OKUMA VE YAZMA CAHİLLİĞİN PANZEHİRİDİR
NİSA İREM DİNÇ
Okuma - yazma denince akla eğitim gelir. Eğitim; küçük yaşlardan itibaren okuyarak elde ettiklerimiz ile yaşadıklarımızdan öğrendiklerimizin bize kazandırdıklarıdır. Bununla birlikte öğrendiklerimiz yaşamımızın bir parcası olarak bizde güzel olan şeylerin kalıcı olmasını veya olumsuz olan davranışlarımızı değiştirmemizi sağlar. İlkokul döneminde şekil almaya başlar bu durum ve bir ömür devam eder.
Bilgi çağı, teknoloji çağı da denilen günümüzde okuma - yazma daha da önemli hâle gelmiştir. Çünkü insanların becerilerinin gelişimine, akademik başarılarının artmasına, dil becerilerinin ilerlemesine, olumsuzlukların anlaşılmasına, özgüvenin artmasına imkan tanır. Okunaklı yazı yazan, akıcı bir dil ile konuşan, okuduklarını yorumlayabilen, düşüncelerini yazıya dökebilen, anlatabilen kişiler hem kendilerine hem topluma yarar sağlar.
Okuma ve yazma kişiyi bilgi ile donatır, kişinin lisanı düzelir, kişiye konuşmasında seri ve akıcı konuşma yetisi kazandırır ona kültürel bir katkı sağlar. Unutulmayan gerçek şu ki, okumadan bilgi sahibi olunmaz. Şems-i Tebrizi'nin dediği gibi " Okumayan için hiçbir kitap yazılmamış, dinlemeyen için hiç bir söz söylenmemiştir."
Okuma- yazma toplumda cahilliği önler. Yani; okuma ve yazma, anlatılanı dinlemek eğitimin olmazsa olmazıdır. Çağa ayak uydurmamız okuma ve yazma ile olur. Kitap okumak, düşüncelerimizi yazmak, hayal dünyamızı genişletip ufkumuzu açan, zihinsel becerilerimizi geliştirip hafızamızı güçlendiren bir eylemdir. Her çocuk her birey gelişim çağlarında zevkine ve hayal gücüne uygun kitaplar seçmeli, okuma alıştırmaları yapmalıdır.
Bizler öğrenciler, gençler olarak bu (bilinçte) olacağız; siz büyüklerimizden de bu konuda her zaman ilgi ve destek bekleyeceğiz.
Okumakla geçecek bir ömre merhaba.
BABAMA MEKTUP
SEYFETTİN AVCİ
Baba... Bak, kocaman adam oldum, büyüdüm baba. Yalnız ben büyümedim tabİi ki dertlerim, kederlerim, hüzünlerim… Çektiğim acılar bile büyüdü. Hatta beklentilerim, hedeflerim de büyüdü baba.
Büyümek... Güzel midir? Aslında güzel değilmiş be baba. Bir bilsen baba, kimler üzdü, kimler kırdı, sana hasret olan yüreğimi... Hele azarlayıp hor görenleri, bir bilsen baba. Hani diyorum yeniden silsem her şeyi, son baştan geri dönebilsem en başa. Mesela, yine çocuk olabilsem. Tutsam ellerinden, bayramlarda şeker toplasak, kırlarda özgürce koşsak yalın ayak ve ben terlesem, hani bir de annem sana kızsa, terletmişsin yine çocuğu dese, ya da ne bileyim kuşlara, kedilere yem versek. O masumiyet duygularla, doyasıya sarılabilsem, koklayabilsem…
Hatta emekleyerek sana gelebilsem. Ne olursun, al baba! Kırılan kalbimi, hor görülüp aşağılanan sol yanımı, yanağımda süzülen gözyaşlarımı, sana muhtaç olan beni… Hatta benliğimi de al ve beni yeniden büyüt, o şefkatinle o sevginle, yeniden büyüt baba, ne olursun! Belki bir gün olur da bunları; hatta içimde birikmiş olan yüzlerce, binlerce söylemlerimi bir bir anlatabilsem sana. Ve sen de sadece, evet sadece bağrına basıp, hatta gözlerimin içine bakıp, beni dinlesen. O sıcacık yüreğinin karşısında, mum gibi eriyip gitsem anlattıkça, bir pervane olsan yanı başımda baba, ben yandıkça sen söndürsen yüreğimin yangınını, ben düştükçe sen kaldırsan, namerde muhtaç etmeden önce sen el uzatsan bana, ben ağladıkça sen silsen gözyaşlarımı. Bilirim, her şeyden herkesten ırak yaşamanın ne kadar acı verdiğini, ağlayınca bile gözyaşlarının yüreğine nasıl akıtıldığını, seni sensiz yaşamanın ne kadar acı olduğunu, bilirim baba.
