SENİ ALLAH İÇİN SEVİYORUM
MERAL YAĞMUR
Sevmek nedir can?
Bir çift kurşun göze vurulmak yada bir efsunlu söz mü tutulduğumuz. Salınıp giden bir endâm mı etkileyen. Bir duruş, bir bakış, bir gülüş mü. İnsani görüntüler, insanilatifeler mi...
Nedense sevgiden ve aşktan dem vurunca iki kişilik bir etkileşim şekli anlaşılıyor.Sahi; var mıydı aşk diye bir duygu. Yoksa biz eksikliklerimizi aşk mı zannettik. Varlığından yoksun olduğumuz bulduklarımızı da hayatımızın bir yerlerine yerleştirip ne de çabuk alıştık değil mi?
Zirâ düne kadar yoklardı, yokluk acı idi. Bugün varlar ve biz onları hep garanti biliriz de kıymeti kalmaz.
Ne vakit kaybetme hissi sarar ruhu, kalbi, yüreği. İşte o vakit o korkuyla hiç bulmamış gibi yine çırpınmaya başlarız, vaveylâ ile...Oysa yok iken farkında bile değildik olmayışlarının. Bulduk,şaşırdık varlığa, hayret ettik. Sahiplendik ,şımardık. Sonra hep sahibi bildik nefsimizi.Halbuki insanın hamuru bir nutfe sevgiden yaratılmış.Vahdaniyetten halk edilmiş ve Ehadiyet sudûr etmiş. Allah (cc) halefim dediği ademoğluna bütün esmasını derç etmiş, "benim fıhristem" demiş ve kâinatında insanın fıhrıstesi tayin etmiş.
Ve insan; fıtratına uygun her bir kâinat eserini seven, kalp gözüyle bakan, yaradılış sebebini tanıyan insan..!
Müsebbebâtı esbaptan değil, direk sebepleri izhar edenden bilmesi gerek. O vakit muhabbet, sevgi, aşk ne adem olur ne de madum kalır vesselâm.Bununla birlikte hizmetimize sunulmuş her şey ya hakikaten ya bizzat veya neticeleri itibariyle güzel yaratılmış. Bu güzellik, Allah' ın her şeyi kuşatarak sahiplenmesi, terbiyesi ile beslemesi ve merhametinin her şeyi içine alması ile her şeye ve herkese kendini belli edip sevdirmesidir.Yol ömür, yürümek ise faniliğini hatırlatır insana. Anladığımızı ve anlaşıldığımızı düşündüğümüz iletişim odaklarımız çoktan vazgeçilmiş ve onu kuşatan sadece yalnız bir sevgisizlik olarak kalmış dünyamızda.Ve sevgi emek ister, sorumluluk ister, tanıma ve saygı ister. İnsanın insana sunabileceği en ölümsüz armağandır sevgi. Doğumdan ölüme dek süren şahitliğiyle, muhatabı olduğumuz yaşam içerisinde devam eden tek dayanağımız sevgi olmalı.
Derler ki sadece sevgi iyileştiricidir, çünkü insanın içindeki tüm hastalıklar sevgi eksikliğinden kaynaklanır.Bir bilge doktora sormuşlar: " En faydalı ilaç nedir diye ? "
O da: " İlgi ve sevgi " demiş,
" Ya işe yaramazsa " . " O zaman dozu artırın..! "
Bazen öyle bir an gelir ki, düşüncelerimiz derinleşir, netleşir ve bakmışız ki hayatta her şey geride kalmış ilerleyen sadece zaman. Hesapsızca giden zamanı durdurmak ne mümkün. Geride kalanı da taşıyamıyoruz bu güne. O halde ne kalıyor elimizde güzel olandan başka.Bir ibrikten süzer gibi, bir elekten geçirir gibi elemeli insan dünü, bugüne katmalı. Tam da ânı yaşarken, aldığı her nefesi yorulmadan vermeli aheste aheste en kıymetli hâl ile... Gelecekten kaygı duymamanın da çok sağlam bir yolu var aslında. Güçlü bir iman, net bir duruş, tam bir teslimiyet.
Ha bir de bir şeylerin muhasebesini yapmak da anlamsız. Mutsuz ediyor ayrıca ve ağır bir yük oluveriyor duygu bariyerlerimizde.Hayatta en önemli ve kıymeti sonsuz olan nedir diye sorarsanız bana, koşulsuz sevmek, sevilmek, değer vermek, değer görmek, anlamak ve anlaşılmak diyebilirim.
