Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri


“BİR RESSAMIN ÖYKÜSÜ”: ÇEHOV’UN, SANATÇIYI TOPLUM İLE SINAVI

HASAN ÖZTÜRK

Rönesans döneminin filozof ressamı Leonardo da Vinci’nin sanat yaşamındaki ilginç ayrıntılara odaklanan Leonardo’nun Yahuda’sı adlı romanda, eserlerine hayranlık duyduğumuz sanatçıların, bilindik ‘çalışma’ sözcüğüyle karşılanamayacak ‘yaratıcılık’ süreçlerini anlatan olaylara tanık eder bizi romancı. Santa Maria delleGrazie manastırının başrahibi, “Son Akşam Yemeği” tablosunu yapmayı üstlendiği halde uzun süre geçmesine rağmen tabloyu bitirmeyen sanatçıyı, manastırın hamisi Dük Ludovico Maria Sforza’ya şikâyet için Milano’ya gider çünkü onun isteği tablonun bir an önce bitirilmesidir.

Dük’ün, kendi odasında yüzleştirdiği başrahip ile ressam, başkalarının da hazır olduğu gergin bir ortamda gerekçelerini açıklar. Eserinin, “zamanını” beklediğini söyleyerek “Gerçek şu ki, ben bu esere, âşığın sevgilisine duyduğu aşkla bağlıyım.” diyecek ressamın iç dünyasından habersiz, yaratıcı sanat ile sipariş işi ayırt edemeyen başrahip, “Ben günde üç kere yemekhaneye gidiyorum ve şayet lütfedip de uğramışsanız, sizi boş boş havaya bakarken görüyorum. Siz buna çalışmak mı diyorsunuz! Beni koyun gibi kandırabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” paylamasıyla “öfkeden kıpkırmızı kesilerek” bağırır sanatçıya. Avusturyalı matematikçi romancı Leo Perutz (1882-1957)’un romanındaki bu dramatik sahneyle Anton Çehov (1860- 1904)’un bir öyküsü, ‘sanatçı’ ekseninde buluşuyor.

Dünyanın edebiyatında adını öykü türüne ekle(t)miş, söz yerindeyse öyküye ‘makas değiştirmiş’ Çehov, son yıllarının ürünü “Bir Ressamın Öyküsü”nde2, yaratıcı sanatçının toplumsallıkla ilgili sorunlarına değinir. İlk kez 1896’da yayımlanan öykü, “Sanatçının Hikâyesi” ve “Sanatçının Öyküsü” gibi adlarla da bizdeki değişik çeviri seçkilerinde yer almıştır. Başka pek çok öyküsünde sanat/edebiyat konusuna farklı yönleriyle değinen Çehov, anılan öyküsünde, adı verilmeyen anlatıcısı aracılığıyla sanatçının planlı ‘çalışma’ ve toplumsal ‘sorumluluk’ karşısındaki pozisyonunu tartışmaya açar.Olayın mekânı, taşradaki T. ilinin ilçelerinden birinde Belokurov adlı genç bir toprak ağasının eviyle misafirliğe gidilen bir başka çiftlik evidir. Yazgısının, “sürekli bir aylaklığa mecbur etmiş” olduğu anlatıcı, Belokurov ile birlikte aynı konakta kalırken ara sıra da yakın çevreyi dolaşmaktadır. Böyle günlerinden birinde eve dönerken bilmediği bir çiftliğe giren anlatıcıya, kendisini önünde bulduğu “çekme katlı beyaz bir ev” yeni bir yaşamın kapısını açacaktır. Genç toprak ağasının kaldığı ev gibi bir “bey konağı” olduğu anlaşılan evde yaşayan anne ile iki kızı, ağırladığı misafirleriyle sanat tartışmalarına ortam hazırlar. Üç kadın, yani anne ile kızları ve iki erkek, Belokurov ile anlatıcı arkadaşı, ilk buluşmada sanki uzun zamandır görüşüyorlarmış gibi samimi bir ortamın içinde bulurlar kendilerini.

