YAŞLANDIM ANNE
OSMAN ERDAL
Ne kadar çektiğim bir hesaplandı
Kütüğe zul diye fişlendim anne
Nedamet okları kalbe saplandı
Deftere kul diye işlendim anne
Böylesi çileye bulunmaz tarif
Yüreğim yaralı garib ve naif
Dokuz köy birleşti oldular Taif
Efendimiz gibi taşlandım anne
Bilirim her ecel ne geç ne erken
Vuslat zor görünür bu gurbet varken
Tutunacak dalım kalmadı derken
Sabırla döşümden aşlandım anne
Çökermiş kedere insan doyunca
Hele bu canı aşk dara koyunca
Çöllerde kaldım hep ömür boyunca
Sevdanın koruyla haşlandım anne
Hasreti yüreğe etmişim katık
Düşlerim hasarlı anılar yırtık
Yaşama hevesim kalmadı artık
İlk defa ölmekten hoşlandım anne
Âşık Benli der ki bu azap elim
Çektikçe inlesin Hu desin dilim
Saçlarım döküldü tutuldu belim
Gurbette ne çabuk yaşlandım anne
EY LEYL
NURAY DOĞAN
Ey Leyl,sarıl bana bu dem sımsıkı, gün devrildi
bak, Şems yuvasında göz devirdi
mahın görevi teslim almakta
ışığını üstüme ser, yorgan olsun ey Leyl
yorgun gönlüm bir lahza da olsa huzur bulsun
Dertler üstüme rahmet olup yağmakta,
gizle beni Leyl, Servi’n örümceği gibi ör ağlarını
o güvercin gibi sadakâtle yap yuvanı,
gözlerime lerze lerze dol ey Leyl,
aşkla kan döken göz yaşım berrak olsun, aksın,
derdimin siyahı mı çöktü rengine neden kesfisiyahsın?
yoksa sen de mi gamlı ve yaslısın?
Bak renginle güller siyaha boyandı,
bülbüller dallarda boynu bükük kaldı,
bu hicranlı gecede neyin sesi ah u zar çaldı
ey Leyl, bak senle baş başayız
omzuna yaslansam
bir bir gam ı kederimi akıtsam
sana yitik insanlığı, bozulan şarabı
kırılan kadehi, virane dilleri anlatsam
sonra sussam, sussam lâl olsam…
Saçlarından tel tel ümidi toplasam,
ikimize yeter mi ey Leyl,
ya sana kalmazsa sen de kanarsan,
gel hadi senle kubbe-i arzda Fuzuli’yi analım,
su olup o habibe aka aka varalım,
getir laleyi ilahi şaraba doyalım,
o dergahta gaflet kaftanını üzerimizden atalım,
Nefi’nin sihamını nefse fırlatalım,
bak kumaşın siyah atlastan yıldız toplamakta,
yavaş yavaş ruhun sehere kaymakta,
kudsiytetten nizam ,kural bu
gün vakti devir teslim almakta,
sen aciz, ben aciz çare bâki olana el açmakta,
seyret ki derd- i veren dermanı da yollamakta,
eğ başını ey Leyl, eğilsin başlar,
o makamda bekler başları nurdan taçlar,
huzur anca seni o makamda karşılar.
ASTRONOMİK UZAKLIK
MUSTAFA AYYÜREK
Hayatın bir “anlam”ın olduğunu ve her şeyin bu anlam etrafında toplandığını dille hakikat itibarıyla söyleyebiliriz. Yine de ‘düşünce veya fikir dünyası’ için herkes kendi imar ettiği gerçekliğin hakikat olduğunu savunup duracaktır. Çelişki gibi görünen bu ifadelerde herhangi bir problemin olmadığını da düşünebilirsiniz, fakat şunu sormaktan uzak kalamayacağım: Nasıl olur da aynı hakikat etrafında toplandığını iddia edenlerin ölümüne savunduğu ya da uğruna kelleler aldığı duruş biçiminde çıkardığı sonuçlar birbirinden farklı olabiliyor? Aynı sözcük birini savaşçı yaparken nasıl oluyor da bir başkasını sakinleştirmeyi başarıyor? Temel problem olan bu soru sayesinde inanç dünyası tarafından hayatı şekillenenlerin çıkmazları tam olarak nerede başlayıp nerede bitiyor, belki bunu fark edeceğiz.
