GİZLİ KALDI
NAZMİ SARAÇOĞLU
Gizli tut, dediler kimseye deme
Yıllarca sakladım yar gizli kaldı
Yazarken ismini açık eyleme
Dizelerde yandım har gizli kaldı
Kimi nisa sandı kimi bir melek
Sır gibi sakladım hep gizleyerek
İsmini, kül eden ateş bilerek
Yürekte sakladım nar gizli kaldı
Gönülden satıra dizdiğim o’ydu
Yazarken resmini çizdiğim o’ydu
Hecelerde gizli yazdığımo’ydu
Size bahar yazdım, kar gizli kaldı
Beşeri bir sevda sandı kimisi
Okurken aşkına kandı Kimisi
Tanıyan derdiyle yandı kimisi
Size gizli yazdım yar gizli kaldı
Hep ah ile gezdim, zar gizli kaldı
BIÇAK GİBİ
SULTAN NURTEN ERGİN
Bir gecede kaybolup gitti umutlar
acısızlığın acısını yaşarken insan
şafağın başı uçup gitmeden kuşlar
yürekler çatladı sel olup taştı yaşlar
suyun susuzluğunu bilmeden insan
Gök mavisini kapladı tozla duman
ülkemin çaresizliğini almış zaman
nice ana babanın sesi olmuş aman
gözler çatladı sel olup taştı yaşlar
sessizliğin sesini bilmeden insan
Buz kesmiş ayaz geceden sesleri
sustalı bıçak gibi kazarken elleri
düğüm düğüm olup haykırdı dilleri
yürekler çatladı sel olup taştı yaşlar
acısızlığın acısını yaşarken insan.
ANLAMIN YENİDEN İNŞASI
MUSTAFA AYYÜREK
Yaşam serüveninde bir “anlam”ın olduğu ve her şeyin bu anlam etrafında toplandığı dille getirilen bir hakikattir. Yine de ‘düşünce veya fikir dünyası’ için herkes kendi imar ettiği gerçekliğin hakikat olduğunu savunacaktır. Şimdi çelişkili gibi görünen bu ifadelerde herhangi bir problemin olmadığını da düşünebilirsiniz… Fakat şunu sormaktan uzak kalamayacağım: Nasıl olur da aynı hakikat etrafında toplandığını iddia edenlerin ölümüne savunduğu ya da uğruna kelleler aldığı duruş biçiminde çıkardığı sonuçlar bir diğerinden farklı olabiliyor? Aynı sözcükle biri savaşırken nasıl oluyor da bir başkası sakin kalmayı başarıyor? Temel problem olan bu soru sayesinde inanç dünyası tarafından hayatı şekillenenlerin çıkmazları tam olarak nerede başlayıp nerede bitiyor fark edeceğiz.
İki kere ikinin dört ettiği matematiksel bir kabulden ileri geliyor. Matematik için referans alınan bu kabulle; geri kalanı inşa ediliyor. Dünyanın neresine gidersek gidelim matematik bu şekilde gelişimine devam edecek ve ön koşul olarak ispatı yapılan ‘iki kere ikinin dört’ ettiği gerçeği hiçbir yerde değişmeyecektir. Bu bilimsel ilkeden sonra insan, benzer şeyin sözcüklerde de olmasını pek tabii bekleyebiliyor. Tıpkı matematikteki değişmez yasalarda gizlenmiş kodlar gibi herkesçe aynı manaya gelen, düşüncede yansıması değişmeyen sözcükler de beklemeye başlıyor insan. En azından kelimelerin dünyasında da böyle bir şey söz konusu olsaydı daha mutlu olurduk. Fakat dil, kanun ya da teori değildir, eğilip – bükülmeye elverişli olduğundan bir sonuca varamayacak ve “benzer” ifadeler hepimizde ayrı ayrı anlamlara gelecektir. Örneğin; ‘kuş’sözcüğünü ifade ettiğimiz zaman kimimiz bir serçeyi kimimiz bir kartalı kimimiz de bambaşka bir hayvanı tasavvur edecek. Gerçi her ne kadar ‘Kuş’ ifadesiyle zihinde: Kanatları olan, iki ayaklı, gagasıyla beslenen ve yumurtlayarak çoğalan bir canlı şekillense de bir serçenin bir kartal olmadığı gerçeği bizi daima yanıltacaktır.