Anton Çehov, öykünün hemen başındaki ilk misafirlikte, öykü karakterlerini tanımamızı kolaylaştıran anlatım ustalığı gösterir. Kız kardeşlerin annesi YaketerinaPavlovna, Moskova’daki bir sergide gördüğü tabloları hakkında kendisiyle konuşunca anlatıcının, “aylardır tek iş yapmıyor” olan bir ressam olduğunu öğreniriz. Evin büyük kızı Lidya (evdeki adıyla Lida), eğitmen ve Çiftçiler Birliği örgütünde aktif görevdedir, bu nedenle ressamla pek ilgilenmez. Lida, yakınlarını işe alan örgüt başkanı Balagin adlı çıkarcının yerinden edilmesi için Belokurov’dan örgüte üye olup, kasabanın gençlerini örgütlemesini ister. Oysa “eşek gibi çalıştığı halde kimseden anlayış görmemesi” nedeniyle üzülen Belokurov, toplumsal yaşamda öne çıkacak kişiliğe sahip değildir. Evdekilerin çocuk saydığı, ciddi konuşmalara katılmayan küçük kız Jenya (evdeki adıyla Misüs), ablasının aksine ressamla ilk karşılaşmada yakınlık kurar. Ressamın, sonraki günlerinde yalnız başına gidip geldiği konakta iki taraf belirginleşir: toplumcular ve bireyciler. Lida ile onun her sözünü onaylayan annesi ‘toplumcu’ olarak çalışmaktan yanadırlar. Buna karşılık ressam ve Jenya, bireycidirler ve ‘aylaklık’ yanlısıdırlar.

Evin büyük kızı Lida, tıpkı bir adanmış gibi kendisini doktor sayarak köylülere bakar, okumaları için başkalarına kitap dağıtır, çevre köylerin sorunlarıyla ilgilenir, Çiftçiler Birliği çalışmalarına katılır. Evin içinde “özel bir konumu” olan Lida, “bir gemide kaptan köşküne çekilen amiral, tayfalar için nasıl saygı duyulan bireyse o da annesi, kız kardeşi için aynı kutsal, biraz gizemli bir hava taşıyor” gibidir. Böyle de olsa yirmi dört yaşına gelmiş Lida, annesinin “insan biraz da kendini düşünmeli” diyerek “Ne zaman evlenecek bu kız?” diye kaygılandığı genç kızdır. Evlerine sıklıkla gelen, annesinin az çok alıştığı, kardeşininse çok sevdiği ressamı “manzara resimlerinden başka bir şey çizmediği” ve resimlerine “halkın yoksulluğunu konu etmediği” için kendisine uzak bulur Lida. Küçük kardeş Jenya ise “aylak bir yaşantı içinde” geçip giden günleriyle ablasının büsbütün karşıtıdır. Onun ablasıyla asıl karşıtlığı, “pek çok şeyi bildiği”nden kuşkusu olmayan konuk ressamdan, kendisini “sonsuz derecede güzel, kolay anlaşılmayan olgular dünyasına götürme” beklentisidir.

Çehov, öyküsünün ilk kısımlarında anlatmayı öncelemişken üçüncü kısımda gösterme yöntemiyle ‘sanatçı’ eksenindeki çatışmayı dramatikleştirir. Lida, günlük rutin etkinliklerini tamamlayıp eve geldiğinde, kendince kutsallaştırdığı çalışmalarını annesine anlatırken bir yandan da “peyzaj ressamı beyler bu konuda biraz kafa yorsalar iyi olur” sitemiyle toplumsal yaşamla ilgilenmeyen ressamı eleştirir. Lida’nın bu alaysı sözleri, açık bir suçlama yanında örtük bir küçümsemeyi de barındırır. Bilindiği gibi erkek ressamlar, kadınları atölyelerinde çıplak model olarak kullanılırken sanat çevrelerinde kadın ressamlara çıplak erkek ya da kadın modelle çalışma olanağı verilmemiştir. Bu yasak nedeniyle kadınlar da günlük yaşam ve manzara ağırlıklı resimler yapmak zorunda kalmış, ‘peyzaj ressamı’ olarak bilinmişlerdir.

