Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri

EYLÜL'ÜM OLMASIN

MÜŞTEHİR KARAKAYA

-Bitmiş bir eylülün ardından

 

Her aşkın göğsümdeki yarası ayrıdır

Mevsimlerin gelmesi gibi

Hatırı sayılır bir bağışlanmadır bu

Kimsenin gözü yok bende

Sessiz ve sakin bir kovalamaca hayatı

Kendime yediremediğimden olsa gerektir

Kim bilir kimin yarası böyle derin

Ve anlaşılmaz bir bahane ile

Bu hayatın ipine sarılası

 

Akşam olsa bir diyorum

Birden akşam oluyor ölüm

Sabahı kimden satın aldığımı bilmiyorum

Gidesim yok her gün evin yoluna

Şimdi gündüz bir ejderha gibi sarıyor ruhumu

Eylül gelmesin istiyorum

Eylülü silemiyorum gözlerimden

Bir bana dokun ah

Senin ellerin öyle sıcak

Öyle derin ki avuç içlerin

Okuyamıyorum

 

Kadim bir boşlukta sallanan saltanatın

Zarif ve yumuşak ellerime aldanır

Demek her baharın bir eylülü var

Öyle mi?

Neden çıkaramıyoruz üstümüzden libası

Kimin sarhoşluğudur böyle

Bizi içine çeken

Hep aşkın kilidini bir başkası mı açar

Derenin kenarına hep kilim mi serilir

Bu ateşten bir gömlek daha biçmesin terzi.

 

Senelerin sonu yok

Kendime bahane arıyorum

Şairlerin öç alması gibi şehirlerden kaçası

Ne beni ne seni kurtarmayacak

Her sabah ve akşam

Bir derenin kenarında olmayı düşleyeceksin

Biliyorum hiç bitmeyecek bir yoldasın

Öyleyse gel sarılalım birbirimize

Başka kimse duymasın dersen bile

Benim küllenmiş ateşimin

Yakmasından korkarsın

Hep eylülün suçu bu sevda serüveni

Adıma sevda türküleri söyle

Ölümle sarmaş dolaş

Kimsenin durup dinlemesine imkan yok

Bu yılanlı kapıdan kovuluşumuzun

Belki bir günahın içindeyiz

Belki bu mavi okyanus

Bir balığın çıkmasına izin verir

Ölümü kendi elinde olduktan sonra.

 

Bana bir bahane bul senin olurum

Eylüllerimi kovarım kapıdan

Seçilmiş bir kimse olamadım

Daha ellerim

Bir mavi düşün içinde gezinir

Akşam olur yoksulluğuma sarınırım.

 

Sen olsan

Hiç bitmeyecek mi eylüllerim?

Van Gölü İncileri

“BİLGENİN GÜNLÜĞÜ” YA DA “BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ”

ABDURRAHMAN ADIYAN / MUDANYA, TEMMUZ 2011

Garip bir günlük... Gün gün takip etmediğinden, her hangi bir prototip çizmek hayli güç! Kitabın başında şöyle bir açıklama var: “Bu günlüğün bir başı yok, bir sonu da yok. Garip bir biçimde yüz elli birinci günde başlar ve bir bakarsınız ki, hiç bitmeyeceğini sandığınız bir yerde biter...”

Şimdi bu açıklamaya sükût kesilip “eyvallah” mı, diyelim? Yüz elli gün nerede, ne yapıldı, bilinmez? Tanıdığım, bildiğim Müştehir Karakaya koskoca yüz elli günü boş geçirmiş olamaz. Yazmama grevine mi girdi? Böyle bir şansı hiç yok. Bir yerlere damıtmıştır mutlaka duygularını, bir yerlerden ipuçları, belki günlüğün içinden bir işaret, bir nişan, bir iz, bulabiliriz, ne dersiniz? Bilgenin Günlüğü, şuuraltından fışkırmış, monolog yanı ağır basan; kültür, sanat, edebiyat, felsefe, sosyoloji kültü içerisinde vals yapan söz rakkasesi. Biline gelen bir tarzdan öte, öykümsü bir anlatım meddahı. Şiir ve şair, aşk ve âşık ile akrabalık bağları güçlü olan aşk ehli, kelam erbabı. Arada bir sahnede yerini alan Bilge; hikemî tarzıyla öğütler veren güne ve konuya dair son noktayı koyan, çağdaş bir derviş. Bilge, edasıyla ve bilgisiyle bazen bin/ler yaşında bir kâmil, bazen de delikanlı bir âmil...

Bilgenin Günlüğü’nde peygamberler, İslâm bilginleri, feylesoflar, âşıklar, düşünürler, antik kentler, mekânlar, mitler; sıkı bir gönül bağı, inanç bağı, düşünce bağı ve kelam ile iç içe geçmişlerdir. Bilge, Hz. Süleyman’ın mesellerinden, İsmail’in teslimiyetinden, Musa ile Hızır’ın arkadaşlığından, Mısır’dan, Yusuf’un Ken’an ilinden, Züleyha’nın aşkından, İbrahim ile Nemrut’un savaşından, Hasan ile Hüseyn’den, Kerbelâ’dan, susuzluktan, İsa ile Firavun’a ve Kayser’e varana dek ilmi yolculuğa çıkar. İmamı Şafiî’den Lokman Hekim’e, Yunus Emre’ye, Mevlâna’dan Şems-î Tebrizî’ye, Fuzûlî’ye ve Karacaoğlan’a varıncaya dek nübüvvet, hikmet ve aşk hamurundan sözler, izler devşirir.

Leylâ ile Mecnûn’un, Tahir ile Zöhre’nin, Emrah ile Selvihan’ın, Şehrezat’ın, İnanna’nın, Juliet’in, Nimpa’nın, Zîn’in, Diotima’nın, Banu Cihan’ın, Senem ile Hecê’nın aşk izlerini takip eder. Onların aşk uğruna vermiş oldukları savaşları, sabrı, direnci, çektikleri acıları, vardıkları güzellikleri gıptayla izler, kutlar. Rabia’nın bir başkadır yeri! İbrahim Edhem’le Sadi Şirazî’yi, Hafız’ı, Nefî’yi, Tahir Paşa’yı, Harut ve Marut’u hep hatırında tutar. Ebuzer’e öykünür. Ali Şeriatî ile dertleşir. Sokrates ile Zerdüşt sık sık muhabbet ettiklerindendir. Gördüğünüz gibi daha birçok isimle birlikte olacaksınız -ki bir ben yokum- bu günlükte. Yazar, Bilge’den haber alan, Bilge’ye haber veren, kimi zaman Bilge ile bütünleşen; bazen ayrışan, bazen tartışan, bazen uysal olan, bazen asî duran bir kalem efendisi... Bilge, tümden sırrını vermez, sırlıdır. Yazarı ve okuru peşinden koşturur. Sayfalar ilerledikçe “acaba bugün, ne diyecek?” sorusunu zihinlere kazır âdeta.

