp milliyetçilerin kendilerine yönelik bir soykırım girişiminde bulunmak ile suçlaması üzerine görülen dava aynı organ tarafından karara bağlanmıştı. Bosna-Hersek Cumhuriyeti bu boyutta bir saldırıya çok yakın bir zamanda maruz kalmış ve dünya kamuoyunun tartışmasız desteğini almış olmasına rağmen uluslararası bir yargılama ve cezalandırma için yalnızca BM Adalet Divanı’na başvurabilmişti.
Günümüzde parlamentolarda alınan kararlar her ne kadar çeşitli uygulamalara yasal zemin hazırlayabilse de yürütmeyi temel anlamda hukuksuz kılıyor. Meclisler yasama organlarıdır. Ancak yasama hukukun temel ilkelerinden bağımsız değildir. Klasik dönemlerden beri yürürlükte olan hukuk teamüllerinden olan, zanlının yargılanmadan cezalandırılamayacağını ifade eden masumiyet karinesi meclis kararları ile ihlal edilerek herhangi bir sahih araştırmaya temas edilmeden bireysel hakları engelliyor. Daha doğrusu Amerikan federal mahkemeleri ya da Fransız ulusal mahkemelerinin ortak kabul ettiği masumiyet kararnamesi ihlali beraberinde bir diğer temel hak olan ifade özgürlüğü ihlalini de getiriyor.
Bir diğer ihlal -belki de en ciddi ihmal- hukukun geriye işlemezliği. En az masumiyet karinesi kadar eski tarihlere uzanan ve tüm yasal metinler için bağlayıcı olan ‘’yasanın geriye işlemezliği’’ 1948 yılında kabul edilen bir yasanın 1915 yılındaki bir olayı yargılamaya çalışması ile ihlal ediliyor. Haliyle 1915 yılında yaşanan bir olayın kendisinden çok sonra yaşanan bir olaya ilişkin olarak kabul edilen bir sözleşme ile ilişkilendirilip yargılanması girişimi dünya tarihinde daha önce görülmemiş bir hukuk skandalının Ermeni iddiaları adına görmezden gelinmesi anlamına gelir. Bu, hukuksuz bir süreci ifade ettiği gibi diğer tarafta Türkiye ve onun halkı adına ileride daha büyük bir mağduriyet oluşturabilir. Böyle bir durumda iddiasını ne bilimsel anlamda kanıtlamış ne de hukuki bir yol izlemiş olan Ermenilerin yetkili olmayan organlarca karşılık bulmaları gelecek zamanlar için Türkiye’nin gözle görülen hak ihlaline ve yeni bir hukuksal sürece mecbur bırakabilir. Değil Fransa, Almanya ya da ABD, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi meclisinin oy birliği ile onaylayacağı tasarı ancak ve ancak bir teklif mahiyetinde olur. Bu teklifin de nihayetinde Adalet Divanı’nda görüşülüp karara bağlanması gerekir. Ancak üzerinde özellikle durulması gereken hususun her halükarda yargılamanın usullere uygun yapılması gerektiğidir. TBMM de onaylasa ABD Başkanı 24 Nisan’da gelenekselleşen açıklamanın dışına çıkıp soykırım ifadesini de kullansa yetkili adli makamın bunu tüm ayrıntıları ile görüşüp karara bağlaması gerekir.
Burada akıllara şu soru gelebilir. Eğer parlamento kararları bu denli etkisiz ise neden sürekli olarak tasarılar gündem oluyor ve çıkan tanıma kararlarından sonuç bekleniyor? Sorunun cevabı yine içinde gizli aslında. BM Adalet Divanı tarafından görülmesi gereken dava hukukun en temel teamüllerine göre zaten görüşülemeden kapanıyor. Benzer bir süreç AİHM’de bireysel bir hak ihlali boyutunda gerçekleşti. Ancak tarihte olmayan bir istisna Ermenilerin ısrarı üzerine göze alınırsa böyle bir durumda mahkeme uzmanlardan oluşan bir konseyi toplayarak dönemde gerçekleşen olayların araştırılmasını sağlayarak soykırım sözleşmesi arasındaki uyumu arayacak. Türkiye’nin her fırsatta uluslararası yüksek yetkili bir mahkeme talebinin her defasında farklı bahaneler ile geciktirilmesi ve Ermeni tarafının yetkili olmayan organlara başvurulması da bu yönüyle ele alındığında daha rahat anlaşılabilir.
Parlamentolardan çıkan tanıma kararlarına gelecek olursak şunu rahatça söyleyebiliriz ki kararların kendisi hukuki değildir. Yani meclis, yetkisini bu şekilde kötüye kullanarak hak ihlali gerçekleştiriyor. Çıkan kararların hukuki olmamasına rağmen de-facto şekilde yürürlüğe girmesi ise ona her halükarda yasal nitelik tayin etmez, tıpkı Almanya’da iktidarın resmi görüşme ve yasama organını sürece dahil ederek aldığı soykırım kararının hukuki olmayıp sonrasında çok daha büyük sorunlara ve adli sürece sebebiyet verdiği gibi.
Parlamentolarda alınan kararların iç ve dış siyaset yapma sürecinde araç olarak kullanıldığını rahatça ifade etmek gerekir. Hukuksal anlamda bu denli net bir çerçevede bulunan soykırım meselesinin ulusal organlarda ele alınmasını başta alıntı yaptığımız söz ile ilişkilendirebiliriz. Geçerliliği olan, herhangi bir ihtiyaca göre değil de konjonktüre göre şekillenen bu adımları tıpkı Kruşçev’in dediği gibi ‘’nehir olmayan yere köprü vaat etmek’’ şeklinde değerlendirebiliriz. Geride bıraktığımız asrın en büyük siyasi hatasını yaparak önemli bir tecrübeyi miras bırakan Alman siyasetçi Adolf Hitler’den ödünç alarak parlamento kararlarına da açıklayıcı bir alıntı yapalım; ‘’Siyasetçiler halkın o anki desteğini alabilmek için gelecekle ilgili büyük projelerden bile vazgeçerler. Kendileri daima ülkeden daha önemlidir.