Varlığını topluma adamış Lida’ya göre, sağlık ocağı olmadığından doğum yaparken bir kadının ölmesi benzeri konular, ressamın umurunda olamaz. Oysa hiç de öyle değildir, sanatçılar da güncel ve toplumsal sorunların karşısında büsbütün duyarsız değildirler. Onların ilgisi, kamusal alanda açıkça görünen değil de Edward Said’in entelektüel için söylediklerinin benzeri, “kuşkucu, kendini dur durak bilmeksizin akılcı sorgulamaya ve ahlâki yargıya adayan bir bilince yaslanan faaliyetler” sayılabilir. Lida’nın anlattıklarıyla ilgili olduğunu söyleyen ressam, modern çağın insanları çok çalıştırarak köleleştirdiğine dair düşüncelerini kürsüde ders anlatır gibi anlatır ‘iş sever’ Lida’ya. Köylülerin dayanılmaz iş yükü altında ezildiklerini, onların, “yaşamları boyunca insan olduklarını düşünmüyor; kime, neye benzediklerini akıllarına getiremiyor” olduklarını, “vaktinden önce çöküyor, çürümüşlük, pislik içinde genç yaşta ölüyor” oluşlarını anlatan ressam, insanlara “altlarından kalkmakta zorlanılan yeni yükümlülükler getiriyor; kitaba, öbür ıvır zıvıra para harcamaları gerektiğinden daha çok çalıştırarak bellerini daha çok büküyorsunuz” paylamasıyla bitirir ilk dersini.

ÜÇ EN BİR KA

MUSTAFA AYYÜREK

Geciktim…

Tüm öfkesiyle dönüp bana baktı

Titreyen vücudunda yumruklaştı elleri

Tüm hışmıyla döndü bana baktı

Kapıyı çalamadım, içeri giremedim

Telaşlı, endişeli, kaskatı silueti ruhumda sancırdı

Öyle olunca anladım

Neden geciktiğimi

Odanın kapısı…Duvarları yıkık dökük

Ve tavan yer tarafından yutulmuş

Gamla kederle, Yüz binler endişeyle

Gözler gökyüzüne dikilmiş, bomboş ve sönük

Hüznün en beyazı çökmüş üzerlerine

Hareket yok, kıprama yok, sıcaklık yok

Gönlü dağlayan solgun ışık

Neden geciktin der gibi

Eski neşeler acıyla yer değiştirdi

Hâlbuki sıcacık elleri daha dün avucumdaydı

Pembe yanaklarını okşayıp

Yavrum uyan demiştim

Oysa ben, ben hep gecikirdim

Öperken veya tutarken ellerini

Severken veya kıymet bilirken hepsini

Titreyen bir alev gibi üşümüştüm

Mevsiminde sararan yaprak gibi dökülmüştüm

Eski neşeler acıyla yer değiştirdi

Hâlbuki daha şimdi gözleri gözlerimdeydi

Al al yanaklarını değdirip dudaklarıma

Sevdiceğim esaret benim payım demiştim

Eski neşeler acıyla yer değiştirdi

Hâlbuki demin çatlamış ayakları alnıma değmişti

Anam, babam, bacım, kardeşim deyip

Koca bir tahta kurulmuştum daha demin

Ah dilim acıyor, kalbim kıymık gibi saplanıyor

Az evvelki solgun ışık da neydi

Ah acıyor kalbim, kıymık batıyor dilime

Bu sallantı, bu zelzele, bu yıkılmışlık

Bu bilinmez yazgı, sarsıntılı dökülüş, yer yarılması

Bunlar sadece arzda mı oluyor sanırsın

Senin, benim, onun böğründe

Geciken bir ben miyim sanırsın

Pembe yanakları henüz soğumuş bir bebeğin

Bir kelebeğin, üveyik kuşunun

Zemheride kırkı çıkmamış annenin solan gönlünde

Bahara kalmadı sürur, ezildi üveyik kuşlarım

Ramazana yetişmediler, sevinci kalmaz artık bayramların

Geciktim, neden, nasıl, niçin geciktiğimi…

kime geciktiğimi bilmeden geciktim.

EMRE ÖĞRETMEN

KADRİYE KARADENİZ

Sonunda bir köye atandı Emre öğretmen.Bursa’dan da ayrılmak istemiyordu ama gidecekti, başına neler gelecek bilmiyordu.

