Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri


VAN SEVDASI

ESMA GÜLAÇAR

Misafirperverliğin diyarı eşsiz Van'ım

Benliğimin bir parçası, sığınağım

Kalende rahmanı tefekküre dalarım

Ayak basanın hayran kaldığı Van'ım

Masmavi gölün sıcacık insanınla

Tarih kokulu, gizemli adalarınla

Maneviyata daldıran Erek Dağı’nla 

Bağlarsın kendine her karışınla

Heybende zenginliktir şiveni sıcak eden   

Misafirperverliğindir seni böyle sevdiren

Terk edenlere hasretindir mahzun eden

Şefkatin ve dirayetindir sana güç veren 

Kekik kokulu dağların güven ve huzur koksun

Gölünün eşsiz maviliği kalemlere ilham olsun

Yürekten yazan kalemler vefanı anlatıp dursun

İman dolu sevenlerini tarih Vanlı yazadursun

Zernebat suyundan içirip ferahlat içimi

Şelaleni dinletip sükûna erdir yüreğimi

Yeşil mavi Edremit’ine alıştır gözlerimi

Gün doğuşu gibi yeniden doğur ümidimi  

Nesiller boyu yitirme engin sıcaklığını

Şiveni değiştirme, bozma güzel dokunu

Kendini inkâr etme sev tüm vasıflarını

Benzeme kimseye, yok etme diğerkâmlığını

Ey şehri mavi, güzel günler yakın sabret!

Güzelliklerin doğuş yeri olacaksın elbet

Doğunun incisi sensin nazınla bilinmesen de 

Âlimlere beşik olmuş doğunun hazineleri sende

Haykır tüm içtenliğinle sevgini, masumiyetini

Asıl medeniyetin sevgi ve tevazuda gizlendiğini

Koru taklitleri barındırmayan sâfi benliğini

İlan et nefretin değil kardeşliğin birleştirdiğini 

Ötekileştirmeden kucakla baharın geleceğini.

YÜRÜYORUM

SERKAN ŞEN

Yürüyorum durmaksızın

yürüyorum çünkü sen varsın

bilmiyorum, sebepsiz yürüyorum

ardıma bakmadan özlüyorum

sevdim ben şair olmayı

sana, şiir yazmayı

unuttuğum bir şey var sanıyorum

seni hatırlıyorum

gel ki şairin şiiri yarım kalmasın

tıpkı, kalbimin yarısını

sana verdiğim gibi

yazıyorum ama durduramıyorum

biliyorum ama göremiyorum

kör oluyorum

göremiyorum, biliyorum

biliyorum kaybettim gözümü

sende arıyorum özümü...

ÖZ'ÜNÜ BİL ÖZGÜR OL

EBRU BEYİŞ

Yıllardır yaşımı büyüten, aylardır boyumu, kilomu değiştiren ve en güzel benliktir ki beni özümle birleştirip özgür kılan. Oyuncak silahlarla çocuk hapsinde yaşıyordum ama hep gökyüzündeki maviliğe aşıktım. Gece karanlığında kaybolan gölgenin eksikliğini yaşamadan içimde dolaşan kanın akışında kalbimin atan atışında aldığım o tatlı nefeste özdeşleşen bedenimle hep özgür olmak istedim. Araya bırakılmış gül misali kitap sayfalarında gün gelince açılacak o romanlara bir daha unutulmayacak bir ben'e ulaşmak istedim. Hergün yeniden yenilere yinelere sıkılmadan koşmak istedim.  Başladım o günleri anımsamaya…

Toplum içinde edep, haya ile kavrulmuş içine rengarenkler katılmış  özünü yansıtan kahverengi toprak gözleri ve o toprakta yetişen  buğday tenli kadın. Ebru’ya şiirler mısralar yazmak isterdim Lakin bilirim ki o sanatı içinde taşıyan çiçeğin tâ kendisi. Yaşının yaşatmadığı, kalbinin kaldıramayacağı ayrılıkları, sırtının taşıyamayacağı yükleri ve bedeninin kaldıramayacağı zorluklarla ilerlemek çok ağır bir imtihan olmalıydı ki kendisiyle bu kadar yakın olabildi. Altın tepside sunulmadı hiçbir güzellik ve hiçbir güzellik onun kadar masum olmadı bu hayatta. Yılmadı çabaladı yaşamı boyunca. Söz'den bildi kendisini özüne giden yolda. Ve başladı adım adım çektiği acıları basamak yapmaya belki de bir saray yada küçücük kulübe…İstediği tek şey kendisine ulaşabilmekti bu yolda. Ne revaysa hazırdı yüzleşmeye,öğrenmeye,yaşamaya yeter ki öz'ünü bulabilsin. Kazanılan tecrübe öğrenilen bilgi oluşan yumak sayesinde çözdükçe sınırsız olacaktı özgürlüğünde.

