HAY ÇOCUK
MUSTAFA AYYÜREK
Bakışları masumiyet gülü kokan bir çocuktu. Saçları biraz uzun, gözleri; sarı, yeşil, kahve… Sus pus, kendi halinde tembel bir çocuk! Kimsesi olmadığı gibi herhangi bir işi de yoktu. 'Eli iş tutmaz, tembel işte aylak aylak dolaşır,' derlerdi onun için. Hâlbuki biri yol gösterdi mi, aslan kesilirdi. Fırsat verselerdi dağı; kuruyan sünger gibi hallaç pamuğuna çevirirdi… Elli değil, yetmiş değil tam yüz kilo taşırdı. Fırsat verselerdi görün o zaman tüm herkese sevgiyle nasıl kucak açar ve aşılmaz denen engelleri nasıl da aşardı. Fırsat verselerdi daha bir sürü şey yapardı.
Bazıları 'bak bize benziyor, o da bizim gibi,' şeklinde nutuklar atar, durumu usulsüzce kotarmaya çalışırdı. Ben aldırmazdım buna, inanmazdım bu nutuklara. Zaten nerede bir nutuk, nerede bir hengame varsa orada ya suçluluk psikolojisi devreye girerdi ya da buna benzer daha başka bir şey. Hem nerden bize benzeyecek? Belli ki bize benzemezdi. Yo yo, hayır, bize hiç mi hiç benzemezdi. Çünkü o tek başınaydı, yalnızdı, karamsardı. Tembeldi ya, eli iş tutmazdı! Nerden bize benzeyecekti?
Sonu gelmeyen bi' yolun uzayıp giden kimi kara kimi ak, ama çokça kara çizgileri alın yazısında çoğalmış ve onu ense kökünden vurmuştur. Her yol ayrımında hep birilerini kaybetmiş, hayatın sillesini yemiş fakat hiç kazanmamıştır.
Hay çocuk, vay çocuk, bre çocuk! Babası dünyayı terk edeli kim bilir kaç yıl, anne desen bırakıp gideli yıllar yılı olmuş. Ah o baba! O baba yok mu, kaç kez evlenmiş, her evliliğinden kaç çocuk yapmış sayısını bilen yok. Umursamaz, sefaya düşkün bu insan kırığının, bu sefil babanın gerçekte kaç kez evlendiğini bilen biri de yokmuş ya neyse! Güneşte kavruk toprak, rüzgârda nereye düşeceği belli olmayan tüydü. Ne yolu belliydi ne de izi. Ne varılacak mezili bulunurdu ne de sırtını yasalayabileceği dayanağı.
Akrabaları vardı… Vardı ya bilmem kaç yıl evvel verdikleri on kuruşun hesabını sormuşlardı. Dilsizdi ya çocuk, hayatı boyunca kafasına vuranı, ekmeğini çalıp kaçanı eksik olmadı. Sorunları çoktu, ama bir türlü kelimeleri bir araya getirip konuşamadı, anlatamadı, içi içini yedi hep. Bazen öyle keskin bir sıkıntı kalbini deşerdi ki konuşmak bir tarafa etrafında kimseyi görmek dahi istemezdi. Hasılı kelam etrafında kimse bulunmazdı zaten. Dilsiz oluşu dilinden değildi, kendini ezik hissedişindendi belki de kimsesizliğindendi. Kimi zaman ise akrabaları o varken… Yanlarında o varken evlatlarını sevişlerindendi. Hem de gözlerinin içine baka baka… Ve kim bilir daha neler nelerdendi. Düştüğü zaman kaldıranı olmadı ki kendi kalktı. Aç kaldığında doyuranı olmadı ki aç yattı. Kavga ettiğinde koruyanı, hastalandığında bakanı, üzüldüğünde teselli edeni de olmadı. Nasıl konuşsun? Nasıl bizim gibi olsun?
