Şu hadisi şerifi defalarca dinlemiş veya okumuşuzdur. Gözden kaçan bir hadis. Okurken ne yazık ki, dar bir çerçeveden bakılınca çok anlam yüklemesi yapılamayan bu hadisi farklı bir açıdan tekrar okuyup düşünelim: 'Bana beş şey verildi ki, benden önce kimseye verilmemiştir onlar: - Bir aylık mesafeden bile heybetli olmakla bana yardım edildi. - Yeryüzü benim için mescit ve temiz kılındı. Ümmetimden kim namaz vaktini görürse namazını kılsın. - Bana ganimet helal edildi. Benden önce ise kimseye helal edilmemişti. - Bana şefaat verildi. - Peygamberler kendi kavimlerine gönderildi. Ben ise bütün insanlara gönderildim.' Buharî, Teyemmüm, 1/335; Müslim, 1163 Bu hadise bakarak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin peygamberliğini ve onun peygamberliğine tabi olan ümmetinin kimliğini tespit edebiliriz.
Bu ümmet, evrensel bir kimlik sahibidir. Dünyada yaşayan bütün insanları kendi ilgi alanında gören bir ümmetin mücadelesinin de bütün insanlarla bağlantılı olması tabiidir. Yöresel sorunlar, bu ümmetin hacminin ve gayesinin yanında günübirlik sorunlar olarak kalır. İnsanlık kadar büyük bir dava, bütün insanların sorunlarını kuşatmayı ve o sorunlarla yoğrulmayı gerektirmektedir. Aksi takdirde 'yeryüzünün tümünü mescit olarak görme' seviyesinin altına düşülmüş olur. Şu anda İslam'a takdir edilmek istenen 'camilere sıkıştırılma' siyaseti ile yeryüzünü mescit görme siyaseti arasındaki bu fark, ümmet olma idraki ile yakalanabilecek bir farktır.
Ümmeti Muhammed olmanın getirdiği sıkıntılar, kıyamete kadar sürecektir. Kıyamet, insanoğlunun dünya hayatının sona ermesi demek ise, insanı kuşatan bir din de, insan ile beraber süren bir mücadeleye talip demektir. Mekke'nin fethedilmesini işin sonu olarak görmek cahilliktir. Tıpkı namazı Mekke'ye mahsus bir ibadet görmek kadar basit bir cahilliktir bu. İnsan var oldukça, onu davet eden ve kuşatan din de var olacaktır. Bu var olma da bir mücadeleyi dindeki özel ıstılahı ile cihadı gerektirmektedir. Müslümanların rahat bir dönem beklentisi, ancak cihattan muaf tutulma beklentisi olabilir. Böyle bir beklenti de kulluktan muaf olma, hesap edilmeyeceği bir hayat yaşama beklentisidir ki, olduğu gibi hatadır.
Ümmeti Muhammed, korkutan bir ümmettir. Onun merhamet kanatları altında hayat bulmaya aday olanlar bile, onca rahmet görüntüsüne rağmen korkmaya mahkûmdurlar. Korkulmayan güç, merhamet için var olmuş olsa bile rağbet görmez. Bu nedenledir ki, Müslüman nesillerin en zayıf durumları bile İslam'ın karşısında kendisine yer biçenler için tehdit unsuru olarak görülmüştür. Ellerinde her türlü teknolojiyi ve silahı bulunduranlar, Müslümanları bir kaşık suda boğabileceklerine dair iddialarını dillendirdikleri hâlde, iki asır sonrası için bile oluşabilecek bir 'İslam Korkusu' ile yaşamaktadırlar. Bu korkuya da mahkûmdurlar. Elimizdeki vahiy dayanaklı bilgi, bu korkuyu teyit etmektedir. Mü'min, esasen bir aylık mesafede iken de ona düşman olanların, onu hesap dışı bırakamayacakları bir kimliğin sahibidir. Bunu, en az düşmanları kadar mü'minler de idrak etmiş olsalardı keşke! Âl-i İmran suresinin 151. âyetinde bu anlam gayet açık bir şekilde okunmaktadır.
Ümmeti Muhammed olgusu içinde insanlar kadar cinler de bulunmaktadır. Biz, iman edenler olarak saf tutarken, sağdan saymaya başladığımızda insanları sayıp cinleri sayamıyorsak da, onların da bu ümmetten olmaları Kur'an'la bildiğimiz gerçeklerdendir. (Ahkaf suresi 29-32. Âyetlerinde bu ayrıntı görülebilir.)
Mü'minlerin, ümmet olmalarının bu gereğini sırf ahiret kazancı ile yapmaları imanlarının sonucudur elbette. Bu sonuç onların, dünyada nimetler içinde olmalarına engel değildir. Ahiret için çabalarken dünya nimetleri bulmak da onların hakkıdır. Çünkü mü'minlerin çalışmalarından elde edilecek sonuç, bütün insanlığın yararına olacaktır. Mü'minler olarak bulundukları yerde zulmü kaldıracaklar, iman etmemiş insanlara bile huzur sebebi olacaklardır. Bu da onların elde ettikleri dünya nimetlerinin kendilerine helal olmasının nedenidir. Sadece faizsiz bir toplumu sağlamış olmaları bile insanlık adına büyük bir kazançtır. (M. Gazete, Nurettin Yıldız)
Böyle bir planlamanın yürütücüsü konumundaki bir ümmetin coğrafyasından acılı haberlerin eksik olmamasında şaşılacak bir durum yoktur. Davası ağır olanın sıkıntıları da ağır olacaktır elbette. Büyük davaların küçük planları olamaz. Bütün insanlığı kuşatanların bütün insanlık kadar sıkıntısı olmalıdır. Tabii olan budur. İnsan, coğrafyası değiştikçe sıkıntıları da değiştiği için insanı gaye edinen bir dinde her coğrafyada farklılık gösteren sorunlarla baş başa kalabilir. Ayrıca bu mücadelenin on dört asrı aşkın bir zamandan bu yana sürüyor olması, on dört asırlık birikimiyle görülmesini de gerektirmektedir.
Selam ve dua...