Eşsizdi birçok insandan ötenazi yaşamak yerine çırpınarak mücadele verdi.Gören gözlerde ararım,işiten kulaklardan duyarım,ağızdan çıkan cümleler ve kırılan kabuğun  içindeki cevizde sorgularım benliğimi yine bulurum kendimi yeniden izlerim penceremden çevreyi ama bilirim ki özüne kavuşandır ağaçlık ormanda korkusuzca kanat çırpıp özgür olan. Çeşit çeşit sanat yapıldı boyadan istenilen özüne düşünüp özgürlüğe yelken açmak. O dur ki bir sanatla yaşandı doğanın taklidi oldu herşey. Korkar oldu insanoğlu özünden. Küçükken harf öğrenir "L"  harfine koltuk der ona benzetir matematikte şekilleri kare olanlara masa duvar tabiri ekler öğrenirken şimdi kendi elimizle ağzımızı kapatıp gözlerimizle seyirci olmaya karar verdik. Yada ilk konuşma esnasında bir nesneyi 10… kez tekrar eder ama hiç sıkılmadan ebeveynlerimizden cevap alırdık. Şimdi ise öğrenilmiş çaresizlik içinde git geller yaşayıp alanı daraltılmış bir toplumla yaşamak zorundayız. Tahammül seviyesi düşük, sevgi anlayışı çıkar bağlantılı ,kötüsü yancı taraflar yüzünden özgürlüğü kısıtlı bir döngüde yaşıyoruz. Üslup sorunu diz boyu boğazı geçip boğmak üzere. Eskilere dalıyor gözümüz günümüze taşıyınca kopukluk oluyor iletişimde ve sözler dudaklardan dökülüyor: “Eskiden güzeldi herşey,eskiler özlenir yaşanmaz!

"Bir iç çekişte sızlamayacaktı yüreği sağlam olmalı ellerinin arasına alınca öz'ünü parlayan  ışık özgürlüğünde karanlık olmayacak adım attığı yolları. Gerekirse bir bahçıvan olsun ektiği her tohum filizlensin ama eksik olursa öz suyu kurur gider çiçeksiz devam eder  yol boyu. Demem o ki ektiysen bir tohum suyunu,güneşini,eksik etme sevgini filizlenirse olursun dünyanın en mutlusu.

DÜŞ VE ÖLÜM

BURHAN KIRICI

Yağmuru umutla bekleyen toprağın

çığlığı yükselir mavisi dökülmüş göğe

ünlem noktasında çubuk çubuk yükselen feryat;

istemsiz, biraz kıymetsiz

biraz da, sisli hıçkırıkların bir yanı ağır yaralı

Ruhumuzda tuğla tuğla büyüyen Kehkeşan harabe

hangi devleri büyüttüysek,

hep aşil topuğundan vurulu ılık düşlerde

nurları bakraç bakraç döktüğümüz kırağı gözlerimiz

karanlık diyarına muti

Hiç kimsenin vahasında içmeden hurma şerbeti

kuş olup karışmadan simurg teleklerinde renge 

mor dudaklar uçurumda intihar eşiğinde 

naftalin günahlar sığdırdığımız cılız kelimeler

kurak bir esintiyle dil ucunda

Lodosla gelen dalganın sessiz ürkekliği; 

kıyısında köşesinde gidiyoruz işte,

sadakası henüz verilmiş bir dönümlük dünya telvesinden

solgun, kefensiz dudaklardan dökülen rengârenk boya

milyon lokmaya düşendir, aldatır kirli damla

Nedensiz;

kurduğumuz bütün düşler kor dolu bardak

buz tutmuş siyah kravatların ucuna tutunan gelecek

ikircikli bir kaç lafügüzaf

lügatte yok doymak bak gene de açız,

cehenneme taşıyarak tonlarca odun

boğulur iğdiş sözler nehirlerde, toprağa karışan

Vurulan zamandır ardında hep bir şeyler bırakan

rotası karanlık, aşkları avuçlarında ölü sevgililer,

adaya vuran güvertesi ıslak gemi

aynalarda tutuklu birkaç güneş parıltısı

arşivden firari kof kafa kâğıdı

Dalga dalga koruyan ırmak

edilen dua, tutunduğu parmaktan kayan binler yıldız

kana kana kanallarda boğulan balık

salası okunan arpa boyu vakit

dedim ya; intihar arifesinde mor dudak

kuluçkada kuşkusu zehir

dedim ya; düş ve ölüm.