Peki, bizler basit bir şekilde ifade edilen ‘Kuş’ sözcüğünde bile ortak bir noktada buluşamayacaksak bahis mevzuyu nasıl kavrayacağız? Hangi noktalarda bir araya gelip hangilerinde farklı olmamız gerektiğini nasıl anlayacağız? İşte, tam bu noktada tıpkı matematikte olduğu gibi ortak bir kabul ve ‘belirleyici’ bir referans noktası bulmamız şart. Söz konusu referans noktası hem bizim gibi olmalı hem de içimizden en iyisi. Hem yiyip – içmeli, hem de asla israf etmemeli. Hem sesini en uzaktakine duyurmalı hem de bağırmamalı. Hayatı; sözcükleriyle, sözcükleri; hayatıyla çelişmemeli. Kırılgan olmamalı. Yeri geldiği zaman en yakınındakine bir köleye layık gördüğünü layık görmeli. Sağlam anlayışa ve çelik iradeye sahip olmalı. Söylemleri çağları aşmalı ve her çağda uygulanabilir bir yol açmalı, yöntem belirlemeli vs. vs. diye uzattıkça uzatabiliriz. Oysa dünyamızda bahsi geçen konu karşılık bulmaktan çok uzak. Herkes kendi inancını temsil edeni en iyisi gördükçe de asla mümkün olmayacak bir olgudur bu durum. Acaba kelimeleri sayfada bu şekilde bir araya getiren kişi söylemin neresinde kalıyor, demek, en tabii hakkınız. Amaç aynı noktada buluşma fikri olduğu için sayfaya kelimeleri dizenin değil, hakikat diye gösterilecek noktanın öyle olup olmadığıdır. Eğer işi yazma eylemini gerçekleştiren şahsa indirgersek sonuç değişmeyecek, aynı tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaya devam edeceğiz.
… her şeyden bağımsız olarak şimdi karşımıza çıkan şey ise şu oluyor: Referans noktası olarak kabul ettiğimiz insanın söylemlerini nasıl ortak bir şekilde değerlendireceğiz? Madem sözcükler kırılgan ve kaygan bir zeminde herkes yine de kendi bildiği, içine doğan hakikate göre hareket etmeyecek mi? Bu olası bir durum. Büyük olasılıkla her zaman olduğu gibi insanlar yine kendi gerçekliklerine koşmaya devam edecekler. Sözün özü ise hakikati haykırmaya devam edecek: “Sizi biricik ve tek olan Allah’a davet eden, karşılığında sizden bir ücret talep etmeyen, dosdoğru olun ve ihanetten uzak durun,” diyenden daha doğru sözlü kim olabilir? Ve bunu ifade edenden daha başka kim referans noktası olarak kabul edilebilir? Hal böyle iken en kestirme yol; öğüt verenin yaşantısını öğrenmek ve o ne yaptıysa aynısını yapmak bize yetmez mi? Öğüt verenin bakış açısını kavradıktan sonra dilde olmasa bile yaşantıda tıpkı matematikteki ‘İki kere iki dört,’ eder nispetince ortak bir referans noktası bulmuş olmaz mıyız?
UMUT SEVDALILARI
HELAT DOĞAN
Ağardı bir gün daha
mektup var çocuklardan
meydanlar yarının umuduyla doluşmuş
yalnızlık uğultusu sarmış göz kapaklarını
şimdi bir kalabalık çıksa dese ki buradayım
onu zulüm ablukaya alacak gözü kapalı
kocakarıların sesi kenti tırmalıyor
nerden çıksa susturulur taze bedenler
ruhlara bir diyeceğim yok
zira hepsi birer ölü yığını
Ah bir de var ki o sahte gülüşler
altın ev sevdasından mı kanarlar buna
bilmezler mi onlara bir zerrecik kalmaz
kent alev yığınına dönüşmüşken
kimin boğazından geçerki ekmekle su
şimdi zalimin zulmüyle çengiler sıralanmış
bu böyle sürecekse nerden gelecek sefa
şehirler yalanlardan geçilmiyorken
nasıl diri tutulur umutlar, sevinçler...
Kalabalıklar meydan okusun zulme
sonra bir bakmışızki
dört yanımızı çiçekler kaplamış
saltanatlar çökmüş, biz gelmişizdir.