Biz yirmi, yirmi beşlerimize kadar baba ocağında bebeler gibi dolaşırken, o, henüz beş ya da yedi yaşlarında, bir sığıntı gibi yer değiştiriyor belki bu defa sevinci bulabilirim diye heyecana geliyordu. Yaşı ha beş olsun ha yedi... Kaç yaşında olduğu farketmeden gülümseyeceği yaşta tebessümden bihaber amaçsızca dolanıp durmamalıydı. Kim zaman seksen yaşındaki bir pirifani kahkahasıyla, neşesiyle ölümü selamlardı. Halbuki bu çocuk oyun çağının en bereketli zamanında hayatın en kederli noktasında kendine yer buluyordu. Ve daralan duygu dünyasıyla hepimize meydan okuyordu. Fakat bu meydan okuyuş çoğu zaman karşılıksız kalıyor ve bitmek tükenmek bilmeyen acılarıyla başbaşa kalıyordu. Bebek sayılacağı dönemde böylesi acılar yaşamamalıydı. Onu seyredenler; elinde boyama kalemi ya da gelişigüzel karalanmış bir defterle karşılaşmalıydı. Ama ona her bakan karşısında öfkesiyle ne yapacağını bilmeyen bir yetişkin görürdü.
Saymakla bitmez çocukların hüzün şarkısıdır bu. Düşse tutanı, ağlasa susturanı, kaçsa getireni, el öpmek istese… Ama biz, biz öyle miydik? Her yol ayrımında sevsek de sevmesek de bizim için doğru olanı yapan birinin müşfik elini muhakkak sırtımızda hissederdik. O elin sıcaklığında ya bir bardak su ya da tatlı bir şerbet içerdik. Bazen o el ne şerbet ne de su vermezdi; ama o el hep bittimsizdi, hep vardı. Sokak aralarında dolaştığımızda kuytu yerlerde bazen bir serseriye dur, derdi, bazen de okul çıkışında bizi köşeye sıkıştırmış bir köpeğe yallah çekerdi...
Bir çocuk tanıdım... Dediler bizim gibi… Yo yo, hayır, hiç bizim gibi değil. Kış, şiddetini tüm keskinliği ile hissettirirken o çocuk ya mendil sattı ya da sıcaklığında cennete uçtuğu kibrit kutularını. Bakışları anlamsız ve matem doluydu. Karnı açlıktan içeri çökünce sessiz sedasız köşesine çekilir, hüzünle fırın camından öylece içeri bakardı. Kaç Pollyanna onun içini ferahlatır, kaç Ayşecik bir Ömer’in evlat edinmesini sağlayabilirdi onun için?
*
Böyle bir çocuğun varlığını çok kere hatırlıyorum. İnsan böyle bir durumda başını hangi taşa vurur, hangi yas şarkısını söyler, bilmiyorum. Ana – baba olmadı mı; yetime - öksüze sahip çıkan biri olmadı mı, hayat kişinin ayaklarına vurulmuş prangadan başka bir şey değildir. Yo yo, konuşmayalım artık, hayatın derin manalar içeren sıkıntısını çekmediğimizi bilelim. Başımızda, saçımızı okşayan bir el hep varken, her ne olursa olsun bizden vazgeçmeyen mutebessim bir aileye sahipken o çocuk bizim gibidir, demeyelim. Şunu kabul edelim artık; ayağına vurulmuş prangayla yürümeye çalışan o çocuk sadece kendi gibidir.
KENDİNİ ARIYOR!
GAZEL YİĞİT
Bileklerimdeki acı yine yokluyordu beni. Buradayım diyordu, “diğer acıların gibi ben de buradayım.” Etrafımda insan seli akıp giderken, ben acının, bileklerimde kendinden bahsedişini dinliyordum. Hava nemliydi. Yerler bir saat önce yağan yağmurun izlerini taşıyordu. Kara bulutların kapladığı gökyüzü, çocuğuna kızıp, söylenen sinirli bir anneye benziyordu. Ben, ruhumun güneşte içini gösteren astarından bakıyordum etrafıma, birazım orada, çoğum kendi içimde. Garip haller vardı üzerimde. İnsanlar beni görüyor muydu? Ben var mıydım?