İki kere ikinin dört ettiği matematiksel bir kabulden ileri geliyor. Matematik için referans alınan bu kabulle matematik inşa ediliyor. Dünyanın neresine gidersek gidelim matematik bu şekilde gelişimine devam edecek ve ön koşul olarak ispatı yapılan ‘iki kere ikinin dört’ ettiği gerçeği hiçbir yerde değişmeyecektir. Bu bilimsel ilkeden sonra insan, benzer şeyin sözcüklerde olmasını pek tabii bekleyebiliyor. Tıpkı matematikteki değişmez yasalarda herkesi bir arada toplayan gizlenmiş kodlar gibi herkesçe aynı manaya gelen, düşüncede dahi yansıması değişmeyen sözcükler beklemeye başlıyor insan. En azından kelimelerin dünyasında da böyle bir şey söz konusu olsaydı daha mutlu olurduk. Fakat dil, kanun ya da teori değildir, eğilip – bükülmeye elverişli olduğundan bir sonuca varamayacak ve "aynı" dilsel ifade hepimizde ayrı ayrı anlamlara gelecektir. Örneğin; ‘kuş’ sözcüğünü ele alalım. İfade ettiğimiz bu sözcük kimimiz için serçeyi kimimiz için kartalı kimimiz için de bambaşka bir hayvanı temsil edecektir. Bambaşka olan hayvan belki hiç uçamayan bir cins olacaktır. Gerçi her ne kadar ‘Kuş’ ifadesiyle zihinde: Kanatları olan, iki ayaklı, gagasıyla beslenen ve yumurtlayarak çoğalan bir canlı şekillense de bir serçenin bir kartal olmadığı gerçeği bizi daima yanıltacaktır.
Peki, bizler basit bir şekilde ifade edilen ‘Kuş’ sözcüğünde bile ortak bir noktada buluşamayacaksak konuyu nasıl kavrayacağız? Hangi noktalarda bir araya gelip hangilerinde farklı olmamız gerektiğini nasıl anlayacağız? Kelimeleri sarf edenler bütünü yakalayamazken dinleyenler nasıl birleştirici bir hükme varacak? İşte, tam bu noktada tıpkı matematikte olduğu gibi ortak bir kabul ve ‘belirleyici’ bir referans noktası bulmamız şart. Söz konusu referans noktası hem bizim gibi olmalı hem de içimizden en iyisi. Hem yiyip – içmeli, hem de asla israf etmemeli. Hem sesini en uzaktakine duyurmalı hem de bağırmamalı. Hayatı sözcükleriyle, sözcükleri hayatıyla çelişmemeli. Kırılgan olmamalı. Yeri geldiği zaman en yakınındakine bir köleye layık gördüğünü layık görmeli. Sağlam anlayışa ve çelik iradeye sahip olmalı. Söylemleri çağları aşmalı ve her çağda uygulanabilir bir yol açmalı, yöntem belirlemeli vs. vs. örnekleri uzattıkça uzatabiliriz. Oysaki dünyamızda bahsi geçen konunun karşılık bulması çok zor. 'İnsan, insanın kurdudur' tanımlaması ve bu tanımlamanın geniş bir kitle tarafından kabul edilmesi de ayrı bir güçlük yaratıyor. Herkes kendi inancını temsil edeni 'en iyisi işte budur' dedikçe hem zorluk artacak hem de bütünleştirici unsura ulaşmamız asla mümkün olmayacaktır.
Acaba kelimeleri sayfada bu şekilde bir araya getiren kişi söylemin neresinde kalıyor, demek, en tabii hakkınız. Amaç aynı noktada buluşma fikri olduğu için sayfaya kelimeleri dizenin değil, hakikat diye gösterilecek noktanın olup olmadığıdır. Eğer işi yazma eylemini gerçekleştiren şahsa indirgersek sonuç değişmeyecek, aynı tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaya devam edeceğiz.