IŞIK SAÇMAK İÇİN YANMAK GEREK
ABDULHAKİM ÇİFTCİ
Her sessizlik, söylenmemiş sözlerden oluşur diyor adını dahi telaffuzda zorlandığımız yabancı bir düşünür. Zaten kimin söylediğini bilip bilmemek önemli değil, önemli olan işaret ettiği anlam ve düşündürmek istediği mana. Sessizlik deyince insanın aklına ünlü ressam Vincent Van Gogh’un ‘’Çığlık’’ adlı tablosu gelir en azından ellerini kulaklarına koymuş, avazı çıktığı kadar bağıran ama sessini kimseye duyuramayan kimseler için bu geçerli. Aslında fazla uzağa gitmeye gerek yok.
Hemen yanı başımızda doğmuş, hemşehrimiz, edebiyatın ustalarından ve şiirinde ‘’Yatarım yatarım yıl belli değil.’’ diyen Yaşar Kemal’de aynı şeyi söylüyor. Hatta ‘’Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmez. Bir insan konuşmadı da içine gömüldü müydü, sonu felakettir’’ diyor.Immanuel Kant bu konuda “ Söylediklerimizden çok, söyleyemediklerimizden pişman oluruz. Dile getirilmemiş düşünce,gidilmemiş yoldur.” Der Esasında üçü de aynı şeyi anlatmaya çalışıyor. Kimi tuvale döküyor kimi şiire kimisi ise yazıya. Bir şekilde döküyorlar içlerinde birikmiş sessizliği. Çünkü onlar içinde anlatılmadan kalan bir hikayeye katlanmak kadar acı bir şeyin olmadığını ve o anlatılmamış hikayenin bir yolunu bulup söze dökülmediğinde derinlerde bir yerde sızlayıp durduğunu iyi bilirler. Onlarbunu becerebiliyorlar peki ya başaramayanlar? İçindeki sessizliği dışa vuramayanlar ne yapıyor, nasıl dayanıyorlar peki?
Ben söyleyeyim ne yaptıklarını veya ne yapmadıklarını. Onlar melankolizmin dibini yaşıyorlar. Herkesin iştahla konuştuğu bu çağda susmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Tıpkı mum gibi ışık saça saça eriyorlar. Etrafına aydınlık vermek uğruna dibine ışık vermeden herkesin kandili oluyorlar ama tıpkı terzi misali kendi kör noktasını aydınlatamadan zamana yenik düşe düşe devam ediyorlar hayatlarına. Bazen bundan zevk alıyorlar bazen lanet okuyorlar. Çok geride kalmışlarına üzülüyorlar bazen, bazen de fazla ileriden mustarip hallerine şaşırıyorlar. Hz Mevlana’nın “Işık yaradan sızar.” sözüne can-ı gönülden inanıyorlar. Yavaş yavaş piştiklerini sanıyorlar bir bakıyorlar ki kızarmış, kavrulup gitmişler de çiğ hallerine geri dönmek istiyorlar. İçlerindeki sessizliği ve içe kapanmışları, samimiyetsiz ve seviyesiz insanlara karşı bünyelerine bir koruma refleksi olarak kullanıyor, insanı sustuğu yerlerden tanıyorlar. Sukut yani sessizlik onlar için bir keyfiyet haline dönüşüyor başka bir deyişle sessizlik, onlar için cehaletin aksinebilginin bir işareti anlamına geliyor ve susan insanın bilgisizliği tezineasla katılmıyorlar.Onlar çok iyi bildikleri bir konuda susma yolunu tercih ediyorlar.Diğer söylenenleri dinliyor yanlış olduğunu bile bile zihnindeki asıl doğrunun keyfini çıkarıyorlar. Bir konuda fikir beyan etmeyenin o konuyu en iyi şekilde bildiğine inanıyorlar. Etrafta konuşulan saçmalıklara bıyık altından güler, bunu kimsenin ruhu bile duymadan yapıyorlar. Buna mecburlar çünkü içlerindeki sessizliği bir şekilde dışa vurmaya çalışıyorlar.Aksi halde bir yerlerde patlak vereceğini, onları iki adım atamaz hale getireceğini iyi biliyorlar. Zihinlerinin içinde hiçbir şey olmazsa zihnin kendi kendini öğüteceğini düşünüyor, bu yüzden zihinlerini boş bırakmak istemiyorlar.
