ÇOBAN SERVET
DİLANUR KARAMAN
Bursa’da yaşayan Emre öğretmenin bir gün ataması çıkıp bir köye tayin edildi. Emre öğretmen valizini hazırlayıp köye doğru yol aldı ve köye vardı. Köyün muhtarı Emre öğretmeni konaklayacak bir yer verip onu rahat ettirdi. Köydekilerle tanıştırdı, herkes öğretmeni neşeli mutlu bir şekilde karşıladı.
Çocuklarda yeni öğretmenleri geldiği için aşırı heyecanlılardı ve öğretmenlerine küçük bir hediye hazırlamışlardı. Bunu gören Emre öğretmen çok mutlu olmuştu ve çocuklara sarılmıştı. Akşam olmuştu ve herkes evlerine geçti, köyün muhtarı öğretmeni salmayıp kendi evine götürdü ve eşi çok güzel yemekler hazırlamıştı. Afiyetle yiyip ve Emre öğretmen kendi evine geçti. Yarın ilk iş günü olduğu için aşırı heyecanlıydı ve sabah olup okula doğru yol aldı ve okula vardı. Çocuklarla ilk önce tanıştı ve ders işlemeye başladı. Çocuklarda öğretmende birbirlerini çok sevmişlerdi.
Bir gece köydeki Çoban Servet’in Mahmut ağanın kızı Leyla’ya olan aşkına şahit oldu ve kendi unutamadığı aşkını hatırladı, onunla olan anıları güzel günleri aklına getirdi. Köyün yukarısında Göğerberli denen arazide siyanürle altın çıkarmaya hazırlanıyordu şirket ve orda çalışmak isteyen köylüler vardı. Bir gün Servet ile Leyla kaçarken Emre öğretmenin evine saklandılar ve Emre öğretmen eve gelince onları karşısında görünce şok oldu ne yapacağını şaşırdı ve ailelerine haber vermek istedi Servet ile Leyla istemedi. Öğretmene olanları anlattılar ve öğretmen aramaktan vaz geçti ve onların evde kalmasına izin verdi. Sevde’yi evlendirmek istediler ve Sevde istemedi ve evden kaçtı evleneceği kişi tüfeğini alıp Sevde’yi aramaya başladılar ve buldular ama kıza bir şey yapmadılar, Sevde ile evlenmeye razı oldu ve çok güzel bir düğün yaptılar ve Leyla ile Servette evlendi ve herkes mutlu mesut yaşadılar ve öğretmen orda olan görevine son verip kendi memleketine dönmüştür.
MABET VE TAVAF
AYŞE DURAK KARACA
Ah kadersiz coğrafyanın
edep yumağı kandı,gördüm
görür görmez vuruldum sana
yaralarımız öpüştü gizlice
sen bana merhem oldun
bütün eksiğimi tamamladın
yeni doğmuş gibiyim sayende
Şimdi umutlarıma
sihirli bir el mi değdi ne
hayaline sarıldım sarıldım öptüm
dudakların ateşten bir güldü belki de
edepli ve edipsin
kişiliğin beni büyüledi önce
siyah gözlerinde yitmek bir düş
gerçeği nasıldır düşü böyleyse
Dut yemiş bülbüle döndüm
dilim boğazıma aktı seni görünce
aşktan bir kelam edemedim
içimde bir top göz düştü sayende
umudum fideledim
bu deli cesaretini hor görme
bütün benliğimle vuruldum sana
gel de söndür yangınımı elinle
Rüyaydın, zamanla büründün gerçeğe
bundan sonra pazarlar hep güzel
seni bana getirdiler diye
ah dilim diline sarmal
yüzün haykırmakta aşk benim diye
dudakların kımıldadığında kendim geçtim
muzır duyguların pençesinde sine
Canımdan cansın, tepeden tırnağa
seni sevmek kutsal yanım
seni tavaf ediyorum mabet diye.