YUTKUNAMADIM GİDİŞİNİ

ERDEM MÜHÜRDAROĞLU

senden sonra

            boğazım yedi düğüm

                  yutkunamadım gidişini

sakallarımda matemi çiçekler büyüttüm

gecesini yitirdiğim üçüncü gündeyim

alnımı buğulu kitaplara yasladım

kulaklarım uykuyu haram etti

güneşi örttü yorgun göz kapaklarım

senden sonra

            buz tuttu yedi iklim

                 geriye kül kaldı

                 tükendi ateşim

kalbimi tutan avuçlarımı

            kan revan sürdüm duvardaki yüzüme

aydınlansın diye değil

            ısıtsın diye ruhumu

            mumlar diktim gökyüzüne

yarım bıraktım gecenin öyküsünü

           silemedim aynadaki yüzünü

                 çiçekler döküldü

                     yapraklar düştü

                          içim üşüdü

senden sonra yüreğim yedi parça

           bölündüm

                 tükendim yavaşça

parmaklarım da terk etti ellerimi

          yazamadım

                 olmayışının şiirini

beklediğim

           tüm nisanlar da geçti

anladım artık

           hiç bir saat getirmeyecek seni

şimdi eksiğim

sonu unutulmuş

           bir öykü kadar eskiyim

ağzım örümcek ağı ile dikili

sende kaldım geçen güz gibi.

AYRILIK

GÜLİSTAN AY

Gözlerime bakıp bitirmek istediğini söyledi. Beklemiyordum...İçimden,bu kadar sevdiğim o insan nasıl olur gidebilir, diye geçirdim.  Oturduğum sandalyeye çakılmış gibiydim. Kalkamadım... Elimi suya uzatmak istedim, bir yudum suyun boğazımdaki o acı hissi bir nebze olsa geçirebilmesini umarak. Uzanamadım, elim gitmedi. İnsanlara baktım, gerçekten duymuşlar mıydı  beni bırakmak istediğini. O anda ne yapmam gerektiğini düşündüm. Bendeki yıkımı belli etmemeliydim.

Lanet olsun gözlerim! Doğru yerde kendini kontrol etmeyi hiçbir zaman öğrenemedin zaten. Ağlayacaktım...Tutabileceğim kadar direnmeliydim. Peki, boğazımdaki o his? Yutkundum, canım çok yandı. Bir daha onu göremeyecek miyim, sorusu  beynimi soluksuzca tırmalıyordu.Acaba ne yapmalıyım? Hayır, gözlerim ağlama! Bir daha onu göremeyeceksin. Sadece bak gözlerim. Evet, gözlerimdoymalıydı ona. Her zerresini ezberlemeliydim. Yutkundum, neden diye sormak istedim. Yapamadım. Onu ne kadar çok özleyeceğim geldi aklıma. Tutamadım, gözyaşım süzüldü.

- Peki, dedim.Ağzımdan kuru bir peki çıktı.

Ah, onu bir daha göremeyeceğim. Ne yapmalıyım? Gururum, gururum var.O beni bırakıyor. Bunu nasıl yapabilir? Bilmiyor muydu onu ne kadar sevdiğimi,onsuz yapamayacağımı?O zaman tek bir şey kaldı .Umursamadı. Sevgisi mi bitti? Ah bilmiyorum ona bir cevap vermeliyim. Elleri geldi aklıma bir daha tutamayacaktım.

Tamam, dedim. TAMAM…

Elimde ona harcanacak bir ömür kaldı.

-Peki,  sana son bir kez sarılabilir miyim? Kolay değildi. Tüm ömrüm boyunca sadece bu ana sığınacaktım.

- Olur, dedi.