Hissettim baba, yaşadım bunları, hem de iliklerime kadar yaşadım gurbeti... Hatta ben; sen üzülme diye okumadım adına yazdığım şiirleri, ağıtlarla birlikte yüreğime gömdüm tüm acıları, tüm hasretleri. Neden mi? Sırf sen ağlarken gözyaşlarına dokunamayacağımdan, sen hüzünlenirken sana doya doya sarılamayacağımdan... Ne bileyim işte, dedim ya baba. Bazen insanın anlatacak o kadar şeyi var ki içinde; dert olmuş, irin olmuş, hatta bazıları kabuk bile bağlamış baba, dokunsan yedi âlemi birden yakacak, sussan içini. Ama konuşup, anlatacak kimsesi yoktur baba, ne yapayım sana da kıyamıyorum işte. Kimsesizlik ne kadar zormuş...
Şimdi, şimdi daha iyi anlıyorum seni. Hatırlıyorum bak, bazen sorardım sana, ağlıyor musun baba? Dediğimde, sen: "Yoo, cigaranın dumanı kaçtı gözlerime " derdin. Anlatmak isterdin belki ama sen de o küçücük yüreğime kıyamadın, üzülmesin, dertlenmesin, benim gibi dertlerle büyümesin yavrum der gibi bakar bakar ve susardın, sustukça kanatırdın o güzel yüreğini, sustukça yanaklarından süzülürdü acılar, kederler… Oysa senin de ne çok anlatacakların varmış, senin de kabuk bağlamıştır yüreğindeki o acıların, değil mi baba?
Ama senin yapmadıklarını ben yapacağım baba, belki seni üzeceğim ama, olsun… Seni alıp karşıma, anlatacağım tüm anlatamadıklarımı, yaşamak isteyip yaşayamadıklarımı, kabuk bağlayan yaralarımı kanata kanata anlatacağım, anlatacağım baba yarenlerimi, hatta sevdiklerimi bile, belki utanmazsan sevdiğimi bile anlatırım, tabiri caizse dökeceğim içimi...
Çünkü beni ancak sen anlarsın baba. Neyse!
Aslında nerden başlasam bilemiyorum da. Sadece acılarımı değil aslında, sevinçlerimi, mutluluklarımı başarılarımı da anlatmak isterdim. Baba ile oğul gibi, bir evladın saf duyguları gibi, hatta iki dost gibi, dedim ya baba tıpkı sen ve ben gibi. Sakın, sakın ha! Yadırgama beni baba. Çünkü bende de çarpan bir yürek var. Bende insanım, anlamsız olsa da hatta cigaranın dumanı kaçmasa da bazen, benim de yaşarıyor gözlerim... Yani duygulanabiliyorum, çünkü bir evladım ve hatta en önemlisi ben de bir babayım... Unutma baba, sadece babalar özlemiyor, sadece babalar sevmiyor, sadece babalar ağlamıyor... Evlatlar da özlüyor, evlatlar da seviyor, hatta evlatlar da ağlıyor baba...
Aslında, tüm keşkeleri silip attım hayatımda. Ama bazen, ben bile şu köhne dünyada beni anlayan, dinleyen biri olsa keşke, diyorum. Ha unutmadan, dalga geçerler diye anlatmıyorum içimdeki söylemleri, o yüzden içime dökerek gözyaşlarımı, susuyorum baba. Aslında bir bilseler suskunluğumun nedenini. Oysa alıp kem vursam suskunluğuma, özgürleştirsem dilimdeki sözcükleri, azat etsem yutkunduğum kelimeleri, emin ol baba emin ol, ömrümün en büyük ihtilali olur. Ya da bir bir anlatsam kendimi, açsam tüm duygularımı sana, belki de sessiz sessiz kocaman bir devrim olur hayatımda.
Bilmem, belki dersin ki "İNSAN BU YAŞA GELİNCE Mİ ANLAR?"
Bilmem baba, belki...