… Her şeyden bağımsız olarak şimdi karşımıza çıkan şey ise şu oluyor: Referans noktası olarak kabul ettiğimiz insanın söylemlerini nasıl ortak bir şekilde değerlendireceğiz? Madem sözcükler kırılgan ve kaygan bir zeminde herkes yine de kendi bildiği, içine doğan hakikate göre hareket etmeyecek mi? Bu olası bir durum. Büyük olasılıkla her zaman olduğu gibi bizler yine kendi gerçekliğimize koşmaya devam edeceğiz. Özün sahibi hakikati haykırmaya devam edecek.
“Sizi biricik ve tek olan Allah’a davet eden, karşılığında sizden bir ücret talep etmeyen, dosdoğru olun ve ihanetten uzak durun,” diyenden daha doğru sözlü kim olabilir? Ve bunu ifade edenden daha başka kim referans noktası olarak kabul edilebilir? Hal böyle iken en kestirme yol; öğüt verenin yaşantısını öğrenmek ve o ne yaptıysa aynısını yapmak bize yetmez mi? Öğüt verenin bakış açısını kavradıktan sonra dilde olmasa bile yaşantıda tıpkı matematikteki ‘İki kere iki dört,’ eder nispetince ortak bir referans noktası bulmuş olmaz mıyız?
AHLAK
HAMİDE DONMUŞ
Her hafta, her ay konu hakkında araştırma yaparak gündemde tutmaya çalışmak ne büyük bir sabır...Ahlâk bazen bir kadında süs ve ziynet olarak, bazen bir erkeğin dilinde lazımlık olarak kullanılır oldu. Çoğu zaman da ahlaki ve inançsal değerler tarafından tanımlandı, yargılandı hatta ötekileştirildi.
Tarih ötekileştirilen veya zamanın ahlaki değerlerini doğru olarak kabul etmeyen insanların yaptığı yıkımları ve yıkıntıları ile dolu: SORMADAN GEÇEMİYORUM!
Hangi toplum birinden daha ahlaki değerlere sahip?
Hangi bireyin diğerine göre manevi değerleri daha değerli?
Hangi terazi ölçer bu iki kavramı?
Hangi makam bu tespiti yapacak?
Epistemolojik ve ontolojik olarak tanımlanması zor olan ahlak ve manevi değerler denen kavramların en idealini kim neye göre tanımlayacak.
Benim geldiğim sonuç şudur ki: Ünlü bir filozofun 2500 yıl önce dediği gibi "İNSAN HERŞEYİN ÖLÇÜSÜDÜR." Ve bence de olmalıdır...
Ne demiş varoluşçuluk düşüncesinin mimarı Varoluş özden yani insan önce var olur. Sonra ahlâkı anlayışı, değerleri, kimliği ve karakteri gelir. Yani ahlakdediğimiz değer dediğimiz olguları bir bina gibi inşa ederiz var ederiz. Failide müsebbibi de biz insanlarız. Biz farklı ırklarda farklı coğrafyalarda farklı ekonomik koşullarda ahlak denen kavramı var ederiz. Ve var ettiğimiz bu değerleride çoğu zaman kutsallaştırır hatta bazen tapınırız... Oysa kaçırdığımız bir gerçek var ve bu gerçek ünlü bir filozofundediği gibi DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİMDİR...
O zaman varmamız gereken en temel nokta ahlak denen kavramında değişken olduğu yani bağlamsal ve zamansal temelde değerlendirilmesi gerektiğidir. Eski ahlaki değerleri kutsallaştırırsan yanılgımız bu günkü gençliğin ahlaki değerlerini eleştirebilir mi? Onlar benim geçirdiğim zaman diliminden şartlarından toplumsal sosyolojisinden geçmeden nasıl olurda benim sahip olduğum ahlaki ve manevi değerlere sahip olabilirler. Ben Z kuşağı alfa kuşağı veya bilmem ne kuşağının yaşadığı zamansal dilimde ve teknoloji devriminin içine doğmamış bir birey olarak nasıl onların ahlaki değerlerine sahip olabilirim ki...
Ben mi gençlerimiz mi daha ahlaklı?
Kim, kimin mahkemesini kurarak hükmünü verecek?
Kim doğru kim yanlış?