GÖZLERİN
AYŞEGÜL AYAZ
Ne zaman
gitmek istesem
gözlerin gelir aklıma
gözlerin en kuytu liman
okyanuslar saklamazken beni
gözlerin güvenilir umman
Ne zaman
başka dünya istesem
gözlerin yeter bana
gözlerinde gülümser
baharın en güzel çiçekleri
yalansız dünyanın gerçekleri
sevgi kokan kır çiçekleri
yüreğimin coşkun nehirleri
hepsi gözlerine
davet ederken beni
seni anlatan şiirden dünyam
Ne zaman
güneşe dokunmak istesem
gözlerin çıkar karşıma
ellerimi uzatırım
dokunurum yanmadan
gözlerin en güzelinden
masmavi bir gökyüzü
papatyalar toplarımsana
ellerimin yarıklarından
Ne zaman gözlerin düşse aklıma
yaprakları bir bir koparırım
dalından
uzanıverirsem yıldızlara
gözlerine sürmek için,
utanır gökyüzü renginden
Ne zaman aşka sussam
aska susasam
doya doya içerim
gözlerinden.
RÜBAİLER-4
BEKİR OĞUZBAŞARAN
Lâle
- Lâle şâiri Abdullah Satoğlu'na
Duygu kanalım şelâleye döndü
Kalbim pırıl pırıl, hâleye döndü
"Çiçekler içinde birdir menevşe"
Fakat benim gönlüm lâleye döndü...
*
Ötelerin Sesi
İnsan çiğnememeli, gerçeğin gölgesini
Bilmem duyuyor musun sonsuzluk bestesini?
Sona yaklaştığının idrâkinde ol dostum
Artık dinlemelisin ötelerin sesini...
*
O
O dilerse dikeni gül-i rânâya çevirir...
Nice çirkini dilber-i müstesnâya çevirir...
"Ol!" demesi yeterli, ezel-ebed arasında,
Mezbelelikleri cennet-i âlâya çevirir...
*
Bendeniz
Dosdoğru söylemeli: Hayat acemisiyim.
Pusulası bozulmuş yalnızlık gemisiyim.
Sözün büyüsüyle mest, fildişi kulesinde;
En güzel şiirlerin çılgın harāmîsiyim...
MUTLULUK GEMİSİ
BERFİN KOCAMAN
Geçti, gitti mutluluk gemisi
geriye kaldı ölü bir ruh
sevseydin biz de giderdik
acım büyük sevmek
sevilememek…
Bu ruh tekrar canlanır
ah, bir gelsen
gider bu hüzün ir gün
gelir mutluluk gemisi
ah, keşke bir gelsen...
Sevseydin, sevilirdin
ama buna değmedin
biz de olabilirdik
birer Juliet, birer Romeo
kıymetini bilemedin.
İSYANIN SESİ
MUHAMMET BARAN ASLAN (BARANÎ)
Nedim'e İthafen
Kıvrak sözlerin mi cellat yoksa bakışın mı hakir?
" Tahammül mülkünü yıktın Hülagü Han mısın Kafir?"
Diye seslenmiş evvelden belki de ceddine şair
Bilinmez acaba bab-ı mevt olan o gözlerinde
Fi tarihinden beri canlar vermiştir kaç fakir
Şimdi ben nerelerden, kaç tane kor taş toplasam
İçimdeki sen suretli iblisleri taşlasam!
Koymadın bir dem bu ruhu rahatnüma ey Şirin
Sen inci, sadefüzre; ben pençesindeyim şir'in!
Bakma heyhat. Gülme yüzüme öyle şirin şirin
Bilirim beni elbet boğacak gamzende sicim
Ağlar ardımdan ancak belki bir dilenci, bir cin
Şimdi ben nerelerden, kaç tane kor taş toplasam
İçimdeki sen suretli iblisleri taşlasam!