İNATÇI MEHMET’İN SONU
AYŞE KARADAĞ
Mahallede korona salgını almış başını gidiyordu. Virüsün bulaştığı yaşlı kesimin yanında genç insanlardan da can kayıpları vardı. Tüm bunlara karşın, bizim Mehmet bilmiş tavırlarıyla “Ben aşı falan olmam! İşbirlikçi devletler, dünyadaki yaşlı kesimden kurtulmak için bu virüsü kendileri yaptılar. Ben yaşlı sayılmam daha. Virüsü yayan Çin devleti ilk aşıyı da kendisi buldu sözde… Önceden hazırlamışlardı aşıyı zaten.” diyerek, köyün genç kesimine ulu orta caydırıcı konuşmalar yapıyordu. Erol, Ali, İzzet kafadaşlarıydı. Onlar da kendileriyle birlikte aile çevrelerine baskı kurarak aşı yaptırmıyorlardı. Oysa kırsal kesimde temizliğe ne kadar dikkat edilirse edilsin, koruyucu aşı olmadan her an virüsü kapmaları olasıydı. Mehmet’in karısı Kezban’ın anne babası, diğer yakınları bir türlü razı edemiyorlardı kendisini. Birkaç gün önceki aldıkları kötü habere bile kulaklarını tıkayacak kadar kendisini daha bilgili sanıyordu.
Uzaktan akrabaları Pınar’ı kalp krizinden kaybettiklerinin haberiydi bu. Pınar, kayınvalidesiyle ilgilenirken virüsü almış, kendisi de belirtisiz atlatmıştı. Sağaltım sırasında kan sulandırıcı gibi yan desteklerden habersizdi. Kalp krizinin nedeni kanının koyulaşmasından olduğu sonradan anlaşılmıştı. Pınar, iki çocuğunu, eşini arkasında bırakıp gidivermişti. Onu tanıyanlar bu zamansız kaybın acısını ağıtlara sığdırdılar ancak. Birkaç kişiyle cenaze töreni yapılması acılarını daha da artırmıştı. Mehmet çok sevdiği yakınını uğurlayamadığı için yalnızca çok üzüldü, ders çıkaramadı. İnadını sürdürüyordu hâlâ.
Mahallede ve çevrede bu tür ölümler çoğalınca Kezban, Fransa’da yaşayan teyzesinden yardım almak için telefonla aradı “Mehmet, ne kendisi aşı oluyor ne de bize izin veriyor. Hadi Pınar’ın zamanında aşı yoktu ama şimdi var. Senin hatırını sayar teyze! Onunla konuşup razı edebilir misin” dedi. Bunu duyan Ferdane Teyze hemen telefonla aradı Mehmet’i;
Alo, Mehmet sen misin?
Buyur, benim teyze.
-Seninle dövüşmek için aradım. Duydum ki koca mahallede korona aşısını seninle birkaç arkadaşın yaptırmamışsınız. Dokuz kişi yaşamını yitirmiş, bundan da mı korkmuyorsun? Biz çoluk çocuk Türkiye’ye tatile gelecektik, Bu durumda nasıl geliriz?
-Hele siz bir gelin de düşünürüz. En azından hanımla kızın aşısını yaptırırız. En çok onlarla oturup kalkacaksınız nasılsa. Ben dağda bayırda geziyorum zaten. Aşağıya inerken maskemi takıyorum. Aşı olmadığımı bildikleri için kahvedekiler yanıma yanaşmıyorlar. İlletliymişim gibi, ağrıma gidiyor teyze ya! Bakkal bile alacaklarımı torbaya koyarak kapının önüne bırakıp veresiye defterine yazıyor, elimden para almamak için… Bu kadar da neymiş bu hastalık? İnat ettim, aşı olmayacağım.
-Oğlum, kime senin inadın? Asıl ilk senin aşı yaptırman lazım. Çarşı, pazar geziyorsun. Sen yakalanmasan bile taşıyıcı oluyorsun. Karını kızını da mı düşünmüyorsun? Hadi, biz gelinceye kadar aşılarını yaptır, bizim de içimiz rahat olsun. Ben üçüncü aşımı yaptırdım. Kız da ikincisini yaptıracak, ondan sonra geleceğiz. Fransa bu konuda çok titiz olduğu halde ölü sayısı, yüz on iki bine yaklaştı. Biz aşılıyız ama küçük çocuklara aşı yapılmadığından, torunlarım için endişeliyim.
-Teyzeciğim, ben astım hastası olduğum için korkuyorum, bir. İkincisi Kütahya’da bir kadın eczacıyı haberlerde izledim; ‘Korona aşıları iki yıl sonra öldürüyor’ diyor.
-Aşılar yapılmaya başlayalı iki yıl olmadı bile oğlum. Nereden biliyormuş?
Mehmet elinde telefonla uzun süre susup kaldı. ‘Tamam’ dedi ama yine de kafası karmakarışık oldu. İnandığı doğruları ters taklaydı şimdi.
-Ne oldu Mehmet, neden sustun? Virüse bağlı hastalıkların aşılanması gerektiğini artık dünya biliyor oğlum. Başınızdakiler sonunda uyandı; ‘Toplum bağışıklığını kazanmamız için yüzde doksan aşılanmamız gerekiyor’ diyorlar artık. Ayrıca İspanyol gribini örnek gösteriyor bazı doktorlar. Yaklaşık iki yüzyılda, elli milyon kişi yaşamını yitirmiş, aşısı da sekiz yıl sonra bulunmuş. Yani Birinci Dünya Savaşı’nda kaybedilen insan sayısından çok fazlaymış. Şimdiyse çok geçmeden aşı bulundu ama senin gibi aşı karşıtları çoğaldı bu kez. Salgınla yatıp kalktığım için bu tür programları izledikçe korkularım artıyor. Rica ediyorum, salgının bitmesine izin vermeyenlerden olma, bu günaha girme!
-Teyze, sen benim doğru bildiklerimi tersine çevirdin ya... Benim arkadaşlardan İzzet kendisi kurtuldu ama eşini kaybetti. Diğerleri de karantinaya alınmışlar. Herkes bir şeyler söyleyince insanın kafası karışıyor. Ne yapsak bilemedim teyze. Yarın sağlık ocağına uğrayıp sıramızı alayım bari.
-İşte bu sensin! Dediklerimi bir daha düşün, sakın cayma olur mu? Şimdilik hoşça kal, Kezban’a kıza selam söyle. Yarın yine ararım.
Fransalı Ferdane Teyze, Mehmet’in sözünde durup durmadığını öğrenmek için Kezban’ı iki gün sonra arayabildi.
-Geçen gün seninkini aşıya razı ettim galiba. İnadını kırmak için bir saat dil döktüm. Aşı sırası alacaktı, aldı mı? Korkarım, ‘Bir sümüklü toklu koca sürüyü b..k eder.’ Kendinize dikkat edin! Dışarıdan geldiğinde yalnız başına bırakın, ilgilenmeyin ki kafası dank etsin. Yıldıracaksınız, başka çıkar yolu yok gibi.
-Sorma teyze! Seninle konuştuğu gün biraz rahatsızdı. Ertesi sabah ilçeye bizim tanıdık doktora uğrayıp hem muayene olacak hem de aşı sırası alacaktı. Telefonlarımız bile akıllı değil bizim ya... Sıra almak için ilçeye gidecekti zaten. Muayene sırasında daha aşı olmadığını sıkılarak söylemiş doktora. O da çok kızmış, genel durumunu pek beğenmediği için acil olarak test istemiş. Dün akşam sonucu olumsuz geldi. Hepimizi karantinaya aldılar. Sabah, akşam sekizer tane ilaç içti. Ayrı odalarda kalıyor, yemeğimizi ayrı yiyoruz. Onunkini tepsiyle kapısına bırakıyorum, eldivenle alıp sudan geçirdikten sonra makineye koyuyorum tekrar. İyi ki o makineyi almışız, sanki hazırlık yapar gibi… Dün gece çok öksürdü. Galiba astımı da tetikledi.
Ferdane, kuşkularını belli etmeden karantina sonrasında hastalığı atlatanları örnek gösterdi. Her ikisi de korktuklarının başlarına gelmesinden kuşkuluydular. Öksürüğü yine başlarsa doktora telefon etmesini sıkıca tembihledi. Gecenin geç saatlerinde cankurtaranın sesi vadide acı acı yankılandı. Bizim Mehmet’i almaya geldiklerini köylüler tahmin edebiliyordu. Bu hastalığın önce, aşı karşıtı olanların başına geldiğini, sırada olduğunu anlamayan bir tek kendisiydi. Eşiyle kızının karantina süreleri bittikten sonra doktorları kayırmacı davranarak tekrar test yaptırdı onlara. Neyse ki olumluydu sonuçları. Mehmet’se solunum cihazına bağlı olarak on beş gündür yatıyordu. Hastanede kalışının yirminci gününde kontrollü olarak, evine gönderdiler. Soluk alması düzelinceye kadar makineye bağımlı kalacaktı. Mehmet’in ilk işi Fransalı Teyze’yi aramak oldu;
-Teyze, iyi ki beni uyardın. Sayende yaşamım kurtuldu. O aşı olmayın diyen eczacı kadın da, dün koronadan ölmüş. Ben de eczacı diye inanmıştım, pişmanım şimdi. Benim de pek tadım yok ama doktorlar, ilaçların etkisinin en az altı ay hatta bir yıl sürebileceğini söylüyorlar. Dinlence için ilçeye geldiğini öğrendim. Seni göremeyeceğim için çok üzgünüm. Artık seneye görüşürüz. Başımın üstünde yerin var” derken soluğu daraldı…daraldı… On dakika ayrı kalamamıştı makineden. Yatağına koşup yeniden makineye bağlandı, bastı düğmeye.
AĞLAYAN İKİNCİ PAZAR
NAZAN YERLİ
Gökyüzü maviliğiyle uyanık
yeryüzü pusu
bir yaşayan bir de anlayan yarın
hava acayip hile çapında
uyarmadı bazen çarpışsa
bir sessiz güne başlangıç edası
kimine ağır bir ceza
bilmeyene kısa anekdotlar
saat nöbette can evlâsında
dakika kaçtı kaçacak
acelesi var kaçar Saniye
bir dokunsa titretir toz toprak
üflemesin sûr'a kaç geçe
uyandırmadan can sedirleri
balon ıssız bir hava merhalesi
soğuk gözler evinde yaşardı
başka acı yara sende kapandı
birbirine sarılır
ağlayan kalbin çifter hüzünleri
bu ağlayan kaçıncı pazar
evvel kadim öncesi diz çöktüren
akşamdan döktürülen kelimeleri
hayli yüksek ay merhameti
eline ver aldıklarının sandık hatırası
ağlayan ikinci pazarın borcu var
bir avuç kurutulmuş gül
santimetre kadar yer kubbesinde
savrulur dizeler anlatılan kaçıncı sırada
ağlamak gerekirse
nâ hacet ağlayan kaçıncı pazar.
YERİNİ UNUTTUĞUM UÇURUMLAR
AHMET YAŞAR GÜNDÜZ
Dikenlerin izleri ayaklarımda
ağarmış bir saç gibi gerçekçi öğüt
yaşanmış ve yaşanamamış ne varsa
özlem duyar insan
ağlara takılmış balıkların
nedir unuttukları
unutmayalım yerini yaraların
Kaybediyorum düşüşün sancısını sanırım
dizlerimin üstüne
yine düştüm yine düştüm...
bazen dizlerine bakmalı bu yüzden insan
ayaklarına değil
ayakların yorgunluğun
dizlerin yanıldığındır.
silmeyelim izlerini yaraların
Kaybetmek korkulu bir kabus
ömür bir rüya oluyor çoğu kez
insansa azıksız yolcu
yitirdiklerin birikiyor zamanla
doluluk bir vehimken
delilik vahim, cesaretse derin
unutmayalım yerini kaybedişlerin
Çivi çiviyi söker, insanı insan yıkar
yağmur günahları...
kibirler yanılmışlıklar aldanışlar
hatırlatın kendinizi bana
siz, yerini unuttuğum uçurumlar.
SUSKUN ÇIĞLIKLAR
ESMA ARSLAN
Beynimde var olan derin bir sarhoşluk
git gide hazırlıyor hazin sonu
boğazımda düğümlenmiş onca söz,
saklanmış bekliyor bir kaç soluk daha
aldığım her nefeste ciğerlerimi deliyor
ruhum dikenli tellere dolanmış
can çekişiyor sustuklarımdan...
Bir çığ gibi büyüyordu
her zerrem hiç olmadığı kadar çığlık çığlığa
ama dile gelmiyordu
keşke diyordum
sağır olsa tüm bu isyanlarıma
ağır geliyordu artık
sancılı geçiyor du zaman
konuşsam
Söyleyeceklerim mi ağır gelirdi
yoksa duyanlar mı sağırdan
bilemiyordum.