Peki, o zaman ülkemiz de var olan bu ahlaki çatışmaların değerler üzerinden insanların bir birini aforoz etmesinin müsebbibi kimdir, nedir?
Seküler kesim mi daha ahlaki, muhafazakârlar mı?
Şu parti mi yoksa diğeri mi?
Ölçü nedir bilen varmıdır?
Ben bilmiyorum çünkü bilirsem taraf olurum taraf olursam bir değeri varoluşsal olarak benden olmayanı üstün görmem gerek.Onun için lafı uzatmadan yüzeysel olarak yukarda paylaştığım düşüncelerim ışığında şunları son olarak söyleyebilirim. Naçizane...
Ben Siyahı, beyaz varsa tanımlayabilirim...Uzunu, kısa varsa tanımlayabilirim. Geceyi, gündüz varsa, çirkini güzel varsa tanımlayabilirim. Değer ve ahlak elbette mensubiyeti olan benim için sizin için önemlidir. Amma ve lakin gerçek şudur ki... En azından benim gerçeğim. En büyük ahlak, ahlaki değerlerime sahip olmayanında neden olmadığını algılayıp benden olmayan toplumuda bireyide kendi bağlam ve ahlakı ölçüleri ile kabul etmektir. Zorda olsa ahlaki olan budur, bu olmalıdır.
YÜRÜYORUM
BAVER ÖZABAY
Yürüyorum yavaşça harap yolda
Ellerimde aşkın ateşi
Kollarım arkadan bağlı
Yanımda iki gardiyan
Dört yanım dikenli zakkum
Narin ellerim güneş yanığı
Yeri öpmedi çiçeklerim
Birkaç damla kan, derin bir ah
Ardımda geçmişim kesin berraklığı
Bulanmış çamurlu su geleceğim
Ölünün nefesidir anılar
Hiç olmamış kadar
...
Koşuyorum hışımla
Elimde aşkın harlı ateşi
Kollarım kördüğüm yepyeni yolda
Gardiyan ardımda…
Biri mevta, diğeri yutuyor tozumu
İki tarafım gül bahçesi, koparıp kaçıyorum
Yara bere içinde canı yanan ellerim
Gardiyanın kanını içtim, ah çekmiyorum
Geçmişim ne kadar kesin olursa olsun
Kimin umurunda yaşananlar
Gelecek suyu temizlendi gönlüm gibi pak
Çocuğun kahkahasıdır yaşadığım an
Neşe salar içime sonsuz neşeyi
Hep var hiç gitmemiş gibi.
YÜREĞİMİZİN BİTMEYEN KIŞI
EZGİ NİLAY BEYİŞ
Bazen düşler sessizce gelir karşınıza
size yalanlar fısıldayarak gider sonra
aniden sizi, sizinle bırakır baş başa
uyanırsınız soluğu kesilmiş sabahlara
gün doğar ufukta, bir müjde verir âdeta
hayatta kalmalıymışız her doğan günün inadına
aydınlık sabahlar vadetti ufuklar gelecek baharla
her şey kaldı yine karanlıklarda günün sonunda...
sözcükler düğümlenmiş boğazımıza
tutunamıyoruz artık gökyüzündeki manaya
her gün aydınlık terk ediyor bizi usulca
yine kaldık yalnızlığımızla, kendi karanlığımızda
oysa umuttu içimizde uzanacak bir el gökyüzüne
ya içerden ya dışardan yakılan bir ışık, bekleyişte
ihtiyacı vardı insanlığın tek bir umutlu kelimeye
tek bir gülümseme gelse umutlu bir nefesle
ellerimizde, avuçlarımızda kaldı çağın acısı
koynunda büyük yükün can çekişiyor insan cabası
gelinecek yollar, gidilecek hayaller varken
enkazın altında varıldı şafağa, veda edilemeden
yüreklerimiz çarpıyor onlarla, her anda
gözyaşlarımız eşlik ediyor hüzünlü her sabaha
yüreğimizin bitmeyen kışı başladı 6 Şubat’ta
hüzünlü bir sabah doğuyor şimdi o topraklara
ve koca elveda yıkılıyor insanların gözyaşlarıyla
hayaller, hayatlar, umutlar yitiriliyor altında
karanlık çekiliyor usulca uyanıyor çağın felaketi
insanlar bir mücadeleyle uyanıyor sabaha ..!