Genç Öğretmen Emre, köye geldi ve köylüler onu tanımak ve tanışmak için sohbet muhabbet ettiler.Bu durum onun hoşuna gitmişti. Köyde iletişim ve gözlemleme yapmak için gezintiye çıkarken bir çobana rastladı ve konuşmaya başladı.Çoban Servet’in Mahmut ağanın kızı Leyla’ya olan aşkını söylemesine şahit olmuştur. Bir zamanlar kendisinin unutamadığı aşkını hatırlaması üzerine köyün yukarısındaki Göğerbeli denen arazide siyanürle altın çıkarmaya hazırlanan şirketi ile işe gitmeye çalışan köylüleri gördü. Bu olanları fırsat bilen Servet ve Leyla, Emre Öğretmenin evine sığındılar çünkü Sevde'yi Adıgüzel ile evlendirmek istediklerini söylüyorlardı. Emre Öğretmenin evinden kaçarken tüfek kurşunlarına yakalanarak iki aşık dünyadan göçüp gitti.

HÜZNÜN DİLİ

 EBRU TAŞDEMİR

Yeryüzündeki hüznü konuşturalım. Dünya sessizlik kaldıramaz. İlk ben anlatmak isterim ama benim hüznüm biraz ketum ya da  söyleyecek sözü yok bilemiyorum. Tehdit edildiğinden şüpheleniyorum... bu susuş normal değil yardım edin ....

Geç kaldık galiba, dili koptu bu hüznün. Geveledikçe lafı  ağıtlarımla boğdum sesini. Bir dil borçluyum hüznüme. Ya da bir dünya. Susmanın yasak olduğu bir dünya. Şimdi kime kızayım ki ben? Bana geç kaldığınızdan dolayı size mi, kimseyi içine almayıp, kapı aralığında dursunlar isteyen kendime mi?

Hem su istedim onlardan hem de ateşime dokundurmadım. Kimse ellerinde suyla bir ömür kapı önünde duramaz ki! Eller titredi su döküldü ateş daha da harlandı. Artık su da söndüremez, önünü alamaz bu ateşin. Bir tek toprak galip gelir ateşe. Toparlanın, ilk isyanın gerçekleştiği yere  gidip göz atalım. Toprağın ateşe galip geldiği ilk isyan yerine.

Karganın ilk öğüdünü almaya, Habil’den arta kalan toprağa mirasçı olmaya, Habil’i örten toprak benim hüznüme de kucak açar...

MEHMET ÖĞRETMEN

LEYLA ÇİÇEK  

On bir Mart sabahı açıklanan öğretmen atama sonuçları, Bursa’dan uzak bir köye atanmış olan genç öğretmen Mehmet ilk defa şehirden uzaklaşacaktı, köydeki insanlar ile nasıl anlaşacağını, köy hayatına nasıl aşılacağını kara kara düşünüyordu.Nihayet göreve başlamanın zamanı gelmişti, görev yerine gitmek için yola koyuldu.Köye vardığında Salih isimli muhtar onu karşılamıştı.Salih muhtar “ Hoş geldiniz, hoş geldiniz, çok şükür Allah’ım sonunda köyümüze bir öğretmen geldi.”

Mehmet öğretmen ve Salih muhtar bir kahvehanede sohbet etmek için otururlar. Muhtar, Mehmet’in çekingenliğini anlayarak “Bu köye giren ilk öğretmen sensin, ne için çekinirsin bundan böyle seninde köyün.“ Mehmet öğretmen “Bu köye giren ilk öğretmen ben miyim? “Salih muhtar: “ Evet sizsiniz.“ diye karşılık verir. Mehmet öğretmen: “Peki bunun sebebi nedir ?“ Salih muhtar: “ Köyümüzde çıkan bir yangın, köyümüzün kül olmasına sebep oldu, toparlanmamız çok uzun sürdü, çok can kaybettik, çok emek verdik ve nihayet köyümüz gelişti ve ilk öğretmen siz oldunuz.“

Mehmet öğretmen halk için üzgün olsa da kendine güveni artmıştı. “ Salih Ağabeyim sizin içiniz rahat olsun, çocuklarımıza iyi bir eğitim vereceğime söz veriyorum.“ Salih muhtar: “Bundan hiç şüphem yoktur, yarın mektepte görüşürüz, Allahaısmarladık.“ deyip öğretmene kalacağı yeri gösterdi. Ev eski bir ahşap evdi, yerde bir sünger ve yastık vardı, küçük ve şirin bir mutfağı vardı evin, Mehmet öğretmenin umduğundan kötü bir evdi, yerdeki süngerine uzanarak uyumaya çalışıyordu fakat heyecandan gözüne uyku girmiyordu, nihayet uykuya daldı.