Tam da o an hissettim içimde onu! Gerçek olup olmadığını defalarca teyit etmeye çalıştım. Yaşam kurallarına aykırı oluşu beni tereddütte bırakıyordu. Neydi o yaşadığım? Bileklerimdeki acı ile söyleşiyorduk, beni tren garına götürecek dolmuşu beklerken. Saati çalışmayan saat kulesine bakıyordum o an. Daha feryadını duymadan, sesinden önce hüznü yayılmıştı etrafa. Evet evet hüznü. Önce saçlarımda hissettim o hüznü, sonra ensemden aşağıya doğru süzülüşünü ve sonra, kalbimin içinde, yabancı bir şehirde kaybolmuş, sağa sola koşuşturan biri gibi gezinmesine şahit oldum. Bu nasıl bir hüzündü böyle? İznim olmadan nasıl yerleşmişti kalbimin içine?
Sonra sesini duydum. Yüreği parçalanırcasına ağlıyordu. Haykırışları o kadar derindi ki, sesi bazen kendi içine kaçıyordu, başkalarını yaralamasın diye. Ağlamaktan ayakta durmaya mecali kalmayınca karnını tutup yere kadar eğiliyor, elindeki mendili avuçlarında sıkıyor, bazen dişlerinin arasında eziyor bazen de göz yaşlarını siliyordu mendille. Arada bir, “gelmeyecek, onu son bir kez göremeyeceğim” diye figan ediyor sonra ruhundan koparcasına bir ooyyyy çekiyordu. O böyle inlerken ben olduğum yere çakılmış, gözümle, onu umursamayan insanların yanından geçip gidişini seyrediyor, kalbimle acısına bakıyor, ruhumla onun koştuğu o ateşli yolda onunla beraber koşuyordum. Titriyordum. Boğazım kurumuştu. Gözlerim yanıyordu. Ağlayan, inleyen bendim sanki. Yanına gitmek istedim. Aramızda yirmi adım kadar mesafe vardı. Ayaklarım beni bir türlü götürmüyordu. Sonra bekle dedi içimden bir ses. “Bu, kaderin içinden bir kaderdir” dedi. “Acıların sırtına yüklenmiş nice sırlar vardır” dedi. Dolmuşla Nereye gidecektim, niçin gidecektim unutmuş, karşımda ağlayıp inleyen adamın çığlığında, kendime yaşam mekanı kurmuştum, kendimden yirmi adım ötede.
Göremedim dedi. “Son kez göremedim, nasıl dayanacağım onsuz olmaya? Allah’ım yardım et bana!” bu son sözleri olmuştu benim duyduğum. Sonra onunla aramıza giren dolmuşa binip uzaklaştı. O uzaklaştıkça; gözüm onu görmüyordu, kalbim acısından kalan son parçaları kendine saklamaya çalışırcasına uzak mesafelerle savaşıyor, ruhum büyük bir yolsuzlukta tek başına kalmış gibi gidecek bir yön arıyordu. Ne çabuk unutuluyordu başkalarının acısı. Biraz sonra gördüğüm şey karşısında yüreğim, zamanda bir yırtık bulup yüzlerce yıl ileriye gitmiş sonra da pişman olup geriye dönememiş gibi hayretle ve korkuyla titremeye başladı. Karşımda gördüğüm yine o adamdı! Aynı elbiseler, aynı yüz, aynı hüzün dalgası ile az önce gittiği yönün aksi yönünden geliyordu. Bu sefer ağlamıyor sadece arıyordu. Birini arıyordu. “Gitti mi? Onu artık göremeyecek miyim?” diye buz kesmişti bakışları. İçi alevler içinde yanmasına rağmen, vücudundaki buzlar erimiyordu. Çok zor olmalıydı, hem alev hem buz olmak. Ben ise olduğum yere daha çok batmış, ayaklarımı hissetmeden, ruhumu olanlar karşısında baygınlığından uyandırmaya çalışıyor, kalbimin deli gibi çarpmasının karşısında yıkılmamak için direniyordum. Birkaç sözcük zar zor kurtarmıştı kendini birbirine kenetlenmiş dudaklarımdan. “ bu adam kendini arıyor!”