Vücudumdaki tüm hücreler  yer değiştiriyor gibiydi. Topladım gücümü, bıraktım gururumu bir kenara,kalktım ayağa. Yüzüme baktı. Gözyaşlarım durmuyordu, sarıldım.Bu son sarılmaydı. Bu sondu... Kollarımız ayrılır ayrılmaz çantama yöneldim. Biraz daha dayanmalıydım. Buradan çıkana kadar sabretmeliydim.

Ah, gözlerim daha fazla bakmalısın, bu son .. Bıraktım ve çıktım oradan. Dönüp arkama bakmadım. Baksam çocuk gibi hüngür hüngür ağlardım. Bulduğum ilk sokak arasına girdim. Onun yokluğuyla nasıl baş edeceğimi bilmemenin çaresizliğiyle  ağladım. Elimden bir tek bu geldi...Kolay değildi, elimde  ona harcanacak bir ömür kalmıştı.

ESKİDEN

NURAY DOĞAN

Akşam gün batımı, istasyondayım

titrekellerimle, bana bir bilet usulca

nereyeyolculuk… merakla sordu görevli

fısıldadım: çocukluğuma…

Yolun uzun dedi, uzattı bileti

şöyle yan baktım elimdeki bavula

ağırdı; umut, sevgi, huzur, mavi…

pembe doldurdum biraz da kahkaha

yürüdüm yüzleşmek için yürüdüm

bindim loş ışıklı trene oturdum cam kenarına

nasır tutmuş ellerim, solmuş gözlerim

dermansız dizlerim yansıdı aynaya

Epey yol gitmişim meğer

göğe baktım kuşlar uçuyor,

konuyor kenardaki ağaca,

damlarda siyah duman… her birinde baca

gidiyorum işte virane çocukluğuma

Tren düdüğünü çaldı acı acı

indim bir gecekondu mahallesine

yol kenarında, bir başıma

tek katlı beyaz badanalı ev sol tarafta,

ağır adımlarla girdim karşımda geniş sofa,

annemin elinde leğen çamaşır yıkamakta,

babam tozlu kıyafetiyle madene hazırlanmakta,

kardeşlerim daha bebek ağlıyor avluda

ellerimde tabak çanak kaşık sesleri,

kenarda çantam aklım fikrim kitaplarımda,

annem, ser şu çamaşırları derken yorgun ve hasta,

ocak başındayım yapıyorum sıcak bir çorba

Nerede oyuncaklarım, bakıyorum tozlu rafa

çocukluk mu o kalmış lafta

annem ayağında bebek sallamakta

babam geçim derdiyle solumakta

çile yazılmış kazınmış hanelere çıkmaz sokakta

her çocuk burada çocukluğunu aramakta

mutsuzluğun resmi asık suratlarda

işte ben geldim mavi bir resim yapmaya

bebekler getirdim renk renkoyuncaklar

başladım dağıtmaya masum çocuklara

annemi, babamı, bastım bağrıma

göz yaşlarını sildim avuçlarımla

yüreklerine pembe umut ektim

başladım sulamaya…

Çocuk sesleri artık gülüyor bu sokakta

ana -babalar sarılıyor evlatlarına

mutluluğun resmini astım sokak tabelasına

ağlamasın çocuklar sonsuza

ana babalar kavuştu bak huzura

yüzleştim bugün bu sokakta

yaşanmamış çocukluğumla…

MÜKÜS’ÜN SU BAŞI

NURAN AKÇAP DEMİRHAN

Bahar gelince eridi karları

Yeşilliklere büründü

Müküs’ün su başı

dizi dizi dizilmiş

ceviz ağaçları

sanki dersiniz

Mevla’nın özendiği...

Cennet gibi yeşilliği

insanların hep merak ettiği

kaya dibinden geldiği

Müküs’ün su başı

Doğası Allah vergisi,

Fegiye Teyra’nın mekanı,

Ceviz ile Balı,

şirinliği ile doğasına

can katar su başı

Müküs’e gidince,

aşarsın virajlı yollarını

su başına varınca

içersin semaver çayını

doyum olmaz güzelliğine

Her yıl, rafting yarışmaları

buz gibi akar Müküs Çayı

şirinliği bahar ayları,

ayrılamazsın bu şirin ilçeden.