Buna karşın zihnin fazla kurcalanmaması ve sıkıntıya girmemesi gerektiğini de iyi biliyorlar. Çünkü zihnin bu gibi durumlarda bir çıkış yolu aradığını, içindeki girdabı bir yöne sevk ettiğinive rahatlamaya çalıştığını düşünüyorlar. Tabi bu yönün genellikle insanın kendi bedeni olduğunu, İbn-i Sina’nın Kitab-un Nefs adlı eserinde dediği gibiruhsal durumun beden üzerinde etkisinin olduğunu ve vücudun zihinden dolayı arıza vermeye başladığını, zihninde bununla meşgul olarak bir nebze olsun rahatlamaya çalıştığını belleklerinde saklıyorlar. Ve fakat buna modern dönemde Sigmund Freud'un bedenselleşme dediğini, modern dünyanın bunu sanki yeni ortaya atılmış dahiyane bir fikir olarak lanse ettiğini, bu tezin kökünün bin sene öncesine dayandığını ve İslami geleneğin tüm dünyaya ayar verdiği döneme kadar gittiğini çok iyi biliyorlar. Sessizliğin bir modern çağ musallatıolduğuna inanıyor ve dâhi post-modern dünyanın önce hasta ettiğini sonra tedavi etmeye çalıştığınıdüşünüyorlar.Onlar; çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz düsturuyla hareket ediyorlar. Konuşmak yerine susmanın daha az kendilerini incittiğini, susmanın kabullenmek olmadığını tersine cevap olduğunu biliyorlar. Kısa cümleler kuruyor, tabir-i caizse dillerinin döndüğü kadarsusuyorlar. Her sessizliğin arkasında erdemli bir kederin olduğunu düşünüyor, kelimelerin ve dillerin acıyı kuşatamayacağına inanıyorlar . Konuşmayı öğrenmenin sadece iki yıl sürdüğünü ama sessiz kalabilmenin altmış yıl aldığının bilincindedirler.
“Söz kifayetsiz kalacaksa, susmalı insan. Fazladan izahat, lisanen kabahattir.” sözünü hep akıllarının bir köşesinde tutuyorlar. Onlar, sessiz kalarak aydınlık veriyorlar etraflarına. Bir nevi yanarak ışık oluyorlar çevrelerine çünkü yanmak kolay değildir onlara göre tıpkı ışık saçmanın kolay olmadığı gibi.
KAVUŞAN OLSA
NESRULLAH KEKLİK
Sevenler kavuşsaydı
Mecnun Leyla için
dağları delmezdi
Bu inat olmasa
sevdiğinden ölen olmasa
kavuşan kavuşsa
araya duvar ören olmasa
kimse araya kaçmasa
sevdayı ayıran olmasa…
Kimler bilir, kimler bilmez
ben bilmem ama
hayat acımaz insana
Zulüm olmasa
ihanet olmasa
dünya iyilere layık olsa…
DÜŞÜNCELER
İSMAİL TOPÇU
Aklıma geliyor düşüncelerim
atamıyorum kafamdan bir bir
boğuyor hayat beni kederi kahrıyla
unutmak ne zor şey insan sevince
boğuyor beni bu hayat
Aklıma geliyor senle günlerimiz
oysaki ne mutluymuşum,
boğuyor bu düşünceler beni
kader bahtım açık olsaydı
dağlar bana düz olurdu
Aklıma geliyor gözlerin
saçların kiraz dudakların
deniz mavisi gözlerin,
boğuyor bu şehir beni
hazan gecelere kahrolsun.
SERVET’İN AŞKI
ALARA AZBOY
İki yıl beklemenin ardından sonunda atanmıştım. Yaşadığım yerden yani Bursa'dan uzak bir yere,Bilecik’in Karaağaç köyüne sınıf öğretmeni olarak gidecektim. Bir an önce köyün insanlarıyla kaynaşıp ilk dersimi güzel öğrencilerimle birlikte işlemek istiyordum. Ama bundan önce Bursa’da halletmem gereken bir sürüişlerim vardı.Haftasonu tüm işlerimi sorunsuz bir şekilde hallettim. Son hazırlıklarımı yaptım ve tüm hayatımı bir ilden alıp başka bir ile eklemek için yola çıktım.