Sabah Mehmet öğretmen karnını doyurmak için köyde alışveriş yapacağı bir yer aramaya çıktı, o sırada rastladığı birisi, hoşgeldin Öğretmen, buyurmaz mısınız kahvaltı yapalım. Mehmet öğretmen kabul edip içeri girdi, Halil ağanın misafiri oldu.Evdeki insanlar çok samimi ve cana yakındırlar, sofrayı kuran Halil ağanın kızı Zeynep’i görür görmez unutamadığı sevdiği aklına geldi.Sevdiği kızaçok benzeyen Zeynep, Mehmet öğretmenin duygularını karıştırdı.Mehmet öğretmen “ Bana müsaade her şey için teşekkür ederim.“Halil ağa: “ Allah yolunu açık etsin, her zaman buyur gel.“ deyip uğurladı.

Okula gelir ve öğrencilerinin onu dört göz ile beklediğini görünce onları içeriye aldı. Öğrenci nüfusu oldukça fazlaydı.Bu nedenle Mehmet öğretmenin gözü korkmuştu, onun için çok zor geçeceğini anlamıştı. Öğrencilerine kendini tanıttı ve çocuklarında tanıtmasını istedi, çok öğrenci olduğundan neredeyse vaktin sonuna gelmişlerdi. Mehmet öğretmen “Haydi çocuklar, yarın sabah ezanından bir saat sonra mektebe gelmelisiniz. “ dedi. Mektepten evine doğru ilerledi. Hava çok soğuktu bir kahveye girip onun yaşlarında bir gencin tek başına oturduğunu gördü. Mehmet öğretmen “ Oturabilir miyim? “ Genç: “ Tabii kibuyurun, siz yeni gelen öğretmensiniz herhalde? “ Mehmet öğretmen gence ismini sordu: “ Evet yeni geldim, isminiz nedir?“ Genç: “Hasan“ diye cevap verdi. Mehmet öğretmen: “Memnun oldum Hasan, ne iş yapıyorsun hep buralarda mı duruyorsun?“ Hasan “Yok öğretmen, ben çobanım, hayvanları bıraktıktan sonra gelir bir çay içer evime giderim.“ Mehmet öğretmen: “Demek çobansın, iyi denk geldi evimde yiyecek bir şeyim yok, bana küçükbaş bol etli bir hayvan satabilir misin?“ Hasan: “Anama söyleyeyim, peynir, yumurta versin bir kaç gün idare ediver sonrasında etini de getiririm.“ Mehmet öğretmen “Sağ olasın Hasan.“ Hasan “Nedemek öğretmen, haydi kalkalım evinizi öğreneyim anamın hazırlandıklarını evinize getiririm.“deyip

Eve doğru giderler, Mehmet öğretmen evine girer ve çay suyu koyup Hasan’ı bekler, bir kaç saat ardından anasının hazırladıklarını bırakır. Mehmet öğretmen”Hasan getirdiklerinin parasını yarın ödeyeceğim. “Hasan “İstemem para canın sağ olsun.“ deyip evine gider.Mehmet öğretmen yemeğini yedikten sonra, yatağına geçer ve Sabah ezanı okunduktan sonra üzerini giyip mektebe doğru yola çıkmıştır.

Mehmet öğretmen çocuklar ile selamlaşıp masasına oturdu. Okulun kitapları henüz gelmemişti, bu yüzden kitaplar gelene kadar çocuklar ile daha sık iletişime geçer onları daha iyi tanır, çocuklara şehir hayatını anlatır, çocuklar hayran bakışlar ile dinlerler. Mehmet öğretmenin dikkatini cam kenarında derin düşüncelere dalmış gariban görünümlü bir çocuk çeker, Mehmet öğretmen çocuk ile konuşmak için sınıfın boşalmasını bekler, sınıf boşaldıktan sonra, çocuğun yanına oturur ve ona neden katılmadığını sorar. Çocuk cevap vermez: Mehmet öğretmen “ çocuğa ısrarla sorular sormaya devam eder.“ Çocuk yine cevap vermez.

