ALLAH'IM!
MUSTAFA GÜNEŞ
Uyup nefsimize eyledik isyan
Râhmetinle bizi affet Allah’ım
Dilimizde ismin, gönülde ziyan
İsmini an’andan eyle Allah’ım
Mahşerde merhamet eyle Allah'ım
Terk edip zekât, namazı ve hacı
Başımıza koyduk şeytandan tacı
Ruhlara yapıştı manevi acı
Ruhumuzu temiz eyle Allah’ım
Mahşerde merhamet eyle Allah'ım
Kulunuz, insanız bitmez hatamız
Mahcubuz, isyankâr, nedense hamız
Sınavda isyankâr, doymayan açız
Kazanan kullardan eyle Allah'ım
Mahşerde merhamet eyle Allah'ım
Verdiğin nimete etmedik şükür
Kalplere vurulmuş sanki tek mühür
Yıllar geçmiş sanki, kayıp bir ömür
Ömrünü adayan, eyle Allah'ım!
Mahşerde merhamet eyle Allah'ım
Dünyaya dalıp unuttuk Kur'an'ı
Mal-mülk için harcıyoruz her anı
Kalmadı amelde Müslüman yanı
Unutulan kul eyleme Allah’ım
Mahşerde merhamet eyle Allah'ım
Şimşekler çakınca andık adını
Boşlukta tattık haramın tadını
Bollukta halimiz, şeytan yakını
Şeytanlardan ırak eyle Allah’ım!
Mahşerde merhamet eyle Allah'ım
Allah'ın boyası sarsın bedeni
Silinsin zihinden kötülük nedeni
Başı eğik, candan tövbe edeni
Tövbesini kabul eyle Allah’ım
Mahşerde merhamet eyle Allah'ım
Mustafa kuluna da eyle rahmet
Silinsin kalbinden tamamen illet
Habibine cennette eyle ümmet
İmanla katına vardır Allah'ım
Mahşerde merhamet eyle Allah'ım.
HAYATIN BÜYÜK SANATKARLARI
ABDULHAKİM ÇİFTCİ
Yaşama eksi rakamlarda başlamak çileyle pişecek bir hayatın habercisidir. Mevlana’nın hamdım, yandım, piştim metaforunu; negatiftim, nötr oldum, pozitif oldum diye değiştirmek pekâlâ mümkün olabilir. Peki ya yanmadan pişmek, nötr olmadan pozitif olmak mümkün olabilir mi? Eksi rakamlardan direk artı rakamlara çıkmak mümkün mü? Başka bir deyişle basamakları çifter çıkmak varılacak yerin itibarına halel getirir mi?
Denilir ki büyük ustalar sanatlarını icra ederken eserlerini meşk yani şevkle pişirirler. Hiç öyle rütbe almaya, basamak çıkmaya gerek duymazlar. Usta Sinan hiçbir zaman ham değildi, yanmadı, pişmedi. O direk meşkle yaptı ustalık eserini. Yaşama sanatı biraz Sinan’ın ustalığına biraz Akif’in ferasetine biraz da Yunus’un basiretine benzer. Onlar hayatın çıraklığını hiç bir zaman yapmadılar. Usta doğdular usta oldular ustaca atlarına bindiler ve gittiler. Büyük komutanlar hiç bir zaman er olmadılar. Selahaddin hiç emir altına girmedi, Alparslan hiç tekmil çekmedi. Büyük ressamlar hiç bir zaman kursa gitmediler. Da Vinci hiç resim hocasından fırça yemedi, Van Gogh hiç yoklama kağıdına imza atmadı. Büyük şairler hiç bir zaman dil bilgisi peşine düşmediler. Nazım Hikmet hiç kafiyeden sınıfta kalmadı, Ahmed-i hani hiç redif derdine düşmedi, Fuzuli hiç uyak gözetmedi. Büyük yazarlar hiç bir zaman sayfa düzenine bakmadı. Dostoyevski hiç punto ihtiyacı duymadı, Victor Hugo hiç satır arası boşluğuna dikkat etmedi. Büyük tarihçiler hiç bir zaman takvim peşine düşmediler. İbn Haldun hiç çağları saymadı, Halil İnalcık hiç kronolojik sıralama yapmadı. Büyük hekimler hiç bir zaman röntgen çekmediler. Galen hiç tahlil yapmadı, ibn Sina hiç enjeksiyon yapmadı, Hipokrat hiç serum bağlamadı. Cezeri hiç cetvel kullanmadı. Ali Şeriati hiç nüfus sayımı yapmadı, Michaloncelo hiç tokmak kullanmadı. Sezai Karakoç hiç dörtlük yazmadı.