BU KADAR DA OLMAZ Kİ
OSMAN ERDAL
Gidersen tek telaşım
Senin yerin dolmaz ki
Dertlerle dertte başım
Bu kadar da olmaz ki
Can evimden vuruldum
Aşk odunda kavruldum
Ağlamaktan yoruldum
Bu kadar da olmaz ki
Bitmez aşkın ezası
Yok gönlünün rızası
Çok sevmenin cezası
Bu kadar da olmaz ki
Yaram çok çok derinde
Senin keyfin yerinde
Öldüm her seferinde
Bu kadar da olmaz ki
Doymam ki ben azından
Cama çık en azından
Gına geldi nazından
Bu kadar da olmaz ki
Bende varlığını bil
Canın darlığını bil
Yârsen yârlığını bil
Bu kadar da olmaz ki
Derdi etmişim katık
Hayal çamura batık
Âşık Benli pes artık
Bu kadar da olmaz ki
TUTKUMSUN
TUTKU SAVUR
Hasretin acısı tünemiş ciğerimin köşesinde
Kışlar artık gelmeyen baharlara gebe
Göğsüme bıçak gibi saplanmış ayrılığın acısı
Sensizlik olan yazgıma dargınım biraz da
Yetim çocukların gözyaşında kalmış hevesim
Seviyor sevmiyor uğruna koparılan
Masum papatya yaprağı silsilesindeyim yine
Kaldırımları eskimiş köşe başında hayallerim
Gayya kuyusunda duygumla cebelleşir gibiyim
İçimde yılkı atlarının susmayan ayak sesleri
Çürümüş ölü bedenlerin dinmeyen çığlıkları
Kulağımı çınlatan sessiz bir uğultu
Gözyaşlarımla boğuluyor Nuh’un gemisi
Seher gizliyor artık yıldızların güzelliğini
Güneşi kıskandıran gülüşün yükseliyor göğe
Pervazında sıkışmış kalbim göğüs kafesimin
Gül çehrene damla damla çiseleyen
Yağmur tınısı gibi düşüyorsun sazımın tellerine
Notası olmayan şarkılar dolanıyor dilime
Kelimelerim sığınmış yine kapına gece gece
Tercümesini yapamadım tek harf, tek hece
Mahur gözlerin uzantısında parlıyor yakamoz
Ölüm beni çağırıyor gizliden gizliye
Ver nefesinden soluğuma bir can
Ruhumun teneşirle tanıştığı vakit yaklaşıyor
Enkazı kaldırılmamış yıkımlar gibi bedenim
Canım çekiliyor kurumuş damarlar arasından
Ölüm meleğinin namlusunda son nefesim
Ölüyorum bunlar son isteğim son hevesim
Sevgili, bir selâm lütfet, bu ne çok hasret
Sardı yüreğimi külfet, gel de bitsin nefretim.
NARE
ZEKİYE ZÜMRA AK (NAZENİN)
Salıncağını kurmuş gelincik yaprağına
Kızıl şafağa doğru çekilir telin Nare
Çiğ düşmüş düşlerinin küllenmiş toprağına
Kirpiğinin ucundan dökülür selin Nare
Ninnilerle yatırmış balasını uykuya
Yorgun argın başını dayamıştı söyküye
Bir varmış yokmuş deyip başlamışken öyküye
Sallanır evin yurdun yıkılır ilin Nare
Duvarlar üzerine devrilir birer birer
Betonu yorgan diye felek üstüne serer
Kimse yokmu sesleri yerin dibine erer
Ağır yükün altında bükülür belin Nare
Yâr dilinin ucunda ciğerinde közmüdür
Döşünde aşkın izi nişanmıdır sözmüdür
Ardı sıra meleyen anamıdır kızmıdır
Yuvasının içinde gömülür gelin Nare
Ayşe Fatma Emine seçilmedi Ali'den
Oğlun kızın kardeşin bir de baban validen
Sanki kalbur savurur yer oynarken yerinden
Mezara döner evi çökülür yalın Nare
Afet perdelerinin ipi koptu o gece
Allah'ım koru sözü dillerde olur hece
Zamanın kucağında canlar verilir hiçe
Zelzele bahçesine ekilir gülün Nare
Karardı birden dünya söndü bütün ışıklar
Yatağı demir çakıl un ufak kum taşlıklar
Son defa sarılmadan ayrılınca âşıklar
Kefensiz mezarına uzanır salın Nare
Nazenin yüreğime dert olur halın Nare.
BAHAR SERENADI
ZELAL KIRAN
ümitlerin en güzeli seni beklemek
baharın kokusu dökülürken dünyaya
baş başa kalmak bir suyun kenarında
gökyüzü, ufuk ve denizin mavisi şahitken
bahar damıtır umudu çiçeğin yaprağında
gelinlik giyerken dağların eteği, rengarenk
ve ceylanların sevinci bir çocuk gibi şen
ah ne diyeyim, özlemin hepsinden güzel
kuşlar kanat çırpmış, giderler sonsuza
yeni gün, yeni mevsim, bahar tadı hayat
sensizliği giymiş ayakkabılar yollara düşer
gülüşün bulut olup yağmurlar yağdırır.