Mehmet öğretmen: “Bana cevap vermezsen, baban ile konuşacağım.” dedi. Çocuk ağlamaya başlar ve koşarak sınıftan çıkar. Mehmet öğretmen çocuğunu neden ağladığını anlamaya çalışır. “Acaba üzerine çok mu gittim de ağlatım, ah kötü bir öğretmenim küçücük çocuğun kalbini kırdım “ dedi mektepten çıkarak Hasan’a getirdiklerinin parasını vermeye gitti, Hasan’ı gördü fakat Hasan hızlı hızlı ilerliyordu, Mehmet öğretmen, Hasan’ın arkasından ilerledi, Hasan ahıra girdi ve arkasından Halil ağanın kızı Zeynep’inde oraya girdiğini görür ve şüphe duymaya başlar, Hasan’a parayı vermek için ahıra girdi. Mehmet öğretmeni gördükleri gibi şaşkınlıkla bakarlar, Mehmet öğretmen aralarından bir şey olduğunu anlar ve bozuntuya vermeden Mehmet öğretmen “Hasan dünkü getirdiklerinin parasını vermeye geldim buyur “ dedi. Hasan kabul etmedi, Mehmet öğretmen Hasan parayı almayınca samanlığın üzerine bıraktı ve oradan ayrıldı. Zeynep Hasan’a Mehmet öğretmeni tanıdığını söyler ve babası Halil ağaya beraber olduklarını söyleyeceğini düşünür.Hasan Mehmet öğretmenin arkasından koşarak “ öğretmen kurbanın olayım bizi gördüğünü söyleme “ Mehmet öğretmen “ sakin ol Hasan kimseye bir şey söylemem” dedi Mehmet öğretmen yol boyu düşünür, bugünün ne kadar karışık geçtiğini anlayamaz, evine girer ve yemeğini yedikten sonra uyur, sabah ezanı ile birlikte mektebin yolunu tutar.Mektebe kitaplar gelmiştir onları düzenler ve öğrencilerini bekler öğrenciler geldikten sonra kitapları dağıtır, cam kenarında oturan öğrencinin gelmediğini fark eder ve endişelenmeye başlar… Bir kaç saat sonra mektebe gelir. Mehmet öğretmen “ bugün niye geç geldin bakalım. “Çocuk “Özür dilerim.“ Mehmet öğretmen sınıfa karşı “ bugün dersimiz bu kadar toplanabilirsiniz “ dedi.Mehmet öğretmen, çocuğa “ seninle konuşmak istiyorum.“ dedi. Çocuk kafasını salladı. Mehmet öğretmen “Bugün niye geç kaldın bakalım .“ Çocuk “ İşteydim öğretmenim. “dedi. Mehmet öğretmen “Mektebe geliyorsun sen, bu yaşta ne işi.“ Çocuk sesiz kalır. Mehmet öğretmen “ annen baban ne iş yapıyor.“Çocuk: “Yok. “ Mehmet öğretmen “ ne yok annen baban mı? “Çocuk kafasını salladı. Mehmet öğretmen “Onlara ne oldu?“Çocuk “Yangında kül oldu melek oldular.“ Mehmet öğretmen “Kimin ile yaşıyorsun?“ Çocuk “ ninem ile kalıyorum çalışıp nineme bakıyorum.“