Peki neydi onları büyük yapan? Onları büyük yapan yaptıkları sanata olan şevk, gösterdikleri sadakat ve meşakkatli sabırları. Mimar Sinan bütün eserlerini 53 yaşından sonra yaptı, Fuat Sezgin kitaplarını 60 yaşından sonra yazdı. İbn Haldun İber Tarihini yazarken 10 yıl arşivlerde araştırdı ve eserler okudu. Giriş kısmı olan Mukaddime’yi 6 ayda yazıp sonra 4 kez düzeltti. Marx, Das Kapital’i yazmak için 20 yıl araştırdı. David Hume İnsan Doğası Üzerine İnceleme’sini 10 yılda tamamladı. Hayatın büyük sanatkarları, “işinde ağır ol molla desinler” diye ağır olmadılar. Onlar hünerlerini insanlığa faydalı olsun diye ortaya koydular.
BENİ BAĞLAMAZ
CİVAN KAPLAN
Ne alacağım var ne de verecek
Kimsenin tasası beni bağlamaz
Ömür nihayete bir gün erecek
Uzunu kısası beni bağlamaz
Geleni ağamdır gideni paşam
Umurumda değil hiç bir ihtişam
Ellerim yanıyor neye dokunsam
Mevkisi masası beni bağlamaz
Kimsenin keyfine olamam dulda
Bir vefa aramam kul oğlu kulda
Yürürüm doğruyu bildiğim yolda
Dünyanın yasası beni bağlamaz
Aşkından meşkinden çektim elimi
Yediğim darbeler büktü belimi
Soldurmayın yeter gonca gülümü
Bülbülün hoş sesi beni bağlamaz
Sılamın kokusu burnumda tüter
Düşünsem anılar derine iter
İstemem sarayı bir köhne yeter
Kıyısı köşesi beni bağlamaz
Civan'ım da der ki gayrı nederim
Hayatın içinde bir derbederim
Dünyayı yaksalar bana ne derim
Hoyratın neşesi beni bağlamaz.
ÖLMEK Mİ, SAVAŞMAK MI?
NİSA ÖGET
SMA Tip-1 kas hastalığı bebekler için ölümcül olabilecek derecede tehlikeli olan hatta bu hastalık yüzünden yüzlerce bebeğimizi kaybediyoruz maalesef.
Kimisinin bu hastalık hakkında bir fikri yok. Ama bu konuda bilinçlenmeli ve başımıza gelmeden bir önlemini almalıyız. Kas kaybı ve zayıflamaya neden olan bu hastalık bebeklerimizi içten içe zarar veriyor ve tedavisi için yeterli miktarda para bulunamazsa öldürüyor.
Tedavisi milyonlar olan ve devlet tarafından karşılanmayan SMA TİP-1 hastalığı aileleri bebeklerinden koparıyor, koparmakla kalmayıp ailede kapanmayan yaralar açıyor.
Peki ya ben ne yapmalıyım?
Bu konuda bilinçlen, bu bir hastalık ve herkesin başına gelebilir. 'Akraba evliliği yapmıştır, bu yüzden olmuştur.' deme. Zamanı geriye alamıyoruz keşke alabilsek ve o çocukların acı çekmesini önleyebilsek. Sokakta bebeği için para isteyen insanlara değişik gözlerle bakma. Değişik dedim çünkü tanımlayamıyorum, bazıları o kadar ön yargılı bakıyor ki… O anne de istemezdi bebeği bu hastalığı yaşasın ve günden güne erisin. Sadece on lira senin, benim verdiğimiz paralar birleşip ne kadar oluyor haberin var mı?
Gün içinde sıkılıp elbet sosyal medyada zaman geçiriyorsundur. Orada hiç rastladın mı acı çeken bebeklerin bağırışlarına? Yoksa görmezden gelip yok mu saydın? Ben yapmak zorunda değilim ki. Bana ne onun bebeğinden. Peki, ya bana ne senin bebeğinden...
Tabi ki öyle demem ama biraz empati, bizi insan yapar. Ben bu hastalığı erken yaşta ve canım yanmadan öğrendim. Bu hastalık başıma gelirse en azından neyi, nasıl yapacağımı biliyorum. Peki ya sen biliyor musun?
Belki de bu yazı sayesinde öğrenmek istersin. Belki de bir bebeğin kurtulmasına vesile olursun. Bebeklerimiz acı çekerken daha neyi bekliyoruz adım atmak için.
YOLCU…
SAMLE ÇAĞLA
Narin, çocuklar gibi seviniyordu o sabah. Evi barkı tertemiz etmiş, en güzel elbiselerini giymişti. Trenin gelmesine neredeyse yarım gün olmasına rağmen, beş dakikaya bir saate bakıyor; ocağın üzerinde buharı tüten yemekleri kontrol ediyor, sonra yatak odasına geçip ona aldığı hediye giysileri bir daha ütülüyor, Hint işi bir buhurdanlığa yerleştirdiği ince kahverengi çubukları yakıp içten içe göveren bir ateşten yayılan ince, keskin bir dumana boğuyordu odayı.
Aylardır bir telefonun ucundan hayatının tüm hikâyesini anlattığı, sabahlara kadar sesinin kadife tonuyla içinin eridiği, bu hayatta güzel olan ne varsa ondan öğrendiğini düşündüğü, hayallerinin adamıyla nihayet karşılaşacak; dahası ona kavuşacak, belki de birkaç gün, ne birkaçı, aylarca, yok yıllarca onu evinde misafir edecek; evden hiiiç çıkmayacaklardı.
Akşam treniyle gelecekti Suat, akşama ne kalmıştı ki şunun şurasında: Birazdan kuşluk olur, göz açıp kapayıncaya kadar öğle, yemek çay filan derken ikindi, ikindiyle akşamın arası bir nefes demez miydi annesi hep… “Akşam diyordun işte oldu akşam…” şiiri geldi aklına birden, kimindi bu dize, kalkıp kütüphaneyi karıştırdı, O. Veli’nin miydi, hayırdı, başka biriydi bu… “Tabii ya…” dedi. “Tabii ki canım Cahit Sıtkı’nın… Evet, açıyoruz kitabını: ‘Haydi Abbas…’”
Şiir hakkında yazılanları okudu uzun uzun, iş bu şiiri Cahit Sıtkı askerde subayken yazasıymış, şairin “Abbas” adında bir emir eri varmış. Bu oğlan pek bir becerikliymiş, rakıya düşkün komutanının gönlünü etmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazmış. Şair, askerin hizmetinden pek memnun kaldığı için onu kardeşi gibi severmiş, hatta artık geceleri kaçak göçek içtiği rakılar onu kesmeyip gün içinde de Abbas’tan çilingir sofraları hazırlamasını isteyince Abbas: “Yapmayın komutanım, rakının asaletine yakışmaz gün içinde içmek, bekleyin akşam olsun…” demiş. Şair, Abbas’a hak verip akşamın olmasını beklemiş. Derken akşam olmuş ama Abbas ortalarda yokmuş. Nihayet asker bulunmuş, huzura çıkınca şair defterini açıp az önce yazığı şiiri Abbas’a okumuş:
“Haydi, Abbas vakit tamam
Akşam diyordun, işte oldu akşam
Kur artık çilingir soframızı,
Dinsin artık bu kalp ağrısı…”
Narin şiiri tekrar tekrar okudu, hikâyesini ezber etti, bakarsınız Suat’la sohbetin tıkandığı anlarda bu anekdotu anlatıp onu şaşırtırdı: “Vaaay, benim küçük meleğim neler de bilirmiş böyle, vallahi doksandan gol yedik Narin’im, ben bu hikâyeyi nasıl atlamışım, teşekkürler. İşte bana bunlarla gel karanfilim, gün yirmi dört saat aşk konuşulmaz ya telefonda, sözcükler de korunmak ister anlamın laçkalığından, kaldı ki aşk yaşanır anlatılmaz…” der mi derdi.
Bunları düşünürken birdenbire aydı Narin: “Yoksa ben onu, evet evet, ben onu edebiyat konuşabildiğim için seviyorum galiba. Eee… Ne var bunda, daha iyi değil mi? Sadece aşk meşk, cinsel beklentiler ya da para pul, yasal bir birliktelik, kara kara oğlan çocukları doğurma ihtimali için sevmekten daha mı az yüce bir kavram edebiyat aşkımız? Hem diğerlerinin sohbet konusu olması üç beş yılla sınırlıyken, sanat-edebiyat hakkında ölene kadar konuşabilir sevgiliyle insan…” derken kendisiyle gurur duydu. Hem bu ay afili bir dergide öyküsü yayımlanmıştı. Dergi yöneticisi yazar bayılmıştı öyküye. “İşte bu Narin Hanım, istediğim öyküler bunlar benim; öykü neticede bir dil işçiliğidir. Vallahi bravo size, adı bile özgün, ‘Matruşka öyküler…’
Narin, yıllarca kimselere benzemeyecek bir kurgu ve dilde öyküler yazmak için uzun araştırmalara girişmiş, ta üniversite yıllarından beri, yerli ve yabancı ustaların öyküleme tekniklerini ezber etmiş, sonunda “Garipçilerin” şiir için söyledikleri gibi, “Benzer binlerce öyküye beş on tane de ben eklesem ne olacak ki?” deyip nerdeyse yazmayı bırakmıştı. Luis Borges’in kitaplarıyla karşılaştıktan sonra nihayet su akıp yolunu bulmuştu. Evet, iç içe öyküler yazacaktı Narin, post-modernistler gibi bazen yazıyı, bazen okuru, bazen de kendini savuracaktı metin boyunca. Yazdığı birkaç örneği Suat’a göndermiş, adam çarpılmış, hatta epeyce de bir kıskanmıştı onu. Narin, sıradan bir konunun minnacık bir detayını tema olarak alıyor, önce aklı başında realist bir “serim-düğüm-çözümlü” olay hikâyesi ya da “giriş-gelişme-sonuç” mantığında durum hikâyesi yazar gibi metne başlıyor, ardından olaylar biraz gelişip okur meseleyi tam kavrayacakken, bir sesin, kokunun, görüntünün çağrışımıyla bir klasik kitabın içine giriyor; roman kahramanlarıyla malum trajik sonun yaşanmaması için ölümüne mücadele ediyor, bazen bu savaşı kazanıyor, bazen de kaybediyordu. Örneğin bu öyküsünde, bir kış günü öğrencileriyle Kars’a yaptıkları bir gezide, öğretmen arkadaşları ve öğrencileri uyuduktan sonra, lapa lapa yağan bir kar altında, ışıl ışıl bir masal kentine dönüşen şehri gecenin bir yarısı yalnız başına gezerken, cadde üzerinde sanki yüzlerce yıl aynı soylulukla meçhul bir prensesi bekler gibi öylece mağrur duran binaların olağanüstü güzellikteki Rus mimarisine vurulmuş, bir anda kendini 19.yüzyılda Saint Petersburg ta bulmuş, nasıl olmuşsa olmuş , aniden Anna Karenina romanının içine düşmüştü.
Narin, kitaptaki tüm önemli sahnelerde Voronski’den yana olup Anna’nın kulaklarının dibinde görünmez bir peri gibi ona akıllar veriyordu ama kadın onu dinlemiyordu. Nihayet romanın sonundaki trajik sahneden önce, genç kadının intiharını önlemek için saatlerce dil dökmüştü Anna’ya ama aşkı için ölümü göze alan bir kadını Tanrı’dan başka kimse durduramazdı. Anna tam kendini trenin altına atacakken onu son anda yakalayıp, “Ne yani Anna, Kont Voronski’yi Sain Petersburg’un ucuz kadınlarına mı bırakacaksın, bak tatlım, bu dünyada hiçbir erkek uğruna ölmeye değmez, aşkı yaratan biziz, onlar bu oyunda sadece birer figürandır unutma!” deyince bu sözler Anna’ya mantıklı gelmiş, genç kadın kendini toparlamış, minik peri ne derse onu yapmıştı epey bir zaman. Neden sonra Anna, Voronski’nin evine habersiz geldiği bir gece adamı Narin’le basınca çantasından bir tabanca çıkarıp bu defa hem onları hem kendini öldürmüştü.
Öykünün kimi yerlerinde Narin’le Anna’nın sohbetlerine ara sıra uzaylıların da karıştığı, hatta kadını öldü sayıp onunla âdeta “Dante’yle Beatric’in cennetten cehenneme doğru çıktığı yolculuğa eşlik ettikleri de oluyordu. Narin bütün bu karmaşayı nefis bir kurguyla birbirine bağlıyor, bunca absürt sahneyi arada bir donuklaştırarak bir Tarkovski ya da Nuri Bilge Ceylan filmine dönüştürüyordu.
Narin, son bir yıldır Suat’a kalbinin tüm odalarını açmış; sadece kırkıncı odası olan, “temizlik hastalığından” söz etmemişti. Hava kararmıştı artık, Basmane garında bir aşağı bir yukarı voltalayarak trenin gelmesini beklerken bir anda panik oldu genç kadın. “Neden söylemezsin ki, ya çok heyecanlanıp olur olmaz bir yerleri temizlemeye kalkarsam kim bilir neler düşünür hakkımda?” dedi. Adımları hızlanmış, deli gibi gidip geliyordu peronlar boyunca. Derken tren geldi, yolcular gözlerinde yorgun ifadelerle indiler. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk herkes indi trenden. Uzun uzun düdük çaldı kondüktörler, trenler kampana çaldı çığlık çığlığa. Tüm kompartımanları kontrol etti, yoktu adam hiç yoktu. Trene bindi sonra, koşa koşa bir daha aradı onu boş kompartımanlarda, birden Anna’nın trenin önüne atladığı sahne geldi gözlerinin önüne, sonra elleri ayakları çıldırmış gibi bir titremeye tutuldu, bir koltuğun baş kısmında minnacık bir leke gördü, çantasından küçük küçük şişelerde bir yığın deterjan, sabun ve kâğıt havlu çıkardı, havluya boca etti deterjanları, sonra kayışı kopmuş bir makine gibi çılgınca silmeye başladı lekeyi, kan ter içinde kalmıştı. Birkaç görevli, kadının halinin hâl olmadığını anlayıp kolundan tutarak onu dışarıya doğru sürüklemeye başladılar. Tam bu esnada tren birden hareket etti. Kondüktörlerin düdüklerini duyan yoktu artık. Narin, görevlilerin ellerinden kurtulup kapısı açık bir kompartımanın merdivenlerine ayağını atacakken boşluğa attı, ince bir çığlık duyuldu önce, ardından trenin tek düze sesleri... İnsanlar koşuştu, parçalanmış bedenini çıkarıp uzattılar peron betonuna boydan boya, İzmir’in tepelerinde ışıklar çiçek açarken Narin öğretmen, öyküsünün yayımlandığı dergiyi sımsıkı tutuyordu…
KURNAZ KEÇİ
MUSTAFA AYYÜREK
Uzaklarda bir yerlerde bulunan güzel ve yemyeşil bir köyün binlerce koyunu varmış ve bu koyunlarla ilgilenen aptal bir çobanı. Çoban, koyunları otlağa her götürdüğünde çok fazla hata yaparmış. Ama koyunlar akıllı ve sakin olduklarından çobanın başı hiç derde girmezmiş. Buna rağmen bir gün koyun sürüsünün içerisine köylünün isteği üzerine kurnaz bir keçi yerleştirilmeye karar verilmiş. Çoban buna hiç itiraz etmemiş. Çünkü köylülerin amacı koyunlara baş olacak, onlara yol gösterecek onlar gibi görünecek kurnaz bir hayvanın sürüde bulunmasını sağlamakmış.
Kurnaz keçi, gelir gelmez çobanın aptal olduğunu hemen anlamış. Sonra düşünmeye ve çobanın aptallığını lehine kullanmanın yollarını aramış. Keçi, bulduğu yollarla çobanın başına olmadık dertler açmış ama çoban birdenbire değişen kötü gidişatın sebebini hiç anlayamamış. Kurnaz keçi yüzünden koyunlar zayıflamaya başlamış. Çoban bir türlü bunun önüne geçmeyi başaramamış. En sonunda köylü de aptal çobandan rahatsız olmaya başlamış ve çözüm olarak çobana sürüyü yaylaya götürmelerini söylemişler. Çünkü keçi günden güne olgunlaşıp, semirirken koyunlar gün geçtikçe daha çok zayıflamaya başlamış. Köylünün karara bağladığı çözüm için çoban, hemen harekete geçmiş ve gün aymadan koyunları yaylaya götürmüş. Yayladaki en güzel otları keçi yese de koyunlar da yavaş yavaş semirmeye başlamışlar. Aradan geçen birkaç haftadan sonra koyunlar eski kıvamlarına gelmiş. Kurnaz keçinin asıl amacı da bahar ayında yaylaya gidip en güzel otları, tatlı ağaç yapraklarını ve türlü türlü yemişlerden yemekmiş. Ama kurnaz keçi o kadar çok yemiş ki hareket edecek mecali, yürüyecek takati kalmamış.
Yayladaki son gecede bir kurt sürüye musallat olmuş. Koyunlar dağılmadan, korkmadan bir araya gelmiş ve kurdun hakkından gelmişler. Çoban kurdun gittiğinden emin olunca günün aymasını beklemeden koyunlarla beraber köye doğru yola koyulmuş. Fakat kurnaz keçi yediklerinden dolayı aldığı kilolardan bir türlü sürüye yetişememiş. Bağırmış, çağırmış, imdat diye yalvarmış, ama nafile kimsecikler onu duymamış. Hiçbir şeyi anlayamayan çoban koyunları köye götürürken keçinin yalnız kaldığını anlayan kurt bir çırpıda keçiyi parçalayıp yemiş.
VAN
BEKİR OĞUZBAŞARAN
- Müştehir Karakaya'ya
Diyorlar: " Vatan içre vatan " gibi...
Nazına değecek bir cânân gibi...
Vazgeçilemeyecek kaç şey var,
"Dünyâda Van, ahrette îman" gibi?..
*
Yağlı, otlu yedim, çayını içtim
Bilgi, sevgi ektim, saygını biçtim
İnci kefalini lavaşa kattım
Kahvaltını yaptım, dostluğu tattım...
*
Van ve şiir denince, akla ilk gelen kişi
Edebiyat yolunda ömrünce yelen kişi
"Hazan"ın editörü, Van Denizi'nce gönlü
Fânîlik perdesini şiirle delen kişi...
DELİ GÖNÜL
MEHMET AKÇAY
Ana yurttan gurbet ele
Çektin beni deli gönül
Ateşiz çevirdin küle
Yaktın beni deli gönül
Ne dedim se hep unuttun
Olacak diye uyuttun
Mengene misali tuttun
Büktün beni deli gönül
Sevmezken saldın şaraba
Sağlamken oldum haraba
Benzettin eski çoraba
Söktün beni deli gönül
Şişti gözlerimin dibi
Sakınken ettin asabi
Gökten yağan yağmur gibi
Döktün beni deli gönül
Çağları der diyin nedim
Başım alım nere gidim
Kale gibi sağlam idim
Yıktım beni deli gönül.
CAN KAYIP
ATİLLA GÜNEY
Saçları kumral bukleli
Orta boylu şık endamlı
Gözleri mavisi sürmeli
Kadifesi sesi var işveli
Canı gördünüz mü?
Dertlere dermandır sözleri
Görmeye değerdir gözleri
Çekmeye sefadır nazları
Bakmaya nazardır Cemal’i
Canı gördünüz mü?
Bir melek kadar iyimser
Bir gül kadar gülümser
Bir yürek kadar sıcaktır
Bir nefes kadar yakındır
Canı gördünüz mü?
Ceylan yavrusu gibi ürkek
Dağ menekşesi kadar nazik
Bayırlarda kokan taze kekik
Bir sedası var sanki keklik
Canı gördünüz mü?
Mehtaba ay diye doğar
Çevresini nurlara boğar
Dostlarını sevgiye boğar
Dünyayı rengarenk boyar
Canı gördünüz mü?