Bursa merkezden Karaağaç köyüne yol yaklaşık 2 saat 20 dakika civarı sürdü.Ve yol sakindi, yolculuk sorunsuz geçti. Köye ilk girdiğimde bahçesindeki sebzeleri sulayan,cana yakın,nahif bir teyzeye denk geldim. Onunla arabadan inip yaklaşık yarım saat boyunca sohbet ettik. Sohbeti de kendisi de neşe dolu bir insandı. Bana neden buraya geldiğimi sordu. Karaağaç ilkokuluna yeni sınıföğretmeni olarak atandım deyince pek de bir mutlu oldu. Sırtımı okşadı ve güzel dualarda bulundu. Yarım saatin sonunda teyzenin yanından ayrıldım ve evimi bulup yerleşmek için köylülere sora sora köyün muhtarını buldum. Muhtar bana evimi gösterip,beni köyün insanlarıyla tanıştıracaktı. Buraların adeti böyle imiş.Yeni bir insan görünce hemen aralarına alırlar ve hep beraber bir akşam yemeği yiyip uzun uzun sohbet ederlermiş. Muhtarın ve köylülerin yardımlarıyla evimi bulup güzelce yerleştim. Evi yerleştirirken o kadar çok yorulmuştum ki yardım eden köylüler ve muhtar hayırlı olsun dileyip gittikten sonra uykuya dalmıştım. Koltuğun üzerinde akşam ezanına kadar uyudum.Sonra ezan sesiyle kalkıp doğruldum. Abdest alıp namazımı kıldım. Tam namazımı bitirip seccademi toparlarken zil çaldı. Kapıyı açtığım da köyün muhtarı ve köyün kadınlarıyla karşılaştım. Ellerin de birer tabak yemek getirmişlerdi. Yemekleri alıp içeri koydum çok teşekkür edip çok mahcup olduğumu söyledim. Tam kapıyı kapatırken kadınların arkasın da sarı saçlı, mavi gözlü, orta boylu bir kız dikkatimi çekti. Kız oldukça mutsuz ve somurtkandı. Yüzüne bakıp hafif gülümsememe rağmen hiç tenezzül edip gülümsemedi bile.Kapıyı kapattım ve yorgunluktan tekrar aynı koltuğun üstünde uyuya kaldım.
Ertesi sabah yedi gibi uyandım erkenden kahvaltımı yapıp okulumu gezdim.Günlerden çarşamba idi. Bugün okulu gezecektim, yarın da ilk dersime başlayacaktım. Sınıflarımı teker teker girdim ve ilk öğrencilerimle konuşup sohbet ettim. Hepsinin de gözlerin de ki o ışığı ve heyecanı görebiliyordum. 2 yıl beklemenin ardından böylesine heyecanlı,kibar,zarif ve konuşkan öğrencileri görmek bana ödül gibi oldu. Okulu gezdikten sonra bende o heyecanla hemen eve gidip yarın ki ilk dersim için hazırlıklar yapmaya başladım. Ertesi sabah erkenden kalktım ve ilk dersimi işledim. Öğlen 3 gibi eve doğru giderken koyunlarının başında bekleyen bir çoban gördüm yanına gidip biraz konuştum, sohbet ettim. Bir derdi var gibiydi çok alelade belli oluyordu. Sorduğumda kısık ve hüzünlü bir ses tonuyla
- Bir kız var abi, Mahmut ağanın kızı Feride. Sarı saçlı, mavi gözlü, güzelyüzlü… Âşığım abi. O da seviyor ama babası gariban bir çobanım diye karşı çıkıyor aşkımıza. Servet’in çaresizliğini ve yanıp tutuşan aşkını görünce aklım ve kalbim beni eskilere götürdü. Beni babası yüzünden terk etmek zorunda kalan eski nişanlım geldi aklıma. Servete bir daha baktım ve bu sefer ki bakışımda onda kendimi gördüm. Servet’e yardım etmeliydim sanki Servet’e yardım etsem eski kendime yardım edecekmiş gibiydim. Yarın ilk işim servetle beraber Mahmut ağanın karşısına çıkıp konuşmaktı . Servet’e bu fikrimi söylediğimde çok net bir şekilde reddetti. Ve Leyla ilebirlikte olmalarının tek çaresi bu köyden kaçıp kurtulmak olduğunu söyledi. Her ne kadar bu yoldan döndürmeye çalışsam da servet hiç oralı bile olmadı. Kararlıydı,kaçacaklardı. Hiçbir şey demek istemedim. İçimden bir ses onlara engel olmak yerine kaçmalarıma yardım etsem onlar için daha iyi olacaklarını söylüyordu. Servetin yanından sessizce ayrıldım ve evime doğru yol aldım . Gece 12 ‘ye kadar evde ki tüm işlerimi halledip yarın için hazırlık yaptım derken o yorgunlukla uyuyakaldım. Sabah uyandığımda dışarıdan tüfek ve bağırış sesleri geliyordu. Apar topar kendimi dışarı atıp neler olduğuna baktım. Ve aklıma gelen şey doğruydu ServetLeyla ile beraber sabah namazına 1 saat kala köyden kaçıp gitmişti. Bunları gören köyün ağası Mahmut bey ise deliye dönüp her yerde elinde tüfek Leyla ile Servet’i arıyordu. Leyla’nın ailesinin durumlarına her ne kadar üzülsem de Leyla ve Servet’in artık mutlu ve özgür bir şekilde yaşadıklarına seviniyorum
SAKLADIM
MEHMET ÇİFTLİKLİ
Tabip bilmez ki görünmez yarayı,
Hep sustum da bunu BAŞTA sakladım
İçimde kopan o ala borayı
Zemheri içinde KIŞTA sakladım.