KARA TOPRAK
METİN ÖZDOĞAN
Selam söyleyin kara toprağın sadık yârine
hasretiz sazının güzel sesine
dostlar hatırlıyor hep gönlümüzde
saygılar sunuyorum üstadım Aşık Veysel’e
Fani dünyayı hiç görmedi
görmeden neler söyledi
her sözü altın gibiydi
adı Aşık Veysel idi
Dost diye kimlere sarıldı
hep boşa dolandı
dost dedikleri aldattı
Aşık Veysel hep aldandı
Ben gidersem sazım kalır dedi
dostlar belki hatırlar dedi
sazı da sözüde yetim şimdi
kim unutur ki Aşık Veysel’i
Bir garip Metinim
görüp elini öpemedim
sadece uzaktan sevdim
Aşık Veysel’e selam ederim
Hep karanlık dünyada yaşadı
yaşadığını anlayamadı
sözlerinin hepsi anlamlıydı
metin görmediği için hep ağladı.
İNSANIN ANLAM ARAYIŞI
ABDULHAKİM ÇİFTÇİ
Hayatın anlamının bizâtihî hayatın kendisinden daha önemli olduğu bu yekpare geniş zamanda,anlamını yitirmeye başlayan hayatın artık ölümünün de başladığı, insan olmanın manasını ve hayatın anlamını kaybedenin velev ki nefes alıp verse de özünde yaşayan birölü olduğu gerçeğinin göz ardı edildiği sözüm ona modern sonrası bir çağa denk geldik. Bu devir, hayatta olan şeylere neden diyen acemilerin, hayatında en ufak bir aksamaya yer vermeyen ve konfora bağlılık seviyesi yüksek, sayıları da bir hayli fazla olan çağdaş insanın devri.
Hayatı daha ağır tonda yaşayanın ve daha çabuk hayır diyenin suçlu olduğu, başa çıkamadığı faniliği tecrit etmişlerin,bilhassa kentte yüzyıl yaşayıp çoktan çürüdüğünün farkında olmayan insanların öve öve bitiremediği ve dahi en yeni zaman saydığı 21. Yüzyıl dönemi. Sürekli meşgul olan ve olabildiğince tüketen toplumların şükredilmeye değer bir nimet kategorisini yok hükmünde saydığı hatta nankörlüğe varan tavırların ayyuka çıktığı garip bir yüzyıl. Mutluluk eşiğini yüksek tuttuğu için küçük ayrıntılarla mutlu olamayan, kâğıdındaki sorulara razı olmadığı için doğru cevabı veremeyen, kendi hikâyesine bile yabancılaşan ve hep bana hep bana diyenlerin çağı. Bu çağ; soruların hep bilinmeyen ve çalışılmayan yerden geldiğini düşünenlerin, ne olmuşsa olmuş çok bilinmeyenli bir denklemin içine düşmüşçesine bocalayan, gökten altın yağsa bahçesine bir tane bile düşmeyeceğine inanmışların çağı.Kaba determinizm kurallarının saat gibi işlediği, ilahi lütfun yerleşkeye girmediği, öte âlemin rafa kalktığı katışıksız bir dünya. Bu dünya,kalabalıklar içerisinde yapayalnız kalmışların, yapabilecek küçük şeyleri varken etki edemeyeceği büyük meseleleri konuşarak ömrünü harcayanların ve karakteri felce uğramış insanların dünyası.Yersiz yurtsuz insanların, başka bir deyişle kapitalizm için ter döken işçilerin kampı.