Mehmet öğretmenin gözleri dolar, o ailesinden uzak kalmayı acı sanırken, bu küçücük çocuğun yaşadıklarını kaldıramazdı, kendi kendine “ zavallı çocuk, zavallı çocuk.“ diye sayıklamaya başladı. Mehmet öğretmen “ ismin nedir?“Çocuk “ Ali“ dedi. Mehmet öğretmen “Ne güzel bir ismin var Âlim?“ dedi. Ali ile birlikte eve doğru giderler, Ali’yi evine bırakır ve kendi evine gider. Mehmet öğretmen, artık köyde yaşamaya, mektebe, öğrencilerine, köy halkına alışmıştı, görevinin hiç bitmesini istemiyordu, üç ay su gibi geçip gitmişti.Mehmet öğretmen mektepten eve giderken, Hasan’ın telaşlı onu aradığını görür. Hasan “Kurbanın olayım bana yardım et, bana çare bul“ Mehmet öğretmen “ Hasan sakin ol gel böyle oturalım da konuşalım “ dedi. Hasan “ Zeynep’i istemeye geliyorlar ben ne yaparım, nasıl dayanırım bu acıya.“ Mehmet öğretmen “Zeynep’in rızası olmadan olma Hasan sakin ol.“ Hasan “ Zeynep babasına karşı gelemez, Zeynep’im gidiyor ne çare, ne çare bu aşka “ diye haykırıyordu.Mehmet öğretmen, Hasan’ı çok iyi anlıyordu. Hasan’da kendisini görmüş gibiydi, oda sevdiğine kavuşamamıştı. Hasan’ın bu durumu yaşanmasını istemiyordu. Mehmet öğretmen uzun uzun düşündükten sonra “Hasan Halil ağa ile bir konuşayım istersen.“ Hasan “ yok öğretmen beni yaşatmazlar öldürürler, ben zaten vurulmuşum bari onun mutlu olduğunu göreyim.“ dedi.

Mehmet öğretmen Hasan’ın yanından uzaklaşıp, Halil ağanın evine gider. Hasan’a gideceğini söylemez. Hasan buna karşı geliyor olsa da Mehmet öğretmen, kendisinin yaşadıklarını Hasan’ın yaşamasını istemiyordu. Halil ağanın evinin kapısını çalar. Halil ağa “Hayrola öğretmen, buyur.“ Mehmet öğretmen “ Müsait misiniz, bir şey konuşacaktım.“  Halil ağa “ buyur oğlum“ dedi. Mehmet öğretmen “ Lütfen tepki göstermeyin, çok yanlış bir zamanda oldu, kızınızı istemeye geliyorlar doğru mudur?“ Halil ağa: “Doğrudur sen nerden bilirsin” Mehmet Öğretmen “Kara haber tez duyulurmuş ağam, çoban Hasan, kızınıza sevdalıymış, bu gencin kalbini kıramayın onlar birbirlerini severler, onları ayırmak yalnız Allah’a mahsustur “ dedi. Halil ağa “ Olmaz öyle şey bugün istemeye geliyorlar ayıptır, sonra ne konuşurlar hakkımızda öğretmen.“

Mehmet öğretmen “ haklısınız ağam Allah Mesut etsin, dedi ve oradan ayrıldı. Hasan’ada bir şey söylemedi. Evine gitti ve uyumak için yatağına uzandı. Hasan için çok üzülüyordu, ne çare bulacağını düşünürken uyuya kaldı. Sabah mektebe gitti, ders işlemeye başladı, dersin tam ortasında içeriye, Halil ağa girdi.Mehmet Öğretmen “Sizin burada ne işiniz var?“dedi. Halil ağa “Dün gece bir rüya gördüm,gönlüm razı olmadı dayanamadım geldim.“ Mehmet Öğretmen “Ne gördünüz anlatır mısınız?“ dedi. Halil ağa “Kızım hiç bir zaman gülmüyordu, hergün ağlıyordu, Hasan’ın ahını aldık herhalde hiç yüzümüz gülmedi.“ dedi. Mehmet Öğretmen “ Hayırlısı olsun.“ dedi. Halil ağa “Çoban ile konuş gelsin istesin Zeynep’i.“ dedi. Mehmet öğretmen “Çok sevindim, söylerim tabii ki.“ dedi.Mektep bitikten sonra, Hasan’ın evine gider kapılara vurur ama çıkan olmaz. Evde olmadığını düşünür ve ahıra bakmaya gider. Hasan’ın cansız bedenini gören Mehmet, donuk bir şekilde yere diz çökerek olanları anlamaya çalışır. Hasan’ın soğumuş cansız bedenine dokunur, yerde bir not görür ve okumaya başlar…

Zeynep’im, Güzel Yârim! Bu dünyada kavuşamayacağımızı bildiğimden öbür dünyada seni dilediğimden, elveda…

OLUR MU?