YARIM KALMAYACAK

AHMET YAŞAR GÜNDÜZ

Rüzgârlar ve kuşlarla

Kuşlarla ve içimizde uçuşan insanlarla

Söylüyoruz, serin ve soğuk bir ayrılığın

Az ötesinde tutulan umut şarkısını

Az ötesinde bekleyen umut çiçeklerini

Göğsüne takan

Yaylaların ve insanların büyüttüğü

O insan yüzlerinde

Rüzgârlarla ve kuşlarla uçuşan

Umut çiçekleriyle söylüyoruz

Türküleri, yaşanmışlıkları, yazgıları...

Emziren anne yüzlerinden dökülen

Göğsüne takan o insan çiçeklerini

Ve notalara asılı kalan o kadınları

Rüzgârlar ve kuşlarla tutuşan gök

Ve içinde uçurtmaların can bulduğu

Bulutların yağmur yağmur durulduğu

Rüzgârlarla ve kuşlarla tutuşan gök

Serin ve soğuk bir ayrılıkla kırılan kanatlar...

Serin ve soğuk o ayrılık şarkısı ki

Biraz eksik biraz soğuk hoşça yıpranmış tenim...

Dünyaya değmiş olabilirim...

Benim şairliğim senin gülüşünün olduğu yerde biter

Senin gülüşünde tüm şiirler.

Köşesinden tutup mutsuzluğumun

Sana çevir...Gülüşünde kalayım

Düşünde olayım ve düşünüşünde

Sevdiğim göz rengi, Sevdiğimin göz rengi...

Neredesin iki gözüm

Neredesin güzel gözlüm, saklı kentim

Kanatsız can kuşum neredesin

Islatırdı gözlerim saçlarını

Senin başın göğsümü

Kapatırdı yaralarımı saçların

Çimenlere su ikram eden bahçıvan

Çiçeklerin gölgelediği bulutlar

Aklımı bir çiçeğin zarfına bırakıp

Gönderdim sevdalar ülkesine

Boyun eğmeden savaşarak rüzgârla

Bu çağın ve aldanmışlığın

Büyüttüğü insanlık ben birinci tekil şahıs

Yalnızlığın kanıtıydım sen ikinci tekil şahıs

Yalnızlığım sen...ve bizde tüm çoğalmışlıklar...

Söylüyorum,  rüzgarlarla ve kuşlarla

Kuşlarla ve içimizde uçuşan insanlarla...

Umutların şarkısı: Elbet bir gün buluşacağız

Bu böyle yarım kalmayacak...

OLACAK

TALİP ÇAKIR

Fikir doğuracak ağaçlar

gökler yağmuru bırakacak

kuşlar sel sularını aşamayacak

bir ebet duygusu büyük bedel sayılacak

Üç asır doğuracak mahlûkat

her asır bir diğerini kandıracak 

kitaplar asırları şaha kaldıracak

bu mirastan herkese bir pay çıkartılacak

İnananlar rahatlığa kavuşacak

yürüyecek bütün merdivenler

ekilecek bütün topraklar ve de biçilecek

asır değişti artık sırat caddelerden geçilecek

Çaresizliklerini azgınlıkları bastıracak

bir parça buğday ekmeğine savaş çıkartılacak 

savaşı çıkartanlar topraksız kalacak  

bu topraklardan buğday çalınacak

Asırlar arasında kapılar açılacak

kapılardan ölüler çıkacak

ölülerden mektup dağıtılacak

mektuplar bir bir okutulacak

Çocuklar asırları tanımayacak

mektuplar onlardan toplanacak

neslimiz  sahipsiz kalacak

sükûtun hali  sadakaya muhtaç olacak

Fikri ağaçtan alanlar kitap okumayacak

şiir bilinenler âlime dönüşecek

tarih bile tarihten kopacak

o vakit ki o vakit sel sularına balina karışacak.

YUMRUK

KADRİYE KARADENİZ

Bir yumruk olup sıkılıyorum

parmaklarım dökülüyor

birkaç cam kırıyorum

buz tutmuş gökten

yarıdan fazla günahkarım

biliyorum,

yarından fazla karanlık

bu okyanus, bu yer, bu insanlar…

Ve neden sonra zaman

bir iskele olup sıyrılıyor

takvim yapraklarından,

artık bütün şarkılar suspus

susar ölüm tanrısı …

içimdeki çanlar suskun

ben lâl melal

İçimde yer bulmak zor

en utanılır günahlarımı

sırat köprüsüne astım

güneş bir fahişe gibi sarışındı

üşüyordum

demir örgülü kızgın kapıların

mermer eşiğinden

su gibi alevler akıyordu.

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme