TOPRAK İLE KÜNYELİ
OSMAN ERDAL
Aşka değer vermiş isen yüreğim
Gönüllerde çiçek gibi açarsın
Gülistana girmiş isen yüreğim
Etrafına misk kokular saçarsın
Su taşırsın susuz güle gölünce
Sen gülersin bahtın sana gülünce
Bu gurbetten göçme vaktin gelince
Turna gibi vatanına uçarsın
Hiç gördün mü ömre ömür ekleyen
Kimdir yükü omuzuna yükleyen
Bu alemde en son seni bekleyen
Ölüm varken sen nereye kaçarsın
Bir de vuslat hissi kalbe sinerse
Duramazsın artık ocak sönerse
Kader sana bir seçenek sunarsa
Öz yurduna kavuşmayı seçersin
Görüyorsun ayrılıktır ötemiz
Yıkılacak dünya adlı sitemiz
Ana sütü gibi helal ve temiz
Sen de ecel şerbetinden içersin
Ellerini mâsivadan çek gönül
Güzel yaşa sen ölene dek gönül
Toprağına iyiliği ek gönül
Ahirette ektiğini biçersin
Deseler de Çarşambalı Ünyeli
Bir gün vurur bedenine sam yeli
Değil misin toprak ile künyeli
Vakit gelir sen buradan göçersin.
YUMRUĞUMU SIKARAK
VEYSEL ÇAKIR
Beden ruha yabancı olduğu günü düşün
Sanki öyle bir ânı yaşadığım doğrudur
Kor ateşin içinde sen donduğumu düşün
Canımı sürünerek taşıdığım doğrudur
Bir kurşun yarasının ilacı nedir sence
Böyle cam kırıkları ekmek mi ince ince
İşte bu hale düştüm sevgili sen gidince
Yaramı fırça ile kaşıdığım doğrudur
Tadı hiç değişmiyor hayat acı su zehir
Nereye götürüyor beni kapan bu nehir
Milyonda bir olsa da aradığım panzehir
Biber ile tuzlu su aşladığım doğrudur
Dönüp de bakmıyordun bana sitem ederek
Verip veriştirirdin ardım sıra gelerek
Yemin olsun bunları yaptın saysam bilerek
İçin için yanarak düşlediğim doğrudur
Bazen kayıp olarak anıların elinde
Boğuluyorum sanki bastırınca selinde
Bir gün sakız olurum el âlemin dilinde
Yumruğumu sıkarak dişlediğim doğrudur
Varlığınla yokluğun arasında bir yerde
Senden başka düşünce daha kalmadı serde
Hepsinin kenarında var mı sihirli perde
Her mevsimin içinde kışladığım doğrudur
Saadet arıyorken fani olan dünyada
İnci İrem İpek' de, Emel Arzu Leyla'da
Hepsini topluyorken gördüğüm her hülyada
Sevgi'nin günahını işlediğim doğrudur
Nasıl tanıyamaz kul tevazuyu vefayı
Yaşamadım görmedim bahşedilen sefayı
Nasıl yaşar bir insan bunca derdi cefayı
Doğduğumda kundakta başladığım doğrudur.