" İnnî Ühibbüke Fillâh ”Ne güzel mânâ vardır bu eşsiz ifadede.
" Ben seni Allah için seviyorum..! ” diyebilme duasıyla ...Sevgi, muhabbet, aşk ile.
İSLAM FELSEFESİNİN MAHİYETİ ÜZERİNE
HAKİM ÇİFTÇİ
Bir hayli tartışma konusu olan İslam felsefesi tabiri; bu alana yönelik çalışma yapan araştırmacı ve incelemede bulunan fikir adamlarınca farklı tarzlarda isimlendirilmiştir. Kimine göre Arapfelsefesi ya daArapça yapılan felsefe diye nitelenen bu alan, kimine göre ise Arap kültür ve medeniyeti içerisinde Arap dili ile yapılan felsefe olarak ele alınmıştır. Yine Arap İslam felsefesi de farklı düşünürler tarafından kullanılmıştır. Bu farklı isimlendirmeler esasında XIX. Yüzyılın sonlarında İslam dünyası üzerine yapılan oryantalist çalışmalara dayanmaktadır. İslam dünyasına Bağdat merkezli sistematik tercüme ile taşınan felsefe, İslam’ın tarih sahnesine çıktığı XIII. Yüzyıldan itibaren öncesinden aldığı destekle kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştır. Antik ve Helenistik dönemde Akdeniz havzasında üretilen felsefe ve batı düşüncesi (grek) doğrudan Arapçaya değil Süryaniceden Arapçaya tercüme edilmiş, İskenderiye üzerinden taşınan bu gelenek İslam dünyasına aktarılmıştır.
İslam dünyasına tevarüs eden bu düşüncenin hikmet olarak görülmesi bu düşüncenin intikalini kolaylaştırmıştır. Çünkü insanda bil kuvve bulunan hikmet (İslam’a göre) felsefeden daha geniş muhteya sahiptir. Yine İslam düşüncesine göre var olan ezeli hikmetin(hikmet-i xalide) Kur’an tarafından sarp bir yokuşa benzetilmesi; her ne kadar tam olarak idraki mümkün olmasa bile onu aramaya sevk etme-si sözü geçen tevarüsün hızını arttırmıştır. İntikali gerçekleşen bu felsefenin temel karakterini uzlaştırmacı bir biçimde Eflatun ve Aristoteles’in metafizik ilkelerini Yeni Eflatunculuk ismiyle uzlaştırma çabası oluşturmaktadır. Klasik felsefenin oluşturduğu Yunan felsefesi,Ortaçağ ve İslam felsefesi; Nazari(teorik) ve Ameli(pratik) olarak ikiye ayrılmıştır. Sırasıyla İlahiyat(metafizik),Riyaziyat(matematik),Tabiiyyat(pozitif bilimler) teorik olarak sınıflanmış;Tedbirulnefs(ahlak),Tedbirulmudun(siyaset),Tedbirul menzil(aile yönetimi-ekonomi) ise pratik olarak tasnif edilmiştir. İslam dünyasında buna el felseFe yani belirli felsefe denilmiştir. Zaten öncesinde de hikmet kavramıyla felsefeden de geniş bir hakikat arayışı mevcudiyetini koruyordu. Yukarıda bahsi geçen tasnif ve tanımın İbn-i Sina’nın da tasnifi olduğu, İbn-i Sina’nın günümüzle kıyaslandığında alt dallarından tamamen soyutlanmış, sadece bir düşünce-çözümleme halini almış felsefenin farklı olduğunu söylemek gerekmektedir. Farklı olmasına rağmen İbn-i Sina aydınlanma sonrası felsefeyi daha o dönemden kesin sınır ve çizgilerle tanımlamıştır.
İslam düşüncesinin mütemmim bir cüzü halini almış felsefe diğer üçayağı olan kelam,tasavvuf ve fıkıh usulü ile ciddi bir etkileşime girmiştir. Yani yakın dönemlerde din ile felsefenin çatıştığı iddiası, hangisinin hakikat olduğu problemi İslam felsefe geleneğinde yer bulamamıştır. İslam filozofları temelde profesyonel bir din uzmanı olmasalar bile kendi dini hakikatleri ile felsefe arasında bir uzlaşı çabasına girmişlerdir. Kendi dinlerinin felsefesini yapmamış fakat Müslüman kimliklerini de bir kenara koymamışlardır. Bütün bu olgulara baktığımızda İslam felsefesinin İslam kültür ve medeniyeti içerisinde yapılan felsefe olarak görmek isabetli olacaktır. Zira İslam felsefesinin başına getirilen İslam kelimesi İslami felsefe ya da İslam dininin felsefesi olarak görülmemelidir. Yine o dönemde etnisite değer taşımadığından İslam filozofları içerisinde ırk öne çıkmamış, filozoflar hiçbir etnik köken ve ırkla anılmamıştır. Yapılan felsefe de belirli bir grubun felsefesi olmamıştır. Zaten gayrı Müslim kitlede başlarda İslam felsefesinin içerisinde yer almış daha sonra Farabi veİbn-i Sina ile Müslümanlara has kılınmıştır.
İslam medeniyetinde yapılan İslamilikten ziyade Müslümanların yapmış olduğu felsefe olan bu alan özgünlüğü ile de varlığını korumuştur. Çünkü kurmuş oldukları sistemleöncekilerden devraldıkları birçok problemin üstesinden ustalıkla gelmişlerdir. Fakat bazı farklı düşüncelerden etkilenmiş olmalarından dolayı Gazali, Fahrettin Razi, İbn-i Teymiye gibi düşünürlerden ciddi eleştiriler almış, gayrı İslami olma iddiasıyla suçlanmışlardır. Tabi bu karşıtlık gitgide iyi bir entelektüel ortam hazırlamış Fahrettin Razi sonrası dönemde artık felsefe bilen kelamcı, sufi ve fakihler ortaya çıkmıştır.
BİR ANNE EKSİKTİ
KADRİYE KARADENİZ
mutfak kapısından
kahvaltımızı hazırlayan babamı izledim
masada bir tabak
mutfakta bir anne eksikti
banyoda bir bornoz, bir diş fırçası
çamaşır suyu ve bir anne eksikti
salondaki çiçeklere su,
tül perdelerini altında rengarenk çiçekler
televizyondaki programlar
bir anne eksikti
anahtarlıkta bir anahtar,
ayakkabı dolabında bir anne ayakkabısı
bir anne eksikti
mutfağın sokağa bakan camından
babama hayırlı işler diyen
bana hayırlı dersler diyen sesiyle
bir anne eksikti
sokakta halimi hatırımı soran
iyi bakmamı söyleyen dilekleri vardı ama
yolladıkları bir selamda biri eksikti,
bir anne eksikti.
KISKANÇLIK
ŞERİFE HALİSE SELÇUK
Ben insanların gözlerine uzun uzun bakmayı sevmem. Çünkü gözler bizim anlatamadığımız, söze dökemediğimiz duygularla kaplıdır.
Duygularımız bizim hayattan zevk almamızı sağlarlar. Duygular eğlencelidir aslında, hissetmeyi seven biri için. Tam tersi olarak da duygularımız bizi mahvedebilir. Bizi bir kuyuda yalnız kaldığımızı hissettirebilir. Şöyle bakarsak duygular her şeydir aslında. Hem bizim yaşam ilacımız olup hem de hayatı zehredebilir. Bu duygular arasından ben size kıskançlığı açıklamak istiyorum.
Kıskançlığın ne kadar büyük bir boyutta olduğunu sizde biliyorsunuzdur. Onların hepsini bu yazıda sığdıracağımı düşünmüyorum. Sadece dikkatimi çeken birkaç özelliklerinden bahsedeceğim.
Değersizlikten doğan bu duygu insanı yiyip bitirir. İnsani ilişkiler arasında hep bir öfke, nefret bulunur. Kıskançlık insanın gelişmesini engeller, sürekli başkalarına kafa yormaktan kendilerine vakit ayıramazlar. Sürekli bir döngü içerisindedir bu olay. Değersizlik hissi doğalarında vardır. İnsanlar kendilerine verilmesini istedikleri değerin başkasına verildiğini görmeye katlanamazlar. Kendi yalanlarına inanan bir karakter ortaya çıkarırlar ve ardından bu yalanları çevrelerindeki insanlara inandırmak kalır.
GEL ARTIK
KEVSER AŞIK
Karanlıkta parlayan
gündüz ışık saçan
kimsin sen..
Belki çok tanıdık
belki hiç tanışmadık
bulaşıcı mı bu parlaklık
parıldamayı kesmeden
ışığın sönmeden
gel artık.
YARIM KALAN HAYATLAR
ALARA AZBOY
Eksik kalan sevgi
yarım kalan bir vücut
ve hiç yaşanmayan hayaller
Bitkinliğim, yorgunluğum
gözlerimden anlaşılıyor
eskiden ona bakınca
parlayan gözlerim
şimdi çaresizliğimi
şiirlere dökerek anlatıyor.
YÜREĞİ GÜZEL İNSAN
MURAT TURAN
Cennetin güzelliklerini yansıtan
Aydınlığıyla güneşi utandıran
Nuruyla yeryüzüne huzur saçan
Islanan göz pınarlarını güldüren
Mutluluğun beşer hali güzel insan
Ay ışığına benzeyen güzel gözlerin
Baharın var oluşunu hatırlatır umutlu yarınlara
Leylaklar gibi açarsın gönül bahçelerine
Adını gizli tutacağım
Meftun olmuş ufacık yüreğimde
Muhabbetin bende bir sır gibi
Ay ışığında düşlerim içimdeki özlemi
Hayalin bende gizli bir düş gibi
İçimi ısıtır sözlerinin inceliği
Nurun arşı aydınlatır
Uzak diyarlardan sevgiyi taşır
Rüzgârların eserken yüreğimde
Âşıklara boyun eğdirirsin
Taş kalplilerin bulunduğu şu mahzun dünyaya
İsminin güzelliğini yansıtmaktasın
Kaybolmuş hayatlara
Ve sen yüreği güzel insan
Gönlü gök gibi, cam gibi kırılan
Kırılmış yüreklere merhem olan
Hüzünleri sevinçlere taşıyan
Bir melek gibisin yeryüzünde, güzelliği dağıtan.
UMUT İPİ
GAZEL YİĞİT
Okuduğu onca kitaptan sonra hayatına eskisi gibi nasıl devam edebilirdi ki. Açtığı her sayfa onu başka bir dünyaya götürüyorken sadece kendi gördükleri ile nasıl yetinebilirdi. Sayfa sayfa hayat yüklemişti sırtına. Binlerce değişik duygu, bakış, yakarış.
Unutamazdı artık, çıplak ayakla harabe evlerin olduğu sokakta dolaşan çocuğu. Yıllarca oradan oraya savrulmuş dünya güzeli o kızı. Sevdiği adamı ömür boyu beklemiş kadını. Bütün aile bireylerini kaybetmiş o genç adamı. Herhangi bir yere baksa yaşlı adamın torunlarını beklerken ki umutsuz bakısı gelir aklına. Fazla uzağa gidemez, hüzün dağına çarpıp geri döner gözlerinin feri. Bir şeye sevinecek olsa gülüşünü bir duvar dibinde sevgilisinin gidişini seyrederken kaybeden o kadın düşeraklına. Üzülecek olsa, kışın ortasında konserve kutusundaki ateşle ısınmaya çalışan küçük çocuk bir şükür kondurur dudaklarına.
Şu çok garip olacak ama doğru. Suyu fazla açsa tarihin dalgalarına binip gelen tek gözünü yitirmiş bir kahraman vanayı tersine çevirtir. Ardından gelecek nesilleri hatırına düşürür. Canı sıkılsa ruhu daralsa paslı zindanda kuru ekmek yiyen bir mahkûmun satırları sarar etrafını. Kalk yaşa istediğin gibi der ona. Ne zaman bir karınca görse tembel ağustosböceğini düşünür:
''Yorulma, hayatın sana uzattığı umut iplerine tutun. Ve Yaradan’ın cömertliğini hatırla. Beni bile doyuruyorsa korkma sana biçilen kaderden,'' der ona. Okuduğu onca kitaptan sonra artık sadece kendi duygularını taşımıyordu yüreğinde. Ve bu ona ağır gelmiyordu. Aksine bir yüreğin ne kadar genişleyebileceğine şaşkınlıkla şahit oluyordu. Satır satır okuyordu evrende dönüp duran duyguları. Oluk oluk akın ediyordu yeni hisler yüreğinin kurumuş tarlalarına. Bir ip atsa bin balık tutuyordu dimağında. Bir karınca, bir bebek, bir kadın, tanımadığı kır saçlı bir amca. Hiç görmediği âşık bir oğlan. Hiç karşılaşamayacağı bir yeni gelin...
Fazla uzatacak değilim. Kısacası herkes, herşey parmaklarıyla çevrilmeyi bekleyen o sayfalarda gizliydi. Daha okunacak ne çok kitap vardı. Ufkunu genişletecek ne çok yeni sözcük. Matematik gibi zor çözülen kelimeler nasılda sıralanıyordu yürek çarkına.O ömrüne sığdırabildiği kadar insan ve anlayış sığdırıyordum.
Başkaları onu kitap okuyor zannediyordu.