Şu deli gönlüm de her daim şaşkın
Yıkar da bendini taşkın mı taşkın
Dağları deldiren o şirin aşkın
Yalçın kayalarda TAŞTA sakladım
Vuslata erecek günü beklerim
Zayi olmaz inşallah emeklerim
Göle dönsede şu göz bebeklerim
Yanaktan süzülen YAŞTA sakladım
Filizlenme sakın yaban ellerde
Suretin görünür açan güllerde
Vatanım olan bütün illerde
Ben seni KAHRAMANMARAŞ TA sakladım.
ANAM
İSMET BOZKURT
Yine vuruyor saat, geldi akşam sekizi
Çalıyor acı türkü telde sazımsın anam
Aynı ateş içimde Temmuz’un on dokuzu
Yanıyor alev alev dinmez sızımsın anam
Yakıştı mı hiç öyle bırakıp terk edişin
Neden yalnız bıraktın sebebi ne bu işin
Hasretin bekliyorken aceleyle gidişin
Guzum derken dillerin bitmez nazımsın ana
Hangi sevda dindirir senin bitmez acını
Gökyüzü hep karanlık bulut kaplar içimi
Yüzü benli sevdiğim o da kesmez sancımı
İçin için ağlarım iki gözümsün anam.
Biri vardı uzakta beni meftun eyleyen
Tahiyyât’ta eğilip bir de selam söyleyen
Fatihalar okuyup ayn-ı rahmet dileyen
Sanki sendin sureti çıkmaz izimsin anam
Çok çektin çilesini dünyanın çok bilirim
Hep resmine baktıkça seni bende bulurum
Desen ki gel yanıma inan gurban olurum
Bedenimde kavrulan cansın, özümsün anam
Sanki bir şey anlatıp yüzüme gülüyordun
Son nefesinde bile yavrunu bekliyordun
Gözün açık giderken göreceğim diyordun
Çoğu gitti ömrümün kalan azımsın anam.
GURBET
MURAT TURAN
Mısralarımın arasında gizlice sevdiğim sen miydin?
Kelimeler ağrıyor, sözler ağlıyor
Ruhum, benden habersiz sevmiş ruhunu
Sen miydin bütün gizim, sevdiğim
Güneş aydınlığını senden alıyor
Ay ışığı gözlerinde canlanıyor
Nasıl kaçabilirdim ki senden?
Dünya gözlerin de yaşıyor
Yazılan her söz, çizilen her resim
Kalkan her vapur, beklenen her tren
Görülen her rüya, aydınlanan her sabah
Senin içinken, söyle; nasıl kaçabilirdim senden?
Senin için diziliyor cümleler
Senin için can buluyor kelimeler
Harfler adını zikretmek için peşi sıra dizilirken
Sen kaçıyorsun, benliğim yolunda can vermişken
Aramızda dağlar denizler olsa aşılır
Yollar, uzaklıklar olsa varılır
Fakat aramızda sen varsın
Sen varken, sana nasıl varılır, bilmiyorum
"Gurbetin âlâsı senden uzak olmak değil, asıl gurbet; içimde, ruhumda, nefesimde onca sen varken, senin olmamandır."