ÖMÜR SERMAYEMİZİ TÜKETENLER
ESMA GÜLAÇAR
Kelamımız tükenir, kalemimiz tutulur kalır kimi zaman. Biliriz ki yazacak çok şey vardır. Yazılması, konuşulması, idrak edilmesi gereken çok şey…Ama tükeniverir bazen mücadele gücümüz. Değiştiremediğimiz yanlışlara direnirken. Bir zerre ile o zerre de yaşayan ve yaşatılan güzelliklerle yetinmeyi bilmemiz gerekir belki de.Çoğunluğun hüsrana uğradığını, gaflet uykusunda olduğunu anlamamız gerek. Göregeldiğimiz yüzlerce şahsiyeti, ilim ve imtihan depolarına bakarak anlamaya çalışmalı, Hatta belki de çoğu kez anlamak için çabalamamalıyız bile. Çünkü biz mesûliyetlerimizin sınırını aştıkça, altından kalkamayacağımız bir yükü yüklenir, kitlelerden sorumluymuşuz gibi hissederiz kendimizi. Oysaki bize verilen sorumluluklar gücümüzü asla aşmamalıydı. Ruhumuza, bedenimize eziyet ederek birilerini kurtardığımızı bir şeyleri düzelttiğimizi sanırız bazen. Tâki bitap düşsek de bir arpa boyu yol alamadığımızı görmeye başlayıncaya kadar. Çoğu kez gücümüzü tüketecek biçimde dengelerimizi bozarak çizgimizden ayrılır, doğru istikamette olduğumuzu sanırken yuvarlandığımız aşırılıklar girdabında çırpınır durur ve bunu da sabır diye adlandırırız. Sahi biz neden vasat(denge) insanı olmakta çoğu kez zorlanırız?Fedakarlığı, belki de diğergamlığı yaşamaya ve yaşatmaya çalışırken neden tüm bunların karşılığını kuldan bekleme yanılgısına düşeriz ki. Yapıp ettiğimiz herşeyin eksiksizce kayıt altına alınıp muhafaza edildiği ve bir gün mutlaka eksiksizce karşılığını bulacağı gerçeğini gafilane unuturuz da zerre değeri olmayan hesaplara gömülür heba ederiz bize verilen ömür sermayemizi. Farkında olmaksızın tüketiriz sermayemizin yapıtaşları olan an’larımızı. İnsani değil hayvani ruhu ile yaşayan, gören, bakan ve algılayanların yanlışları ile zihnimizi yorarken ” Ne geçti ele, yüreğine âh ettirmeye değmeyecek kadar mana yüklediklerini mana aleminde yaşatarak?” diye dönüpte sormayız kendimize. Kendi dünyamızda büyüttüklerimizi, korktuklarımızı, nefret ettiklerimizi yaşatmaya devam ederken onların karanlık gölgelerini üzerimize çeker dururuz. Ehemmiyet vermeyince sönüp gidecek olan evhamlarımızı diri tutup yapılan hataları affetmeyerek kendimizi öfke ve nefret hapishanesinde tutsak ederiz. Nefret prangalarımızdan kurtulup en güzel özgürlük olan huzurun ve sevginin atmosferini solumayı ve bizi tutsak eden tüm menfi duygularımızın ağırlıklarından kurtulmayı denesekBir denesek…Anlarız ki o an teşebbüsümüz ile bize onlarca kapı aralanacak, halisane adımlarımız bizi doğru istikamete sevkederek huzura adım adım yaklaştıracaktır.
DEMEDİM
İMDAT FAAL
Çok yordu gözlerin beni çok yordu
Derdimi sakladım ele demedim
Kimi nispet için halimi sordu
Yine sessiz aktım sele demedim
Başımı dik tuttum eğmedim öne
Şükrettim halime her yeni güne
Sessizce taliptim yârin gönlüne
Oda koyup gitti güle demedim
Sakladım en derin duygu selimi
Uzattım tutmadın mahcup elimi
Badısaba denen sevda yelimi
Fırtınalar koptu yele demedim
Var git uğur olsun var git buradan
Seni mahfuz etsin yüce yaradan
Belli ki kurtulmam ben bu yaradan
Derde duçar oldum yâre demedim
Düşmek üzereyim tutanım yoktur
Sürgün edilmişim vatanım yoktur
Yay gibi gerildim atanım yoktur
Lâl oldum kaç kere dile demedim
İmdat’ım bir çift göz mermiden beter
İntizar edersin daha da yeter
Kemikleri yanmış mezarı tüter
Sakladım kabrini ele demedim.
AMÂK-I HAYAL
ABDULHEKİM ÇİFTÇİ
Filibeli Ahmet Hilmi’nin 19. Yüzyılın ortalarında kaleme aldığı bu eser, oldukça ilgi çekici ve bilinmeyen eserler arasındadır. İyi bir eğitim almış olan Ahmet Hilmi, pozitif bilimlerin yanı sıra felsefe ve din bilimleri ile ilgilenmiş; Arapça, Farsça ve Fransızcayı iyi derecede öğrenerek geniş bir bilgi yelpazesine sahip olmuştur. Osmanlının son dönemlerine denk gelmesi onun sıkıntılı süreçler geçirmesine sebep olmuştur. Mekteb-i Sultani’yi (Galatasaray Lisesi) bitirdikten sonra kısa bir süre memurluk yapmış, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe hocalığı yaptıktan sonra da yazı hayatına başlamış, dini ilimlere merak salmıştır. Yazılarında sultan Abdülhamit’i çok ciddi bir şekilde eleştiren Ahmet Hilmi, bir çok kez sürgün edilerek saf dışı bırakılmış ve cezalandırılmıştır. Dönemin tarikatlarına yoğun ilgi göstermiş, tasavvuf halkalarına katılmış ve bu, onun “vahdet-i vücut” felsefesine inanmasına vesile olmuştur.
Amak-ı Hayal adını verdiği bu eserinde Ahmet Hilmi Bey, roman kahramanı Raci’nin karakterinde felsefenin gerçek mutluluğa götüremeyeceğini iddia etmiştir. Ona göre gerçek mutluluk, yaratıcıyla bütünleşmek ve bağ kurmakla mümkündür. Özellikle katı bilimciliğin ve yasaların mutlaklığı ilkesine karşı çıkmış, okullarda öğrendiği pozitif bilimlerin inancına dair şüphe ejderhasını uyandırdığını söylemiştir. Bir varoluş problemi olarak ele aldığı felsefenin sadece bir takım akıl yürütmelerden meydana geldiğini, mutluluğun önünde bir engel olarak insan hayatına girdiğini alegorik anlatımlarla eserinde anlatmaya çalışmıştır. Vahdet-i vücut felsefesinin “ Tanrı’dan başka varlık yoktur. Var olan her şey onun çeşitli biçimlerde görünmesidir.” İlkesine sıkı sıkıya bağlı kalmış, insan ruhunun Tanrı’nın bir tecellisi olduğunu ifade etmek istemiştir.
Mesajını iletmeye çalıştığı eserini bölüm bölüm ayıran ve hikaye tarzında başından geçtiğini varsaydığı olayları masalsı bir şekilde anlatan Ahmet Bey’in eserinde bir var oluş sancısı çektiğini, inancı ile bilimsel yasalar arasında ikilem yaşadığını görmek mümkündür. 19. Yüzyılın pozitivist ve materyalist düşüncelerinden rahatsız olmuş, septik bir düşünceye düşmekten tasavvufa girerek kurtulmuştur. Üniversite hocalığından tarikat müritliğine uzanan hayatını tasvir etmiş; nereden geldiğini, niçin var olduğunu ve nereye gideceğinin ciddi bir sorgulamasını yapmıştır. Şüphe ejderhası adını verdiği tabii sorgulamanın karşı konulamaz bir şekilde insanı sarmaladığını ve bunun dilemma yarattığını eserinde okuyucuyu heyecanlandıracak bir üslup ile anlatmıştır. Maddenin ötesinde asıl gerçekliğin olduğunu, mana aleminin ve fizik sonrasının vazgeçilmez bir unsur olduğunu başarılı bir şekilde kaleme almıştır.
ZAMAN ARTIĞI
ARİFE ÖZDEN
Siftah yapmadan söndürdük umutlarımızı
acemi işi oyma sandıkları yük edip heybemize
doğruların yanlışları götürdüğü sırattan ince
nerede çetrefilli yol varsa
oraya revan duygularımız anadan üryan
yüzümüzün her bir çizgisinde
Kıvılcımlar hücum ederken gözbebeğimize
buruk bir tebessümün ardına gizlendik
Yanık tenli çocukların günahına giren
âlemde ne kadar zulüm varsa
insanlığı öldüren
hepsine bir bir boyun eğdik
Hatıraları atarak çöpe unutulacağını sandık
onca acının, tükenmişliğin
yine de yaşam umup yaslandığımız omuz
inancımızın da son zerresine sebep olunca
artık değiştiğini anladığımız son engebenin
kırıklığıyla günler batırıp günler devirdik
Emanetçide unutulan eşya misali zaman artığı
deniz manzaralı hayaller biriktirirken
mutfak masası başında
dünyaya sessizlik
kağıda, melisa kokulu dizeler
ve dilimize en çok
Allah'a emanet sevdalar yakıştırdık.
ÂH VE SÜKÛT
BARIŞ TALAY
Bir sesti duyulmadı ve duyurulmadı
yankılandı hayatın sesiz aksinden
her şeyden önce söz vardı oysa
biri söyler coşar, biri sus pus olur dolardı
yaşam işte sallanır bir seyirde giderdi
yaklaştığımız veya uzaklaştığımız o sese
anlamlar ve anlaşılmazlıklar birikir gibi...
Köhnemiş yaşamlardı fısıldayan
dirilme ve ölümdü tasası
biri ima ederdi biri yankılanırdı
hep vardı bir şeyler dudaklarımızın arasında
söylemek isteyip de söyleyemediklerimiz
Belirmiyordu artık anlamlar
güzel imalar karşılık bulmadı hayattan
kaldı bir sezişte ancak düşler
belki uzak belki yakın bir limandan
varılmayan ancak bekletilen imler
bitirilirken bir bir gönlümden
var mı döndüren beni bitmişlik girdabında
daha tükenmemiş bir imayla
gidebilecek miyim sesleneceğim günlere
Bir ses vardı seslerden deruni
en tanınmış notalardan bir örüntü
verir bir buselik kutsal bir akis
durmadan hayat sunan bir güneş
verir bir im sükût dilinde
Acıların depreştiği lâl dillerde
kapar kapıyı demir süngüler gibi
bilinmez artık içteki feryat
sürgüne gönderilir bir bir
sevdaya, yaşama gönderilen türküler
buruk bir ses imgeler
Gelenek işte acı ezgiler
işitilir senfoni eşliğinde
verilir bir isyan bitik bir dille
dedim dedik buyruklar
verilmiştir biteviye
Acıların sessiz lisanıyla tutuşur sineler
kimse anlamaz yürekteki buğuyu
en ince hislerden oluşan ezgidir artık
yaşanmışlığın uğultuları.
BU GECE
FAHRİ HARİS DOĞAN
Bu gece rahat uyu
başıma koyduğun yastık artık göğsüm değil
içinde ben olmayan rüyalardasın
gözünden akan yaşlarda benim için değil
Öyle artık
ilk defa beraber uyumuyoruz
ne sen günaydın diyen beni göreceksin
ne ben uyandığımda doğacak güneşimi
Saçlarını kesme
upuzun olsun ömrün gibi
senin yerine de tutuyorum yası
ellerinle gömdüğün duygularını
Sevmek daha zor olacak
bir şarkı çalacak
tamda o zaman gözlerin dolacak
ben ne zaman görecek olsan ağlıyorum
ve daima senin olacağım
Sessizce oku mısralarımı
belki tekrar seversin beni
o günde ben olmayacağım
yaşat beni hatıralarda.
ÇİLELER SON BULSUN ARTIK
FEVZİ DİNÇER
Üzülmek ağlamak yakışmaz sana
Bu dertler çileler son bulsun artık
Yorulmaz gönüller sevdadan yana
Ömrümüz neşeyle can dolsun artık
Sevgi hoş görüyle devam etmeli
Yaşanan kötülük çekip gitmeli
İnsanız ders alıp ömür bitmeli
Ağlayan bu yüzler hep gülsün artık
Hayat gerçek yaşamayı bilene
Gönülden sevip de sadık olana
Yılları yad ettik dostça kalana
Bundan sonra daim hep kalsın artık
Çileler çekilir sevgiden yoksun
Sevgi saygı varsın kalplere aksın
Kötü bir söz dilde barınmaz çıksın
İyilikle vefa kök salsın artık
Ne çileler gördük genç yaşımızda
Büyükler kalmadı hiç başımızda
Dinçer'im yazılır baş taşımızda
On metre kefeni dost alsın artık.