151. Gün’de, “Kadının fendi erkeği yendi.” bunu bildiği hâlde, “Kırk yıldır kadının ne olduğunu soruyor.” Bilge 153. Gün’de, Napolyon ile söze duruyor, “Napolyon’a, eziyet dehanın anası değil, babasıdır, dedim. Güldü Napolyon, Ben senden daha kısayım.” diyor bu kez. 154. Gün, karşımızda âşık bir Bilge vardır, “Ey takdir, beni her gün yuğ, her gün yıka, her gün tımar et, ama benim olan bilgeliğin suratımda bıraktığı bilgeliği silme, çünkü devasa bir aynanın çatlayan yüzü, benim mahşerimin en çekilmez yanıdır. Şimdi yağmurlarını bana yollamış bir sevgilim var.” diye muştuluyor. 159. Gün, suskunluk nöbetlerini bozuyor, “...yağmurlarımın tek meleğisin. Hücremin karanlık dehlizlerini ancak senin yağmurların aydınlatabilir. Sesimle sesinin arasına kurduğum köprünün başına, Deli Dumrul gibi bir kâhin oturmuş; her gün, konuşsam bir akçe, konuşmasam iki akçe alıyor...” diye serzenişte bulunuyor. Ercişli Emrah’ın dediği gibi, “Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm.”

“Dağlardan ovaya inişimin yüz altmışikinci günü. Sevmediğim bir şehrin sokakları nasıl aklımda kalmış, onu düşünüyorum.” diyerek, kır hayatına olan özlemini bir çırpıda dile getirse de; yanı sıra şehirli olma provaları da yapmıyor değil. “Kimseden etmem şikâyet, ağlarım ben halime.” şarkısını, yeniden besteleyeceğinin altını çiziyor.

Yine çok uzun bir yoldan geliyor, düşlerinde kardelenler var, “Şehirlerin acı çeken yüzlerinde kır çiçeklerinin açıldığını unutmuş” olmalı Bilge. Yoksa ruhundan fışkıran, “Ey ruhumun ilenci delilik gömleğim! Hiçbir darbe deliliğimi yıkamadı, sırtımı yere getiremedi. Bir kır perisi şehrin ve şarabın şehrainiyle şöyle bir baktı, ruhumu yere çaldı...” der miydi? Yazar, bazen Bilge’den öğüt alıyor, dertleşiyor. Bilge, sanki ruhaniyetiyle yazarın üzerinde bir hâkimiyet kurmuştur. Kimi gün suskundur, bunda da bir hikmet vardır, diyelim. Kimi gün kısa ve öz not düşer günlüğe, kimi gün Bilge’nin konuşma üslubu hararetlidir, kimi gün kırılgandır, kimi gün bozkırlardan, soğuk pınarlardan çağlatır âdeta sesini. 170. Gün’de: “ey ruhumun aynası! Bu mutluluk pınarına erişmek için kırk mutsuzluk veren kirli dereden geçtim,” “Bir Leylâ’ya ulaşmak için birçok çölü geçmek gerek...” der. Bilge, her ne kadar gizemini korumaya itina gösterse de, giz kendini 174. Gün’de ele verir: “Her yalnız sözüm, bir öykünün içinde gizli.” Yine aynı gün, “Ey öyküsünün zarfını gösterip içini boş bırakan anlatıcı! Zarfın içini doldur.” derken sözünü şöyle sürdürür “...adresi yazılmamış bir zarfın içindeki en büyük hikâyenin bir gün kaybolmaya mahkûm olduğunu” bu kez Canan, hatırlatır. Sadece Bilge değil, yer yer sahnede artık Canan da yerini alır, bazen tüm yazılanların Canan’a ithaf olduğu aşikâr olur. Benim merakım ise yüz elli gün, ne yazıldığıdır? Bilge, “...her zarf içindeki nameyi yansıtmayabilir, ya da her name, zarfa bakarak anlaşılmaz.” der.

177. Gün, bilgeliğinin hiçbir şeyi değiştirmediğini teessürle izler, “...ölümümle de değişmeyecek” der, üzülür, hüzünlenir, kahrolur. Yüreğine bir teselli, bir umut ışığı, ancak 179. Gün gelir, “Yaşam sınavına tabi tutan usta, eğer yüzdeliğe vursaydı günlerimizi, eğer üç yanlış bir doğruyu götürür deseydi üniversite sınavındaki engel gibi hiçbirimiz sınıfımızı geçemezdik.” diyerek, YÖK’e göndermede bulunur, hayat sınavının cömertliğinin, merhametinin YÖK’ten daha insaflı olduğunu da vurgular…

Müştehir Karakaya’ya, kitabının ismi bir dost armağanıdır. Yazışmalarını paylaştığı esnada, kendisine yöneltilen, bu da, “Bilgenin Günlüğü mü?” sorusuyla mülhem konmuştur. Ne güzeldir, bir dostun çalışmalarına iştirak etmesi, kitabına isim koyması veya vesile olması... 189. Gün’de, Bilge asasıyla, derin bakışlarıyla ve derviş yanıyla, “Antik kentleri ve hikâyesi olan şehirleri” kaybolan medeniyetleri bulma isteğiyle doludur, şimdilik Anadolu’da boy atmış medeniyetlerin birkaçıyla yetinir. 199. Gün, Bilge’nin “Ah benim siyah çantamın kalender bakışları! Ben ne zaman genç idim?” demesidir, çantayla konuşmasıdır. 251. Gün, Kurban Bayramı bir şiirle kapısını çalar, o şiire bakar, “Fakat bu şiir yakınım bir şiir değildi” der, kurban bayramına bir armağan sunmak gerek, işin kolayına kaçar, ayna ile ilgili bir hikâye uydurur, hikâyeden kendi de korkar, kurban bayramı ne yapsın, alır hikâyeyi dağarcığına koyulur yola. Bilge bir şaplak indirir suratına, “Senin tenindir aynadan korkan, ten gözüyle bakmaktasın çünkü, yok eğer ruh gözünle baksaydın ayna senden korkardı!” der. Bilge’nin, Mevlâna ile kelam akrabalığı burada kendini gösterir. Mevlâna’nın, “Yaprakların el çırptığını duymak için et kulağı değil, can kulağı gerek.” sözü akrabalıklarının kanıtı olsa gerek.

… ve 450. Gün, “Aynı dilden konuşamadığımız biriyle paylaşacağımız çok şeyimiz olmaz... Şimdi susuyorum... Ey Bilge! Ey Müştehir! Sana, senin cümlelerinle sesleniyorum:

“Ey yüreğinin acılarını kendine rehber edinen!.. Müsterih ol!.. İnandığın tüm kutsal değerlerin seni terk etmedi!” (184. Gün)

Van Gölü İncileri

AY KARANLIK’IN ŞAİRİ

MELİH ERZEN

Uzun uzadıya plan yapmayı tarz edinemedim. Nedense aklıma gelen şeyi mürekkebe yükleyip kâğıda katıştırıyorum ama bu yazıyı böyle bir başlığa giriftar etmek doğru mu acaba. Hem bir benim cephemden bakıldığında belki yerli yerinde durur. Öte yandan bu ismin muhayyilemi kuşatması Ay’a olan bağlılığımdan mıdır, yoksa Ay Karanlık şiirinin bana ayna tutmasından mı, bu bile duru değil…

 

gece meyhoş bir şiir                                                        

gelip gelip nakışladı yaramı                                                                 

sen yürürsün ben koşarım                                                         

varamam                                                                                 

ay karanlık   

 

derken Müştehir Karakaya’nın anlatımında kendimi bulduğum için mi bu, yüreğimi ve gözlerimi sımsıcak saran ben merkezli bir muamma oluyor. Yoksa yazının başlığına, Henry Troyat gibi Bir Dostluk Öyküsü mü demeliyim, bilmiyorum. Yalnız bir hakikati yeniden öğreniyorum: Sevdiklerimiz hakkında kolay yazamıyoruz. Kalem sevgiyi anlatmakta âciz kalıyor, üzerine bir şey yazılmadan kâğıt daha anlamlı duruyor sanki. Abdurrahim Karakoç’la nihayet bu vesile ile duygu köprüsü kuruyorum.

Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriba, dediğinde meğer ne kadar da haklı…

Müştehir ağabeyle biz Çalıbaşı Sokağı’nda oturuyoruz. Onların evleri bize kısık bir sesle bir çağrım ötede. Çocukluğumun geçtiği mekân olma özelliği ile içime oturmasa yahut çocukluğumdan tecrit olunsa sokak, artık benim için en fazla onunla anlam kazanır. Her sabah ve her akşam kapımızın önünü teşrif edişi ne kadar da anlamlı benim için… Çalıbaşı’nın meczup şairi, kemale erdikçe tevazu ile nakışlanan siması, ayak sesine kulak kabartan çakıl taşlarının melal yüklü sırdaşı, sokağın medar-ı iftiharı, yediden yetmişe herkesin merakını celbetmiş, sevgisini kazanmış genç bir ihtiyar, çoğunlukla otuz beşinde bir çocuk edasıyla sabah-akşam sokağın sade atmosferini telaşa, hüzne, kedere, sevince, meraka, isyana ve umuda şifreleyen boğuk bir çığlık, bazen yollarda kendi kendine şiir okuyup rüzgâra beste yapan, kayıp sevdalarını, yitik sözlerini arayan, yollarını bekleyen kuşlara, kedilere sevgi ve şefkat fısıltıları sunan çile katarı, her sabah yollarına dökülen bulutlarla yoğurup yüreğini düğüm düğüm yutkunan kara sevdalı gecelere ceplerinde kayıp yıldızlar biriktiren aykırı bir hayatın yegane mümessili, çocukla çocuk, yok öyle değil, daha da çocuk, büyümesini içine bir türlü kabullendiremeyen serâpâ çocuk biri, ortalığı temmuz güneşi kasıp kavururken fırtınalar koparan, kışın dondurucu ve zemheri aylarında nefesinde çoban ateşleri gezdiren şair. Sahi biz burada ona “üstad” deriz. Bu isim nereden ve nasıl çıktı bilmiyorum. Ancak şu bir gerçek ki, gizli bir güç ona bu ismin verilmesi konusunda sanki buradaki dostları arasında bir fikir birliği sağlamış gibi.

Bir de onu çocukluğumdan hatırlıyorum tabii ki… Şehrin kenar mahallesinde bulunan evlerimizin her yanında büyük büyük bahçeler ve yeşillere bürünen boş araziler vardı o zamanlar. Onu tanıdığımda yazar derledi onun için. Ben kuş gölgeleriyle çelik-çomak oynayan dur durak bilmez bir ilkokul öğrencisiydim henüz. Aramızdaki dostluk nasıl başladı bilmiyorum, ancak mahalledeki futbol maçlarında beni her seferinde kendi tarafına almasını sonraları bir tesadüften öte gelecekteki bir dostluğun, benzer bir duyuş ve duygulanışın meczi addedecektim. Kısa vadelerde görünüp uzun ayrılıkların ardına saklanan bir güneş veyahut çoğunlukla geceleri bulutlanan ve sadece yeni mevsimlerin müjdecisi olan gündönümlerinde görünen ay gibi üstat.

Fazla tanımadığım halde kendime çok yakın hissederdim ya da kendimi görürdüm onda. Uzun bir ayrılığın tohumları nice baharlar yeşerip durdu aramızda.