ERCAN ULUTAŞ

Aşk’ı seni tanıyınca tatmıştım

şimdi bırakıp gitsen olur mu?

yaşanmamış sayıp daha dünkü günleri

şimdi maziye ihanet etsen olur mu?

Hani yaşlı gözlerimi hep silerdin

şimdi mendilini atsan olur mu?

beraber içmiştik sevda şarabını

şimdi kadehini kırsan olur mu?

Sen hayallerimdeki hülyamdın

şimdi umutlarımı söndürsen olur mu?

dört mevsim açan çiçektin gönül bahçemde

şimdi boynunu büküp solsan olur mu?

Sen ilaçtın yaralı kalbimde

şimdi ızdırap olsan olur mu?

ben sen olmuştum sense ben

şimdi beni sen’siz bıraksan olur mu?

ANSIZIN

SULTAN NURTEN ERGİN

En derin duygulara kapılır ya

bazen insan

kapkaranlık kuytularda

gömülmek isterken

Fırtınalar kopmadan

çöller denizinden

ansızın bir sarsıntı

yaşarken silkelenip

deli dolu huylarını

atar beyninden

Sızlayan yaralarını yağmurlara

salar bedeninden

nedensiz üzülüp üzdüğü

canlar gelir gözü önüne

duygu dolu anlar yaşar

merhamet düşer kalbine

hayatın gerçeğini yaşarken

kendi kendine.

HOŞÇA KAL ÜLKESİ

YUSUF AYTEKİN

Vazgeç dedi, vazgeçtim aşktan

kalan hatıralarımdan

vazgeçtim aşk kokan satırlarımdan

vazgeçtim beni ben yapan tü aşk ruhlarından

vazgeçtim sevişmelerin tüm yollarından

Uzaklaş dedi;  uzaklaştım sevda kapısından

uzaklaştım gönül denen gül bahçesinden

uzaklaştım huzur veren gülmelerinden

uzaklaştım tenine doğan güneşten.

Bakma dedi, bakmadım

bağımlısı olduğum mimiklere kepenktim

gülen gözlere sınır taşı bırakıp kaçtım

yanaklara süzülen damlalara uzak kaldım

kalbimelimde, başım önümde kalakaldım

Sevme, dedi, yollarına uçurumlar bıraktım

aşk kapısına vurup gönül dağına kaçtım

deli çiçekleri bağrıma basıp içten yandım

duyan duydu sevdiğim ben deliliğe kandım

Seven sevilenden, sevdiğinden de uzaklaşır

duygu gel-gitlerinde boğulup içimde kızıştım

aşk sende hep mide bulantısı kalp kaldırmaz

hoşça kal ülkesi bu vefasızlıktan durulmaz.

SEVMEK

ZEYNEP ZENGİN

Sevmek

bazen vazgeçmekmiş

bende vazgeçtim

varlığının yokluğundan

Okunmamış dualarım vardı

gömülmeden okuduklarım

O kadar kötümü içim

o kadar karanlık mı

Vakti beklemeden gitmek

bir daha hiç görmemek

hissetmeme mi?

LUNAPARK

SÜREYYA ŞAHİN

Atlı karıncaları vurulmuş

binlerce dolabın döndüğü

korku tünelinde kahkahaların atıldığı

hayal kırıklığı yaşatan

iflasın eşiğinde bir lunapark gibiyim

niyet tavşanları niyet okumaya niyetsiz

iki ipte oynayan tek cambazın da

huyu suyu değişmiş

on ikiden vuramadığım

hedef tahtaları hedefi şaşırmış

pamuk şekerini suya düşürmüş

bir çocuk gibiyim.

Yüzünü gülücüklere boyayan

kalbinden kan denizi akan

içimde gri renklerin yas tuttuğu

palyaço yalnızlığı gibiyim

Açık hava sinemalarının

açık ara fark attığı günlerin

kapalı cezaevinde görüş günü mağduru

duvara çeltik atacak tırnağı dahi kalmayan

müebbet yemiş bir masum gibiyim..

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme