Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri

VARLIĞIN ÇÖKÜŞ ZAMANLARI

GÜRGÜN KARAMAN

“Varlık neden vardır?” sorusuna bilimin ve felsefenin verebileceği bir cevap yoktur. Bilim bu sorunun cevabını nedensellikle sürdürür fakat bu nedenselliğin bir sonu yoktur. Çünkü bilimin ontolojik gayesi yoktur. Her ne kadar felsefenin temelinde ontoloji yer alsa da felsefe de bilimin hizmetine girmiş bir köle olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu durum, aklın bilişsel/entelektüel ölümü demektir. Aklın bilişsel ölümü, dilin özne-merkezli kullanımı,  varlığın çöküş zamanlarıdır. Akıl artık varlıkla olan muhabbetini ve mutabakatını bitirmiştir. Burada varlığın iki çöküşünden söz edilebilir: Birincisi varlığın var oluşsal (anlam/gaye) çöküşü, ikincisi ise dilsel çöküşü.

İçinde yaşadığımız çağ baskın oranda varlığın çöküş zamanlarıdır.  Tarihin hiçbir döneminde insanoğlu varlık üzerinde bu denli emperyal bir tutum sergilememiştir. Teknik olanın her şeyi dönüştürüp salt pratik ihtiyaçları giderecek bir nesneye dönüştürme despotluğu varlığın çöküş zamanı olarak adlandırılabilir. Varlığın çöküşü, varlığın kendisiyle anlam kazandığı insanın/insanlığın çöküşüdür. Çünkü âlem, insanla kemale ermiş ve insan varlığa vurulan son mühür olmuştur. İnsansız bir âlem, anlamsızdır. Tarihi süreçlerdeki tüm krizler varlığın çöküş zamanı kavşaklarında gerçekleşir. İşte tam da bu kavşakların karmakarışık olduğu, tüm yolların buharlaştığı, istikametlerin kaybolduğu zamanlarda kulaklarımıza deruni bir fısıltı gelir ve bizi tekrar varlığa, varlığın anlamına/amacına davet eder. Bu davet hiçliğin çölünü tecrübe etmiş ariflerden gelir. Onlar hesabi değil hasbi bir çağrıda bulunurlar. Her türlü riski, dışlanmayı, ötekileştirilmeyi göze alarak… Tıpkı Nesimî gibi “Mansur gibi benim dilimden de ‘Ene’l-Hak’ sözü çıktıysa, cezama razıyım; ey yaygara koparan efendi, darımı buldum diye beni azarlama!”

Yaşam tarzını, anlayışını, kavrayışını var oluşun gayesini dışlayarak inşa eden modern ve post modern insanı hiçliğin çölünden çekip çıkaracak nefeslere her daim şahit oluruz. Bu şahitlik, insanlığın kadim akışından tezahür edip zamanı ve mekânı aşarak “şimdi-burada”mıza tecelli eder. Fakat varlık gayesini askıya alan ağır kapitalist post modern dünyanın belirleyici parametreleri buna müsaade etmez. Sarsıcı perspektifler ne denli güçlü olursa olsun artık bu post modern insanın önceliği varlığın gayesi değil, bu gayenin askıya alınarak varlığın sömürülmesidir. Bu sömürüde insanın kendi bedeni dahi bir tüketim nesnesidir. Bedenin gayesi değil, çıkarlara odaklı araçsal bir durumu söz konusudur. Bir çikolata reklamında dahi bedenin pornografik tarafı ekran üzerinden özneyi gıdıklayarak tüketilir. Varlığın gayesini üç talakta boşayan bu tüketim canavarı için ahlaki ve vicdani olanın hiçbir değeri yoktur. Vefanın yerini çıkar, sadakatin yerini kâr almıştır artık. Altta kalanın ruhuna bir Yasin üç Fatiha…

Anlamın dışa vurumu olan söylemsel düzeyin sembolik yapısı harflerden oluşan kelimeler, kelimelerden oluşan cümlelerdir. Anlam, bütün demektir. Bütünün kendisini dışa vurumunu temsil eden ve söylemi oluşturan kelimeler bir tespihin taneleri gibi bir dizgiye sahip değilse burada varlığın dilsel çöküşü meydana gelmektedir. Çünkü söylem, anlam ile mutabık değilse gayenin hâsıl olması mümkün olmadığı gibi hem dilin kendisi hem dilin temsil ettiği anlam parçalanmaktadır. Bu durumu İslam felsefesinde varlık yerine kullanılan “vücud” kavramıyla örneklendirelim: Vücud kavramının kullanımı bilinci doğrudan ya da dolayımsal olarak vecde ve vicdana gönderir. Vecd, varlığın, varlık olarak kendinde hazır bulunuşunu imler. Vicdan ise varlığın, var olduğu hal üzere idrakine gönderir. Vücud, vecd ve vicdan burada sıra düzenli bir anlam inşasını gerçekleştirerek anlamı sabitler. Bu durum, anlam ile söylem arasındaki ruhsal birliği sağlar. Çünkü anlamın de söylemin de ruhu vardır.

Bu aktüel durumla birlikte dilin özne-merkezli kullanımı da anlamın “muhabbet ve mutakabat” yönünü buharlaştırmakta ve varlık, anlamın bütünlüğünden soyutlanarak özne merkezli bir kibre kurban edilmektedir. Öznenin yerine kullanılan tüm şahıs zamirleri birer cellada; “bana, sana, ona göre… vb.” ifade tarzları da celladın elindeki birer kılıca dönüşmektedir. Artık ilkeler, değerler, referanslar; ilmi, felsefi, irfani hiçbir otoritenin geçerliliği yoktur burada. Varlığın kibre dayalı özne-merkezli okunuşu varlığın ikinci çöküşü olarak karşımıza çıkmaktadır. Varlığın “var oluşsal çöküşü” ile “varlığın dil/anlamsal” çöküşü karşımıza varlığın iki sütununun çöktüğünü göstermektedir.

Varlık, kendi kendisinin potansiyel nedeni değildir. Onu varlık sahasına çıkaran yaratıcı bir kudrete her zaman muhtaçtır. O halde varlık kendi kendisinin potansiyel nedeni olmadığına göre insanın kendisini varlığın sahibi olarak konumlandırması nasıl bir varlık idrakidir? Aslında bu sahiplik idrak ve iddiası varlığın çöküş zamanlarının temel nedenidir. Varlığın bir yaratıcısı olmadığının iddiası varlığı amacından arındırıp askıya almak ve onu salt nedenselliğe indirgeyerek sömürmek… Hakikat cihetinden burada insan, kendi elleriyle kendisini/varlığını sömüren bir canavara dönüşmektedir. Kendisini yedikçe/tükettikçe var olan; var oldukça da kendisini tüketen lanetli bir diyalektik mekanizma…

Van Gölü İncileri

NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR

NURAN AKÇAP DEMİRHAN

Geçen gün bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Konuşmamızın bir yerinde, 'Bayrama az kaldı' dedi. Bu sözlerinin sonrasında, gözlerimi, masada, önümde duran bardağa dikip, sessizce baktım uzun süre. Havada asılı kaldı arkadaşımın cümlesi. Sessizliğim dikkatini çekmiş olmalı ki, 'Niye bir şey söylemiyorsun kızım, bayrama az kaldı.' diye tekrarladı. 'Ne diyebilirim ki ne dememi bekliyorsun?' dedim. 'Ne bileyim, bayram geliyor ve sende hiç bayram coşkusu yok' dedi arkadaşım. 'Ne coşkusu, deliye her gün bayram' diyerek işi şakaya vurdum. Şaka bir yana… Neden bilmiyorum, son birkaç yıldır bayram coşkusu, heyecanı kalmadı içimde. Bir tek ben değil, çevremdeki birçok kişi de bu düşüncede.

Büyüklerimizin 'Nerde o eski bayramlar!' diye yâd etmelerini daha iyi anlıyorum şimdilerde. O eski bayramların sevincini, coşkusunu çocukken yaşayabildim ne mutlu ki... Bayramlar çocukken güzelmiş! Bayramın bir gece öncesinde, yeni elbiselere mutlulukla, gülümsemeyle bakıp sonrasında da yatağımın hemen başucuna yerleştirdiğim kırmızı, fiyonklu ayakkabılarla uykuya dalmalar… Sabahın erken saatlerinde kalkıp, sevinçle giyinmeler, gidilen ziyaretler, el öpmeler, büyüklerin verdiği hediyeler- mendiller, yenen tatlılar, toplanan şekerler… Bunları yaşayabildim. Şimdiki çocuklar bunların hangisini yaşayabiliyor? O sevinci, o coşkuyu…

Şimdiki bayramlarda her şey çok farklı… Bayramda misafir gelmesin diye evini terk ediyor bazıları. Büyük şehirlerde, maddi durumu iyi olanlar tatile dönüştürüyor bu bayram süreçlerini. Maddi durumu orta olanlar ise akraba ve eş-dostlarını ziyaretlere gidiyorlar. Ama bazı ziyaretlerdeki 'zorakilik' o kadar belli ki gözlerden okunuyor. Hani 'Bayram ziyaretine geldim ama gelmesem daha iyi olurdu' türünde… Sanırım gözlerdeki bu zorakiliği görmek istemediğimden ya da çocukluğumdaki bayramlarda yaşanan o heyecanı bulamadığım için, son birkaç yıl bayram coşkusunu yaşamamışım, yaşayamayışım… Bu yüzden bayram söz konusu olduğunda, heyecanlanmayışım, sessiz kalışım…

Tanıdığım, tanımadığım yeni nesil çocukların, son birkaç bayramda gördüğüm halleri, yüzleri gözümün önüne geldi şimdi. Günümüz çocuklarının, bayramlarla ilgili az önce saymış olduğum güzel şeyleri neden yaşayamadığına takıldı aklım. Düşünüyorum da bunun nedeni galiba çocukların isteklerinin aileler tarafından hemen gerçekleştirilmesiyle, karşılanmasıyla alakalı olabilir. Çocuklara istedikleri, hemen alındığı için belki, günümüzdeki bayram sevincini, coşkusunu yaşayamama sebepleri. 'Ne ilgisi var' dediğinizi duyar gibiyim. Bununla alakalı olarak, geçmiş yıllardan anımsadığım; anne-babadan bir şey istenildiği zaman çoğu kez alınan cevap "Bayrama az kaldı, o zaman alırız" olurdu. Yeni giysiler, oyuncaklar ve de ihtiyacınız olan şeyler bayramdan bayrama alınırdı. İşte o bayramdan birkaç gün öncesinde ve bayramlarda çocukları görmeliydiniz. Yeni bir şeye sahip olmanın verdiği sevinç, mutluluk ve yüzlerdeki o ışıltı her şeye değerdi. Belki de bu sebeple eskiden iple çekilirdi bayramlar. Şimdiki çocukların bayram sevincini yaşayamamalarına bir diğer sebep de teknoloji olabilir mi acaba diye düşünmeden edemiyorum. Tabii ki teknolojinin hayatımıza kattığı rahatlık, kolaylık inkâr edilemez. Çoğu şeyi bir 'tık'la önümüze getirirken bizdeki bazı duyguları da öğütüyor mudur nedir?

Sevinç, mutluluk gibi duyguları ve manevi değerleri mekanikleştirdiği oranda bizden alıp götürüyor sanki; büyürken bize öğretilen, bizi şekillendiren, birey olmanın gerekliliği sayılan bu ve bu gibi insani değerlerimizi. Hayat koşuşturması; teknoloji ya da başka ne sebep olursa olsun değerlerimizi yitirdik, bazıları da köreldi içimizde. Sanırım bu sebepten mutlulukları, sevinçleri hissedemez olduk. Gözlerimizdeki donuk, soğuk, mutsuz bakış belki de bu yüzden.

Her şeyin hızla tüketildiği günümüzde; hayattaki mutlulukları, sevinçleri, coşkuları doya doya yaşayamıyor çoğu insan. Bunu göz önüne alırsak; kalbimizde bayram coşkusunu hissedememişiz, bayram sevincini yaşamamışız, çok mu? Birey olarak, ulus olarak, eski bayramların coşkusunu önümüzdeki bayramlarda yaşayabilecek miyiz? İşte bu muamma! Çocukluğumdan anımsadığım bayramlardaki tadı alabilecek miyiz bilmiyorum ama çok geç olmadan bayramlarımıza ve değerlerimize sahip çıkmalıyız diye düşünüyorum. Aksi takdirde sadece bayramlarımızı ve değerlerimizi değil, korkarım kendimizi de kaybedeceğiz.

Van Gölü İncileri

BİR GÜL DÜŞTÜ

BEKİR OĞUZBAŞARAN

Bilmiyorum nerde, nasıl

Omuzuma bir gül düştü

Bir ağaçtan usul usul

Omuzuma bir gül düştü

 

Derinleri kımıldattı

Günüme mutluluk kattı

Dikeni elime battı

Omuzuma bir gül düştü

 

Rengi kandan kırmızıydı

Doğanın nazlı kızıydı

Yüreğimdeki sızıydı

Omuzuma bir gül düştü

 

İncelik derseniz onda

Goncalık derseniz onda

Ecelik derseniz onda

Omuzuma bir gül düştü

 

Arı ona üşüşmüştü

Bülbüllerle görüşmüştü

Gizli gizli öpüşmüştü

Omuzuma bir gül düştü...

Van Gölü İncileri

CANIM GURBAN

ÜMİT KAYAÇELEBİ

Gözden akan yaşlarımı

Silene bu canım kurban

Gece vakti düşlerimi

Bölene bu canım gurban

 

Tok talebim şöhret şana

Eller sahip olsun hana

Kollarını açıp bana

Gelene bu canım gurban

 

Bağrına basarsa beni

Bilse beni canlar canı

Kuru ekmek baş soğanı

Bölene bu canım gurban

 

Koy başını sen dizime

Güneşim ol gündüzüme

Bir kez olsun bu yüzüme

Gülene bu canım gurban

 

Anlatacak varsa neyi

Fikrimi de etti zay’i

Bu Garip Orhan Veliyi

Sarana bu canın gurban.

Van Gölü İncileri

YAMA YAPTIM

SAİME ÇATALÇEKİÇ

Kaç yırtık yaralarıma

yamalar yaptım

bilmem

 

Kendime yetmeyi bildim

elden gelenin

yar olmadığını gördüm

kendimle barışık olmayı

seçtim

 

Hayatın her şeye rağmen

güzel olduğunu sevdim

mantığımın aldığını bildim

gönlümün istediğini sevdim.

Van Gölü İncileri

BİR DAHA SEVEBİLİR Mİ 

AYNUR GÖKALP

Bir daha sevebilir mi insan

Bir daha yaşar mı o duyguyu

Korkmadan her şeye rağmen

Bir daha sevebilir mi insan

 

Tekrar denemeye değer mi

Unutturur mu acılarını sana

Asla geçmişe mahkûm olmadan

Bir daha sevebilir mi insan

 

Kaybettiğin güveni kim verecek

Kim masum sevdi sevecek

Umarım bir gün murada erecek

Bir daha sevebilir mi insan

 

Gönlümden sevgimi üstüne salsam

Maziyi unutup kalbine aksam

Seninle bir ömür mutlu yaşasam

Bir daha sevebilir mi insan?

Van Gölü İncileri

DİLEMMA

MUHAMMET BARAN ASLAN (BARANÎ)

Hüznümü kefen diye

bedenime sarsınlar

Yaksınlar, yüreğimi

yakan gibi yaksınlar!

 

Bugün yine sırdaşım,

yoldaşımdır yangınlar.

Bugün yine hasretim,

eririm azar azar.

 

Sanki içimde cenk

etmekte eşkıyalar

Ben benden şikâyetçi,

ruhum tenimden bizâr

 

Sırrı fâş ettik beyler;

canansız can neye yarar?

İnsan bu bir dilemma;

hem kanatır hem kanar...

Bakmadan Geçme