 Uzun bir süre ne haber ne selam aldım, ne de siması tulu’ etti ufuklarıma. Sonra Samsun’da bir camii avlusundaki kitapçıda rastladım adına: Hazan Yaprağı isimli kitabını okudum karmakarışık duygularla… Kayıp gittiğini düşündüğüm o sevimli yıldız yeniden karşıma çıkıvermişti. Bunu hoş bir selam, güzel bir karşılaşma, umulmadık bir hasbıhal olarak telâkki ettim. Derken 1994 yılında Van’a döndüğümde, dostluğuyla onurlandığım Mehmet Çelik hocam beni biri ile tanıştırmak istediğini söyleyip ondan İstanbul’da sıkça görüştüğü ve saygı ile yad ettiği gerçek bir gönül adamı diye bahsediyordu. Sonra adını dudaklarından düşürünce, uzun süredir serüvenini merak ettiğim bu şahsı tanıdığımı heyecanla anlattım. Karar birliği edip kendisini ziyaret gittik. O zamanlar Anadolu Matbaası’nda bir gazete çıkarıyordu. Bizi duygu yüklü ve dostâne bir edayla karşıladı. Yüreğim kıpır kıpırdı benim. Onun heyecanı ve sevinci ise bizimkiyle mukayese dahi kabul etmeyecek bir surete, hal ehline duyulan tarifsiz bir özlemin ve susayışın hat safhaya vardığı anlamla yüklü bir hüviyete bürünmüştü. Bu tatlı muhabbet beni hem ihya etmiş, hem de onun hayret verici arz-ı halini, yaşamış olduğu yalnızlığın koyuluğunu ve derinliğini gözlerimize apaçık bir şekilde, ayna duruluğunda tuttuğu için de enikonu üzmüştü. Anladım ki o, kalabalığın içinde yalnız biriydi. Hemdert insanı Van’da uzun süre bulamayışın ortaya çıkardığı uçurumu gözlerine döşemişti, bakışlarındaki yarlarda asılı kaldığımı hissetim. O ne düşündü bilmiyorum.

Sonraları bu uçurumu güzelliklerle süslemek ve derinliğindeki esrardan pay almak için ziyaretlerimi sıklaştırdım. Derken gönül köprüsü güçlenip sağlamlaştı. Belediyenin basın bürosuna geçince de ateşi gören pervaneler gibi tebdil-i mekân ettik. Diğer dostları da beraberce götürüp bir sevgi yumağı gibi kenetlendik üstadın etrafında. Bunun tatlı ve hüzün dolu meyvesi olan Hazan böylece doğdu. Peşi sıra Seyir takip etti. Halen aynı yıllara ve yollarla kazıdığımız bir gönül birlikteliğinin saadeti içinde ömür çilegâhını sermest dolaşırız. Çekim alanına giren dostları bir sevgi halesi içinde Ay’a yıldız kümesi olmak niyetine dönenip durur hâlâ…

Van Gölü İncileri

GURBETİN ERKEN YOLCUSU

FUAT ARPA

-Müştehir Karakaya’ya

 

Ağaran saçlarına eşlik eden

beyazla sarmaş dolaş sakallarını

kapatamıyordu kızıl vakitlerin

en geç kalmış koyuluğu bile

ve çökünce karanlık

en çabuk fark edilen beyaz olacaktı

 

Erken gurbetlerin genç yolcusu

bir İstanbul şaşkınıyken daha

deli dolu bir ömrün evvelinde

uzun mısralar yazmaya başlamıştı

 

Yitip gitmiş doğunun nice çocukları

metropol sokaklarında

ya da ter dökerken en ağır işlerde

modern bohemlik meclislerinde

kafa dağıtırken mesela

farklıydı bir zamanlar

sanatçının hiç de realist olmayan işareti

ama o yazdı en güzel mısralarını

çağdaşların ayık ve uyanık olmadığı saatte

 

Gah yüreğini bırakıp geldi bir yerlerde

gah ağıtlar gönderdi ümmetin yetimlerine

şiirin ortak kalbinde

kendisiyle beraber yandı

ürkek coğrafyasının nice çocukları

ve şiiri ve sanatı yastık yapanlar

devrimci mısralarını unutmuşken

ve gelenek zindanlarına mahkumken

itiraz ve teslimiyet kapısındaki kalemler

hayatı ve sanatı kimler yazacaktı?

 

Sana şiiri kim öğretti ey şair?

yaratılan ve üflenen ruhun sırrını

yağmuru, denizi, baharı, kardeleni, hazanı

annede ölümü,

tarihi kurgunun damarlarına inmeyi

gece sağanaklarındaki bilgenin hikmetini.

ve sizlere ey ozanlar, kim bildirdi

siyah bir gülün matemini

güneşe akın yapanların yolculuğunu

paslı demir sürgünlerini

sessiz gemilerdeki hüzünleri

aşkı ve kadını ve sevdayı

ayrılığın ve yalnızlığın gazellerini?

 

Tanrı ne zaman döndü yüzünü size?

ne zaman fısıldandı kulağınıza hayatın anlamı

kelimenin ve kelamın büyülü dünyası?

Kelebeklerin kanatlarına ne zaman tutundunuz?

ve ne zaman yandınız pervane iken ışığın halesinde?

yıllar yılı hesapsız zamanlardan beri

evet, siz bir zamanlarda

bir yerlerde hep vardınız.

Van Gölü İncileri                                                         

MÜŞTEHİR KARAKAYA VE HAYAL BİLGİSİ

CİHAT ALBAYRAK

Hayal Bilgisi’ni çıkarmaya başladığımız yıllardı. Belki de ilk yıl, 2011. Tam hatırlayamıyorum. Erciş’te edebiyat dergisi çıkarmamızın heyecanını bizimle en fazla paylaşan isimlerden biri İlçe Milli Eğitim şube müdürü Kurbani Özdaş (Ahmet Kurbani) idi. Kurbani Hoca, Van’da ikamet eden Müştehir Karakaya ile tanışmamızı tavsiye etti.

Bir gün sırf Müştehir Karakaya ile tanışmak için Van’a gittim. Belediyede çalıştığı söylenmişti. O dönemki belediye binasına girdim. “Müştehir Karakaya ile görüşeceğim.” dedim. Beni bir koridora, oradan da koridorun en uç noktasına yönlendirdiler. Odanın kapısını çaldım. Kapıyı açtığımda içeride görüş mesafesini sıfıra indiren bir duman ile, sigara dumanı ile karşılaştım. Ben, Müştehir abiyi hep o andaki haliyle hatırlarım.

Masanın üstünde kitaplar, yazmakta olduğu romanların taslakları, bulduğu herhangi bir kâğıda not ettiği dizeler vardı. Okuyor, düşünüyor, yazıyordu. Bu döngüyü belki de ömrü boyunca sürdürmüştü. Hayal Bilgisi ile Müştehir abinin dostluğu yaklaşık dokuz yıla yayıldı. O günlerden bu güne hep bir arada olduk. Edebiyat yolculuğumuzda pek çok farklı vesile ile yan yana yürüdük. Hayal Bilgisi’nin Müştehir Karakaya Özel Sayısı nedeniyle ben de kitaplarını ya da edebiyat anlayışını derinlemesine tahlil edeceğim bir yazı yerine, onun hayatının hayatımızla kesişen noktalarını not edeceğim. Çünkü kendisi günlük hayatını çok fazla anlatmaz, paylaşmaz. Yüz yüze tanışmamış kişiler sosyal medya ya da kitapları aracılığıyla Müştehir Karakaya’nın nasıl bir insan olduğunu bilmezler. Ben bu nedenle biraz bu noktadan hareket ederek onu anlatmaya gayret edeceğim.

Müştehir abiyi bizler kendisinden ziyade yakın dostu Ahmet Kurbani’yi dinleyerek tanıdık. Birlikte geçirdikleri yıllar boyunca pek çok dergiye emek vermiş bu iki dost Hayal Bilgisi’nin sırtını dayadığı iki edebiyat kalesidir. Biz 2011’de yıla çıktığımızda henüz çok gençtik ve ulusal çapta bir edebiyat dergisi için hiç tecrübemiz yoktu. Heyecanımız ve azmimiz sınırsız olsa da, yolumuzu aydınlatacak öncülere ihtiyacımız vardı. O günlerde Erciş’te yaşamını sürdüren Şakir Taş bize bu konuda ilham veren isimlerden olmuştu. Daktiloyla hazırladığı ve fotokopi ile çoğaltıp dağıttığı dergiyi göstermişti bize. İmkânlar ne kadar sınırlı olursa olsun edebiyat heyecanının karşılığını bulabileceğini kanıtlamıştı bize. Müştehir abi ve Kurbani hocanın birlikte çıkarmış oldukları dergiler, sonrasında Müştehir abinin o yıllarda hala devam ettirmekte olduğu Beyaz Gemi de bize ilham olmuştu. Depremden sonraki süreçte Beyaz Gemi yayınına son verdi ve Hayal Bilgisi bölgedeki tek edebiyat dergisi olarak yayınına devam etti. Depreme kadar yayınlamış olduğumuz ilk beş sayımız ile başta TRT 1’de o dönemde yayınlanmakta olan Derkenar programı olmak üzere, pek çok tv programında yer almıştık. Ulusal gazetelerde de benzer şekilde Hayal Bilgisi kendisine yer buluyordu. Depremin ardından yayın sıklığını üç ayda bir şeklinde güncelledik. Eşim Ayşe ile dergi vesilesiyle tanışıp evlendik. Her yeni sayıda hayatlarımızda pek çok şey değişti. Bizler de zamanla edebi açıdan kendimizi geliştirmeye gayret ettik. 2015’te Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Şeref Beratı ile ödüllendirilince Hayal Bilgisi çok daha fazla insanın kitaplığında yer bulmaya başladı. Ayrıca Kültür Bakanlığının da o yıldan itibaren dergimize abone olmasıyla birlikte Hayal Bilgisi çok fazla insana ulaşmaya başladı.

Maddi olarak zorlandığımız zamanlar oldu. Tasarım işlerimizi yürüten kardeşimizin askerlik vb. dönemlerinde dergiyi ben tasarlamak zorunda kaldım. Müştehir abi ile tasarım noktasında hiç unutamadığım bir anım vardır. Dergiyi word programında tasarlamak zorunda kaldığım dönemlerden biriydi. Profesyonel olmasa da amatör biri için iyi bir sonuç çıkardığımı düşünüyordum. Van’da bir çay ocağında oturduk. Müştehir abi dergiyi aldı, inceledi, sonra masaya vurdu. “Böyle dergi olmaz.” diyerek bizi azarladı. İçerik ne kadar kaliteli olursa olsun, dizgi kötüyse derginin hiç şansı yoktu ona göre. Yine de bu tepki biraz ağır gelmişti. Kalbimiz altı ay kadar kırık kaldı. Tasarımcımız Yunus Ünsal dizgiyi tekrar devralınca Müştehir abiden yeniden icazet aldık.

Erciş’te, Patnos’ta ve farklı şehirlerde düzenlediğimiz kitap günlerinde, özellikle Erciş’teki edebiyat şölenimizde Müştehir abi bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Esasında burada Erdal Şahin ve Mustafa Işık’ı da anmak gerekir. Etkinliklerimize genelde üçü birlikte gelip gittiler. Müştehir abi iyi şairliğinin yanında oldukça iyi bir de şiir okuyucusudur. Onu şiir okurken izleyen birisinin kendisini unutması pek mümkün değildir bana göre. Biz de bu nedenle programlarımızda kendisinden şiir okumasını rica ettik hep. Hiç kırmadı. Allah razı olsun. İnci kefali balığının üreme noktası olan Erciş’teki Balık Bendi alanında, akarsu kenarında, söğüt ağaçlarının altında şiir okuduğu anı hiç unutmam. Edebiyat şölenimiz için Türkiye genelinden otuz kadar yazar, şair, sanatçı dostumuz bizimleydi. Yere kilimler sermiştik. Semaverler kaynıyor, çay demleniyordu. Birkaç arkadaşımız, akarsuyun içerisine bıraktığımız banklarda oturmuş, ayaklarını soğuk suya sokmuşlardı. Su sesi, söğüt gölgesi ve çay eşliğinde büyük bir sanatçı kafilesi vardı. Söğüt ağacına renkli zarflar içerisinde şiirler asmıştık. Her zarfın üstünde, içinde şiiri yer alan şairin ismi yazıyordu. Herkes sırayla kalkıyor ve kendi isminin yazıldığı zarfı buluyor, şiirini okuyordu. Müştehir abi kalktı, zarfın bağlı olduğu ipi çözdü. Şiiri çıkardı ve ipe bağlı olan zarfı boynuna astı. Bu eşsiz manzarada şiirini okudu.

Müştehir abi hiçbir zaman kitaplarının satılmasını dert etmedi. Para kazanmak hiçbir zaman önceliği olmadı. Etkinliklerimizde bizler standlarda kitap imzalarken o genelde bir köşeye çekilip oturdu. Kısa süre sonra yanına onunla sohbet etmek isteyen bir arkadaşımız oturdu. Ardından bir başkası. Manzara hep aynı oldu. Kısa süre içinde Müştehir abinin etrafında bir kalabalık oluştu ve her defasında onu etrafında toplananlara şiir okurken bulduk. Ses tonu, vurgusu, hitap yeteneği onu özel bir noktaya taşıyor.

Son yıllarda mesaisinin neredeyse tamamını harcadığı tarihi romanları ile bence hem Van’a hem de ülke edebiyatına büyük bir hizmette bulundu. Van tarihini konu alan romanlarını okudum. Büyük bir emeğin ve yeteneğin sonucu olan bu kitapların ilerleyen yıllarda çok daha büyük bir okur kitlesine ulaşacağından şüphem yok.

2018 yılında 4. Erciş Edebiyat Şöleni kapsamında kendisine Ercişli Emrah Onur Ödülünü bölge kültür ve sanatına hizmetleri nedeniyle takdim etmek bizler için büyük bir onurdu.

Edebiyatımıza ömrünü adamış kıymetli büyüğümüzün uzun yıllar aramızda olmasını diliyorum.

(Hayal Bilgisi Müştehir Karakaya Özel Sayısı Yıl:9 Sayı:33 Yaz 2019)

Van Gölü İncileri

YÜREK İŞÇİSİ MÜŞTEHİR KARAKAYA

YAŞAR ADIYAMAN

Edebiyatın köhne bir zamanında yaşayan şair Müştehir Karakaya, hayatın hengâmesinde gençliğini şiire ve edebiyata adamış kalem erbabı olarak çağımızın en önemli şairlerindendir.

Müştehir Karakaya âlim bir babanın oğlu olmakla birlikte bölgenin edebiyata yaklaşımı nedeniyle birçok sorunu altyapısında barındıran bir coğrafyadan göç edip İstanbul’da gençlik yıllarını harcamış ve bu uğurda edebiyata, sanata katkı sunmakla beraber birbirinden değerli şiirleri Türk şiirine hediye etmiştir. Gurbet mi ağır bastı yoksa yüreğindeki yara mı sustu bilinmez ama tekrar coğrafyanın kadim şehri Van'a düştü yolu. Onu hâlâ anlamlandırmış değiliz. Temelli Van kentine dönüş yaptıktan sonra,  Van’da da edebiyat, sanat kültür adına çok önemli çalışmalar yaptı. Lâkin bu yaptıklarıyla yola revan olan dostları ile çoğu zaman yalnız kaldı. Buna rağmen kaliteli çalışmalara imza attı. İstanbul’da gördüklerini Van'da yapmaya gayret etti her daim. Basın-yayın çalışmaları, dergi çalışmaları, yayınevi çalışmaları içinde bulundu ve bu çalışmalara öncülük etti. Ama maalesef bu çalışmalar uzun soluklu devam edemedi. Birçok neden ve sonuç ilişkisi içinde bu çalışmaları sonlandırdı.

Deli gömleğinin en kalitelisini giyen, yılların zarifliği üzerinde biraz yorgun biraz kırgın haliyle kendi kabuğuna çekilen Müştehir Karakaya zamanın yenilmezliği olan şiiri kendi içinde besledi her daim. Edebiyat dünyasına çok önemli eserler kazandırdı. Birçok dergide eserleri yer aldı. Birçok dergi onun öncülüğünde vukû buldu. Müştehir Karakaya deli gömleği ile dolaşmayı tercih etti. Evliyadan sonra veli, veliden sonra deli olunur, öyle derler. Biz de üstat Müştehir Karakaya'yı deli gömleği ile tanıdık. O, olduğu yerde künhüne sarılarak hayatta kalmaya çalıştı. Oysa o deli gömleği ile nice tanıklıklara eşlik edebilecek güce sahipti. Hâlâ da yörenin değerleri ve tarihi romanları yine şiir sarnıcı eserleri ile günümüzde önemli şairleri arasında yer almaktadır.

Bütün deliler bir yana Müştehir Karakaya bir yana derim... Özelikle Kadim şehir Van’da birçok genç yazarın kalemi onun kalemine göre şekillendi. Birçok yazara kefil oldu. Birçok şaire berat verdi. Yardımcı oldu. Hâlâ öyle olduğunun bizzat şahidiyim...

Müştehir Karakaya günümüz popüler edebiyatından çok daha önce kendine has bir  edebiyat anlayışıyla eser vermesine rağmen yeterince tanınmamış ve tanıtılmamıştır. Bu anlamda son dönemde Van’da kültürel ve sanatsal anlamda çalışmalar yapan başta Van Şair ve Yazarlar Birliği ve yine Van’da kurulan Simer Yayınevi olarak tanıtım ve değerler anlamında her türlü desteğin verilmesiyle şair ve yazarlara hizmet etmek, geleceğin inşası adına insana sahip çıkmak ve insanı kültür sanat ile beslemek gerektiği anlayışı ile hareket eden bir ruh kabiliyetini geliştirmenin mümkün olduğu gerçeğini keşfettik.

Kaşif olmak da bizlere düştü. Kültür ve sanatın öncülüğünde üstadı bilmenin ve değerlere sahip çıkmanın bilincinde olan bizler onu iyi biliyoruz. Bu önemli yolun yolcusu olan Müştehir Karakaya ile yola revan olmanın vaktine denk geldiğimiz için mutluyuz. Onunla yol almak elbet güzel fakat onunla yol alırken popüler edebiyat anlayışı içerinde hareket eden sanat ve edebiyat STK’ları ve yayınevleri bir hayli bizleri üzmektedir. Dergilerin amaçları dışında hizmet eden anlayış içinde hayatta tutunmaları da acı bir gerçek. Hâlâ ülkemizde edebiyat ve sanat tam anlamıyla anlaşılmamıştır. Sadece alışagelmiş alışkanlık içinde olduğunu düşünüyorum. Eğer anlaşılmış olsaydı, Müştehir Karakaya ve bu anlayışa sahip nice şairler ve yazarlar hakkettikleri değeri görülürlerdi.

Yine de ümitvar olmak gerekir.  Umutlu yarınların  künhü içinde değerlerimize sahip çıkacağız. Müştehir Karakaya taşrada yaşadığı için belki de herkes tarafından bilinmemiştir. Değer kaygısı taşımayan Müştehir Karakaya bilinmez gerçekleri olduğu kadar, bence muamma tarafı daha ağır basmaktadır. Bana öyle geliyor ki, şiirin tercümesini yüreklere bahşeden bir bahtiyar mahmurluğu taşımaktadır kendisi.

 Naiftir, zariftir, delidir ve şairlerin dağıdır. Estikçe, gürledikçe üzerinde kışa aldanmış nice kuşlara çiçek açan baharlar saklıdır bağrında. Daha iyiye varmak için erdemli kişiliği ile örnek teşkil etmektedir. Şiirlerinde imgeler saklıdır. Bazen "neriman" ile çıkar gelir bazen, "annemdi, ölüyordu bir kış sabahı" ile seslenir. Bazen de içinde bir "yakamoz sancısı" tutar. Onun sesi yükseldikçe içindeki yanardağ patlar, etrafa çiçekler saçar. Biz de bu künyeye bir parça oluruz.  Bir şiirinde:

merhamet diliyorum

narçiçeğim öp beni

öp iki yakamdan aklımı yele vereyim

gönlümdeki bu deniz

tüm toprakları yutsa

bu dalga tebessümün güherçilesi

avuç içi kutsaldır ya duaya sarılır

ya da kederle sarmaş dolaş...

 

Teslimiyetin, inanmanın, yitirmenin, hiçliğin, gönlündeki zenginliğin, izahatı mümkün olmayan sözlerin dilin kıyısına tutunmuş yüreklere seslenmesiyle hünerini sergilemektedir. O bir delidir. İsyana hüküm vermiş fermanı yırtan bir yürek işçisi, şiirlerin ustası, kelimelere libas giydiren hüneriyle harflerin yalnızlığını tercüme eden feqi’dir.

Sayın Karakaya şüphesiz bu çağın nadir bulunan gül bahçesinin en değerli çiçeğidir. Ona öğrenci olmanın mutluluğu içinde onunla aynı kentte bulunmanın bahtiyarlığını yaşadık.

Umarım bu kitaptan sonra daha iyi tanınır. Daha çok kitleye ulaşır.

Selam ve dua ile iyi ki varsın üstadım...

Van Gölü İncileri

İÇİMDEN GEÇEN, SELMA’NIN ŞİİRİ

ARİF ONUR SOLAK

İçimde biriken tonlarca küfrü sessiz bir ırmağın kenarına bırakmak istiyorum. Yorgunum. Uyuşan beynimi duvara asıp seyredebilsem keşke, ne kadar gülerdim kendime. Kafamda tepinip duran binlerce şaklabanı alnından tek tek vurup halay çekmek hissi içimde. Yorgunum. Ana haber bültenlerinden gelecek hayırlı haberlerden umudu keseli de epey oldu. İnsan düşünmekten inciniyor bazen. İnciniyor işe yarar cümleler duyamayınca insan. Yorgunum. Biraz da usul usul yaklaşan akşama çarpıyorum başımı. Kendimi balkona atıp sokağı izliyorum. Sokaklar epeyce akşam, cebimde solgun bir resim. Sonra bu sokak var ya bu sokak; hep Selma’nın gözleri. Bu kargaşanın içinde senin ne işin var Selma, yine bir şiire tutunmuş yürüyorsun karanlığı yara yara.

“dünyanın döndüğünü sakın söyleme

kendimi vururum sonra fena halde

isyanımı fena halde kabartır belki

fena halde yağmur boşaltabilirim

tutup kucağımdan

bir ok bakışıyla mesela

seni vurabilirim gözlerinden”

 

Bir yaranın damarlarından sızan kan gibisin bazen Selma. Durup durup göğsüme batan ağrıdan tanıyorum yokluğunu. Sahi biz niye bitmiştik? Olan olmuş, söyleyecek bir şiirimiz kalmamış. Sahile vuran çocukların acısına üzülmekten başka bir şeylerin yapılmadığı günlerden geçiyoruz artık. Bombalanmış meydanların ortasında; yüzünde son bir tebessümle kalakalmış cansız babaların evlatları da yaşamıyor biliyor musun? Ve biliyor musun, bu hiç kimsenin umurunda değil. Acıyla kahrolduğumuzu sandığımız günlerdeyiz. UNICEF’in bütün bu olanlardan haberi yok henüz, çünkü orta dünyayı anlayabilecek kadar büyümediler daha. Ah Selma, her gece kurşun yemiş ölü çocuklarla uyuyorum ben. Sen olsaydın belki de bu kadar dağılmazdım aslında şiir şiir.

“hiç yağ kokmuyor ellerim Allah şahidim

Kelebek kanadı gibi yüzüm kırılıverir durmadan

Çiçeklerimi sorsan bahar beklemezler

Serin yaz akşamlarını unuttuğumu söylerler şairler

Aldanmayasın söyledikleri yalan

Ekmek ve kurşun taşırım heybemde

Kime sorsan bilir benim sevdalı olduğumu

Bir gözyaşı kadar yakınım annelere

Ve çocuklar benim ikinci adresim olamaz

Ölü bebeler taşırım ceplerimde”*

 

Senin bıraktığın yerden başlıyorum yeniden yaşlanmaya. İnsan yaşlanıyor Selma. İnsan kendi ömrünü tüketmekle müsemma. Ve tükenmekle. Yorgunum. Yorulmaktan bıkmış bir hayatın cam kenarındayım. Sonsuz bir saçmalığın seyrinde manzarasızlığıma sonsuz sövgüler biriktiriyorum. Selma günün son ışıkları gibi dağların ardına düşüyor, ben bir şiire. Ey şair! Beni bağışla. Düştüğüm şiirden sağ çıkamadım, bir de Selma’nın gözleri; sahi ne renkti?

“ah selma!

yürüyüşünü kimse tadamaz benim kadar

durduramaz kimse hıçkırıklarını

mevsimlerin gelişleri için imza topladığım gün

toprağa vuruldum, ateş beni terk etti

bir dağ isyanı gibi karlıdır başım”

 

Not: Yazı içerisinde alıntılanan dizeler Müştehir Karakaya’nın “Selma” isimli şiirine aittir. Yazı da şiirin ruha yansımasını dile getirmiştir.

(Hayal Bilgisi Müştehir Karakaya Özel Sayısı Yıl:9 Sayı:33 Yaz 2019)

Van Gölü İncileri

DERVİŞ YÜREKLİ VELUT ŞAİR - MÜŞTEHİR KARAKAYA

ERDAL ŞAHİN

Varlıklarında kıymetleri, değerleri hakkıyla bilinmeyen nice adamlarımız vardır. Ve bizler bu iflah olmayan değer bilmez yanımız sayesinde kim bilir kaç kez pişmanlığın âlâsını yaşamışız ve başımızı nedamet duvarlarına vurmuşuz. Ancak yine de ders almayıp bu gök kubbede yıldızlar misali birbiri ardınca kayıp giden bu değerlerimizin değerini bilmemişiz, bilmiyoruz.

Bu anlamda nice değerimizin yokluklarında değere bindikleri bir gerçek. Onlar sağlıklarında varlıkla-rında gerçek anlamda hak ettikleri değeri bilinmeyen görülmeyen değerlerdir. Değerleri ancak yokluklarında aramızdan ayrılıp ötelere göçtüklerinde anlaşılan kıymetlilerdir. İşte aramızda hala yaşayan, ancak bizde yaşamayan bu kıymetli değerlerimizden, adamlarımızdan birisi de üstat şair yazar Müştehir Karakaya’dır. Evet, maalesef o da hakkıyla değerinin bilinmesi tanınması ve sevilebilinmesi için ölmesi beklenen değerlerimizden birisi… O Türkiye’de bilinen tanınan birçok büyük şair yazar ve düşünce üstatlarıyla arkadaş olmuş, yıllarca teşrik-i mesai yapmış, on¬larla birlikte yaşamış, yazmış çizmiş ve onlarca eser kaleme almış ender insanlardan biridir. Belki o isteseydi insanların onunla görüşebilmek için günler öncesinden ancak randevu alarak onunla görüşebileceği, kapısında bekleyeceği bir etkinlik ve yetkinlikte bir üstat iken o bunu seçmeyip kendi sade ve mütevazı dünyasına çekilerek dervişane bir yaşamı seçmiştir. Ancak o bu sade dünyasında boş yaşamayıp sürekli bir şeyler üreten edebiyat dünyasına ve ondan sonraki insanlara kalacak şiir öykü roman ve deneme noktasında çok önemli eserler bırakan velut kalemlerden biridir.

Kesinlikle kıyas yapmıyorum. Ancak günümüzde popüler kültürün etkisiyle parlatılan aslında hiçbir değeri, etkinliği, yetkinliği ve derinliği olamayan saman alevi gibi zaman zaman yanıp sönen, onlarca belki de yüzlerce kimi sözde şair ve yazarın ortaya çıktığı bir ortamda, bir dünyada çantasından onlarca şair ve yazar çıkartan bir Müştehir Karakaya’yı kim nasıl anlayacak ki… Benim ilk defa Müştehir Karakaya ismini duymamın üzerinden neredeyse yirmi iki yıl geçti. İstanbul’dan Van’a taşındığı yerleştiği zamanlardı galiba. Sürekli radyo dinlediğim o zamanlarda frekansının ayarlı olduğu yerel bir radyoda bir programa konuk olmuştu. Spiker onu şöyle tanıtıyordu: “O yıllarca yaşadığı İstanbul’dan Van’a taşınmış değerli bir şair. Onu sürekli meşhur çantası sırtında (o zamanlar üstadın hiç elinden düşmeyen bir çantası vardı) Van caddelerinde sokaklarında dolaşırken görebilirsiniz diyordu. Sonra programda şiirler okunmuştu uzun uzun hasbihal edilmişti. Aynı radyoda bir şiir programında ilk defa bir şiiri dinlerken sanki canlı bir film izliyormuşum gibi olmuştum. Bu şiir tarihin en acıklı olaylarından biri olan Kerbela olayını anlatan “Kerbela Ey Kerbela” şiiriydi. Yaşanmış tarihi bir trajedi kelimelerle bu kadar mı canlı ve etkili anlatılırdı. 0n bir ayda yazıldığı söylenen bu şiir -aslında şiir değil bir destan- dinlerken tarihe bir yolculuğa çıkmıştım, adeta çarpılmıştım. Bir şiirden ilk defa bu kadar etkilenmiştim ve o gün bu şiirin şairine yani Müştehir Karakaya üstada saygı sevgi ve hayranlık duymuştum.

Çok şükür o günden bugüne kadar pek çok programda, etkinlikte, sohbet ve muhabbet ortamında, yolculukta kendisinden istifade etmiş şiirler dinlemiş pek çok şeyi öğrenmişiz. Şanslıyız ki onunla baş başa iki üç saat süren çok keyifli yolculuklarımız olmuş. Gerçekten o yolun hakkını veren güzel bir refik.

Aslında onunla ilgili anlatılacak çok şeyler var, ancak fazla da uzatmamak lazım. En son bir sohbet ortamındaki bir anekdot ile bitirelim. Üstadın saygı duyduğum ancak sevmediğim bir yönü bir elinde kalem olan üstadın bir elinde de sigaranın olmasıdır. Üstadın sigaralı olan elini değil kalemli olan elini tercih ederim. Bir sohbet esnasında bir arkadaş, “Hocam cennette de sigara var mı? İçilecek mi?” diye bir soru sormuştu. Üstat verdiği cevap ile herkesi güldürmüştü: “Tabi ki orda da sigara var! İnşallah biz Hz. Ali Efendimiz ile oturup orda beraber sigara içeceğiz! Peygamber Efendimiz karşıdan gelince bizler onun utancından ona saygıdan dolayı elimizdeki sigarayı arkamıza saklayacağız.”

Ey harflere kelimelere esrarlı anlamlar yükleyen, yapı ustası misali kelimelerle şiir ve şuur inşa eden şiirin piri dervişi ve üstadı, seninle tanıştığımız, seni tanıdığımız, seninle yemek yediğimiz, su içtiğimiz, yolculuk yaptığımız ve senden şiirler dinlediğimiz için kendimizi bahtiyar addediyoruz. Allah sana hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin inşallah.

 (Hayal Bilgisi Müştehir Karakaya Özel Sayısı Yıl:9 Sayı:33 Yaz 2019)

Van Gölü İncileri

YARISI AĞIT &GECENİN PİRİ

MUSTAFA IŞIK

-Şair Müştehir Karakaya’ya

 

Pirim, dilime dolanmış bu öykü

Kaç ağıtın nefesidir

 

Kendini ağaca asan rüzgârdan

Gece göze çekilmiş mille ölüp

Sehere ezber kalkan âdemden

Sözlerinle serinleyip duran

Kaç insan var dünyada

 

Yedi dağın ardı kıvrılan yoldan

Gelip geçenden payımıza düşen

Kaç maktulün vebalidir

 

Bozkırın yalın ayaklı atları

Bir gün dönerler evlerine

Sen sesini öpersin, gün ufka çekilir

 

Dünya, beş vakit öpüldükçe

Harami kokar deniz kızı dudağı,

İnsan kendisi kadar insandır

 

Vakitlerden sere serpe dağ ağrısı

Avuç külle gerdana gayya

Güvercin kanadını yakar

 

Taş atıp uyandırma denizi, pirim

Uzaklara gitmenin vaktidir

 

Kırığından sarabilirsin kalbimi

Ağıtların uykusu derindir

 

Dünya ne tuhaf denizdir, pirim

Uzansam musallaya bugün

Hangi yüzün benimle üşür?

 

Bakmadan Geçme