Âlimin sultanın sofrasına oturduğu çakırsaraylı adamların oturgahı. Yirmi beş yaşında ölen ama yetmiş beş yaşında gömülen, üşümesin diye üstünü örttüğü birini sırtından bıçaklayanların sığınağı. Kendi menfaatleri uğruna gerekirse papaz elbisesi giyenlerin, koltuğu için haysiyetini beş paraya satanların,çokça kendini beğenmişlerin, narsisizm saplantılı ciğersizlerin alemi.Kendisi gibi düşünmeyenlerin öteki olduğu, dilinde hak-hukuk-adalet kelimelerini düşürmeyen ama bir çırpıda yüz can alan kukla kafalı adamların yeri.Nefsi saltanatı için elinde boy boy tespihlerle sofuluk satan, cahil dalkavukların kol gezdiği üçüncü sınıf riyakarların meclisi. Kırılgan burjuva çocuklarının tam dolandırıcılara göre düzen kurduğu amiyane tabirle kuzunun kurda teslim edildiği, hipnotize edici monarşik figüranların ve suyu bulandıranların baş göz olduğu kaotik yapılı kast sistemi. Bütün bunlara rağmen burası, namuslularında en az namussuzlar kadar cesur olduğu, dürüst amaçları uğruna hemen her nasıla dayanan insanların diyarı. Coğrafyanın kader üzerindeki etkisine aldırmayan, eşyayı dahi incitme diyenlerin medeniyeti. Burası; ormana girerken genç ağaçları korkutmamak için baltanın sapını bezle saran tahtacılardan tut, su içtiği bardağı dahi öpen Mevlevilerin mensubu olduğu fevkalade insanların toplumu. Akıllı insanların sudan hoşlandığı, erdemli kimselerin dağlardan zevk aldığı dingin yaşayanların mekânı. Göremediği bir varlık uğruna nefsini dizginleyen, iradesini terbiye eden, hikmet sahibi insanların her gün yaşama küçükte olsa mum yaktığı, aydınlık yer üstü dünyasını kuranların karargâhı. Burası ıstırap seli altında kalmalarına rağmen dünyaya temenni etmeyenlerin nam saldığı, müstağni duruşlarıyla ve derin sükûnetleriyle asil duranların yeri.
Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, ümidini yitirmeyen gökle barışık insanların durağı. Hayat sofrasından doymuş olarak kalkan ve yaşamdaki mutluluk kadar acıyı da misafir edebilenlerin zamanı. Mutluluğu bizzat inşa eden ve yaşama direnen asil insanların yeri. Ve burası, her ne kadar büyük olursa olsun, haddi zatında acının da en az mutluluk kadar hayata anlam kattığına inanmışların yeri.
BU GÖNÜL
MERAL ERBAĞA
Bu gönül ne ateşlerde yandı
külünde, dumanında köz kaldı
bu bedenim umutsuzluğa
sürüklenip ne acılar yaşadı
hüzünle vurulan gecelerde
adresi silinmiş gurbetin
sokaklarında ne bedeller ödetti
Uğrunda canını hiçe sayarak
gidip de dönmeyenin ardından
değmedi onca içten duaya
emek sarf ettiğime, çabalarıma
olmayan bir duaya amin dedim
bedelini ise garip hayatımı
paramparça ederek ödedim
Akıtılan gözyaşımdan geriye
ömrümden ömür alıp götürdü
hazin hüzün hüsran zaman,
şimdi ahlar keşkeler pişmanlıklar
nafile fayda etmez isyanlar
ciğeri beş para etmeyene
Umudumu salıverdim dalgalara
yaralıdır gönül limanım
suskun ve yasa boğulmuş
geriye çekilmiş deniz misaliyim
Yaralıdır ümitlerim, yastadır
hayallerim darmadağınık aklım
Ben ve vedalarım, hayallerim
yaralarımla bindik
kaptansız yelkene salıverin
yolculuğun çok uzağına
gitme vakti geldi belki de
geç kaldık biz güzelliklere.
BAL
SÜMEYYE TACİR
Neredesin bal demeyeceğim
görüyorum bal, onunlasın
Bana davrandığın gibi davranıyorsun
bana baktığın gibi bakıyorsun
benimle olduğundan daha mutlusun bal
ben mi yanlış olan yoksa o muydu doğru olan
Neredesin bal demeyeceğim
hak etmediğin yerdesin
hak etmediğin ellerdesin
hak etmediğin insanların yanındasın
anlayacaksın bal
zaman geçtikçe anlayacaksın değerimi
doğru olanın ben olduğunu
Yanlış olanın benim yerime koyduğun
insanlar olduğunu
seçimlerin seni üzdüğünde anlayacaksın bal
görüyorum bal üzüleceksin.