AHMET VE AĞAÇ
ATİLA GÜNEY
Mevsimler ilkbaharı gösteriyordu. Dağ, taş her yer cıvıl cıvıldı. İlkbahar; bütün güzelliğiyle, rengiyle, kokusuyla ufkunda belirmişti toprak ananın aşk dolu bağrında. Kırlarda bayırlarda bayram havası esiyordu. Varlılar için harika bir zaman süreci başlamıştı. Börtü böcek, kuşlar, bitkiler, insanlar moral içindeydi, ormanlar, dağlar bir eczane konumundaydı. Hayata bağlanmamıza, onu sevmemize, doğayla iç içe olmamıza yardımcı oluyordu her hali. Varlık âlemi mükemmel haliyle pazarda yerini almıştı, sahibini tanıtıyordu kendi halleriyle, dilleriyle…Bahar, model bir dirilişti, bize çeşitli mesajlar verirdi. Renklerin birlikte bir sanat eserini oluşturduğu küresel anlamda bir büyük sergi, fuar, trilyon kez Guinness rekorunu kıracak müzikal bir orkestra, içinde ne açık ve gizli sırlar barındıran bir sanatlar zinciri hükmündeydi, sahibini gösteren harika renkli aynalardı. Bahar, bir vuslattı varlıklar için, Nakkaşın, nakşını harikulade bir sanatla nakşettiği bir demler kuşağı, zamanlar zinciriydi. İhya ve inşanın mucizeli döngüsüydü; cennetimsi renklerin, güzelliklerin en kıymetli varlık olan insana hediye edildiği zaman dilimleriydi. Doğanın adeta dile geldiği, lisanı halleriyle O'na ayna oldukları, herkesin ve varlığın memnun olduğu Ekber bir iklimin, zamanın çekirdeğiydi, müjdecisiydi. Varlıklar arasında sevginin, kucaklaşmanın, güzelliklerin birlikte olmakla mümkün olabileceğinin adıydı bahar. Silkinmeydi birtakım duygulardan, ruhun bayramıydı, sevinçlerin ummanıydı... O günlerde ne kadar kin, kavga, küskünlük… varsa da bu güzellikler hürmetine bunları vesile kılarak hepsine kırmızı ışık yakmalıydı insan kardeşler… Doğadaki sevgi ve sulh modeline öykünmemiz gerekirdi ki içimizdeki kışlar da bahar yaşasın. Bahar, bütün sıcak duyguların toplamıydı. Bahar, kana düşen sıcaklıktı…
İşte bu baharı yaşayan, yaşatan, hiç ıskalamayan örnek biri vardı. Orman Müdürlüğünden emekli olan Ahmet Amca, kendini doğaya adamıştı. Şimdiye kadar on dokuz bin farklı ağacı toprak anayla buluşturmuştu. Sadece baharın güzelliklerinden faydalanmıyor, bu zenginliğe, gücü nispetinde katkı yapıyordu. Onun için bahar; sevgi, hoşgörü, muhabbet, umut, dayanışma ve model bir imkândı. Bu zenginlik içinde tüm varlıklar kardeşçe sine yaşamlarını devam ettirmekteydi. Biz insanlar da bundan dersler çıkarmalıyız; farklılıklarımıza rağmen barış, sevgi, diyalog, yardımlaşama, tanışma imkânlarını seferber etmeliyiz, diyordu. Yeni ağaç fidanları dikmek gerektiğini, dikili ağaçlarımızı ve yeşil alanlarımızı, ormanlarımızı, korumamızı ve gelecek nesillere daha yeşil ve sağlıklı bir dünya bırakmamızı daima tavsiye ediyordu. Çevreyi korumak, inşa etmek ibadettir. Lakin kimileri eş zamanlı olarak ormanlarımızı yakıyor, katliam, soykırım suçu işliyorlar. Kutsal kitabımız Kur’an’da, “Masum bir insanı öldüren, tüm insanları öldürmüş gibidir.” der. Bundan ilham alarak diyorum ki “Faydalı bir ağacı kesen, yakan, ona farklı zararlar veren de tüm ormanları öldürmüş gibidir.” Bu sebeple ağaçlarda insanlar gibi canlıdırlar. Bu canları çoğaltmak ve korumak bizim görevimizdir. Her ağaç, bir kardeş kadar önemlidir, kardeşlerimizin kıymetini bilelim…
Sen ağaç kardeş; hayatımızda ne kadar önemli olduğunu bilir misin, belki de bilirsin ama dur.Ben becerebildiğim kadarı ile seni dile getireyim.Küçücük bir fidan iken büyüyüp koskoca ağaç oluverirsin, sonra birçok filiz verir, o filizleri koparıp yan tarafında aynı senin gibi toprak ananın kucağına bırakır, tabi bu sırada çoğalıp ormana dönüşürsünüz. O vakit her taraf yemyeşil olur. Dünyanın da ülkemizin de akciğerleri olursunuz. Bol oksijen üretip nem yapar, bulutlar oluşturur, yağmurların yağmasına sebep olursunuz…Hem toprak ana, yağan yağmurla hayat bulur hem insanoğlu türlü türlü nimet sahibi olur. Daha ne faydaların var ağaç kardeş, saymakla biter mi, insanoğlunun doğmadan hayatına girersin, çocuğu olacak diye sevinen baba senden çocuğuna beşik yapar.Çocuğunu evlendirecek baba yine sana döner, bu defada senden çocuğuna çeyiz sandığı yapar, evinde yemek yiyecek insanoğlu, yine sana gelir ya bir yemek masası ya da bir yemek tahtası yapar, sen yemek de yedirirsin ağaç kardeş, yemek kaşığı olursun.
Hadi diyelim insanoğlu ev yapacak yine sana koşar. Büyümüş koskoca çınarlar olmuş arkadaşların artık tabiata dayanacak gücü kalmamış olanları ormandan getirip marangozhanelerde doğrayıp güzel güzel tahta ve direkler yapıp bir güzel ev çatısı veya döşemesi olursun. Senin kurumuş halin bile yıllarca yaşar, küllerin dahi faydalıdır doğaya, insanoğluna... Ağaç kardeş, sakın birileri seni ormanda kesti diye ağlama, sen insanoğlundan çok çok yaşarsın, bekle tek tek sıralayacağım, sen ne kadar önemlisin hayatımızda: Bak yaptığımız evimizi ısıtanda yine sensin, bakma öyle kömür vs. yakacaklar çıkmış, hangisi yanmasa hemen sana koşarız çünkü sen kara gün dostusun, kışın o soğuk anlarında yine sen varsın…Bir insanoğlu ölse hemen sana koşarız, en güzel tabut senden olur.
Türlü türlü cinsin var: ceviz, ladin, kavak, meşe, çam, selvi, fındık, incir ağacı, siyah çam, sarıçam, akasya, kestane, zeytin, ağacı, daha neler nelerin var…İnsanoğlunun doğumundan mezarına kadar eşlik edersin.Hayatlarda yerin var, bununla da bitmez, ağaç kardeş, ilim kelimeleri seninle yazıldı, ilim sayfaları seninle çoğaldı…
Günümüzde kitaplar, kalemler, kâğıtlar senin eserindir. İlme, bilgiye binek oldun, taşıdın yüzyıllarca onları, nesilden nesle postacılık yaptın, her haneye ışık oldun, bereket oldun, davalara ırmak olup taşıdın ilmi irfanı, hikmeti sessizce, sabırla, vefa ve sadakatle…Çocukluğumuz seninle başladı ve hayatımız seninle devam ediyor. Seni ve sanatkârını hakkıyla bilemedik…Kimi zaman insanlara aş oldun, iş oldun, kimi zaman aşk oldun. Seni büyütüp fazlasını satıp karın doyurdun, bazen de doyurduğunla kalmadın, mutlu ettin. İnsanların aşklarını dile getirdin. İnsanoğlu cesaret edemedi söylemeye ama senin arkana geçip sana söyletirdi.Seni seviyorum kelimesinin yüceliğini ilk sen yazdırdın, öyle aşklara şahit oldun ki sana yaslanıp senin dalını kırdılar, sen ses çıkarmadın sırf mutlu olsunlar, diye. Tohumlar, fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana, dönmeli yurdumda. Yuvadır kuşlara, örtüdür toprağa, ormanlar yurdumda. Bir tek dal kırmadan, ormansız kalmadan, her insan bir fidan dikmeli yurduna…