Etrafta deli gibi dönüp duruyor, az önce giden diğer adamı yani kendini soruyordu herkese. Ama, benden başka kimse duymuyor görmüyordu onu. Ahh diye yere yıkıldı bir ara, dizlerinin üstüne düşüp elindeki mendili avuçlarında sıkarak ağlamaya başladı. Ağlamasının arasında gökyüzüne bakıyordu. sanki bulutlardan yardım istiyordu. Kanım çekilmiş, ruhum olanların karşısında adamın elindeki mendil gibi büzülüp bir kenara konulmuştu sanki. Aynı adam hem gidip, hem kendi arkasından gitti diye ağlayabilir miydi? Bir insan bölünebilir miydi?
Bunca şeyi kafamda tarta tarta ilerlemeye çalıştım. Yanına gidip bu olanların ne anlama geldiğini soracaktım. Akılların alamayacağı bu olayın ne olduğunu ancak dizleri üstüne çöküp ağlayan ve bir tek benim görebildiğim o adam anlatabilirdi. Bir adım, iki adım… derken yağmur damlası düştü burnumun üstüne. Düşen yağmur damlasıyla beraber kalbimden ağzıma doğru bir feryat yükseldi. Ahhh! Gözümü açtığımda, uyanmam için yüzümü ıslatan insanlarla göz göze geldim. Arkalarında ise kendini arayan o adamın yüzü buharlaşıp gökyüzüne uçuyordu.
ASPERGEY
HALİL SAK
Aspergey, aspergey, aspergey
bana derler asperger, kimi zaman otizm
bir türlü karar veremez bilim
asperger mi, otizm mi, aspergey mi?
Kimin umrundayım ki zaten?
anayasalar bile bana yer bulamamış yasalarında
toplumu hiç sorma
selam verince bakarlar garip garip
önem verince küserler nedensiz
neden yoksa sonuç da yoktur
bunu söyleyince bakarlar öylece durup
insanlığın yerinde yeller, rüzgarlar, fırtınalar eser
çıktı bıyıklı bir ressam, kurdu kampları
görmedi kimse duymadı kimse dumanları
Aspergey aspergey aspergey
bana derler asperger kimi zaman otizm
bir türlü karar veremez bilim
asperger mi, otizm mi, aspergey mi?
Bazen derler bana sapık, bazen deli
oysa tek yaptığım yardım etmekti
fikirlerimi sunarak veya düşüncelerimi
bazen derler bana gerizekalı bazen mal
oysa tek yaptığım soru sormaktı
sırf merak ettiğimden veya öğrenmek istediğimden
bazen derler iyi dersler delikanlı bazen günaydın
diyecek bir şey bulamam çünkü değilimdir alışkın
çünkü genelde kimse demez bana selam sabah
nedeni de barizdir aslında toplum için
gelir dengesiz haraketlerim toplum gözünde
Aspergey aspergey aspergey
bana derler asperger kimi zaman otizm
bir türlü karar veremez bilim
asperger mi, otizm mi, aspergey mi?
Sanırım ben çok yanlızım ama bu zaten normal
kim ne yapsın benim gibi beceriksiz birini
ama umurumda değildir tüm bu yaşadıklarım
düşünürüm bazen normal bir ülke nasıl olur diye
der bana çıkar telefonunu ama anlamaz ne olduğunu
kitabı okur fakat neye ağladığını bilemez
hayat bazen bir şaka gibidir benim için
gülemediğim bir eşek şakasıdır benim için
koymuşlar bir odaya, içi aynalı bir cam kutuya
karşıyı okuyamam ama onlar okur karşıyı
Aspergey aspergey aspergey
bana derler asperger kimi zaman otizm
bir türlü karar veremez bilim
asperger mi, otizm mi, aspergey mi?
Aspergey aspergey aspergey
bana derler asperger kimi zaman otizm
bir türlü karar veremez bilim
asperger mi, otizm mi, aspergey mi?
Belki bu bir şiirdir belki de bir şarkıdır
belki bir fırsat olursa seslendireceğim bir metindir
bilmiyorum artık ne olduğunu veya olmadığını
bildiğim bir şey varsa o da çok yorulduğumdur
Biliyorum insan çok vahşi bir canavardır
buna rağmen vardır içimde bir umut
bu dünyanın bir gün birleşip barışacağına dair
böyle böyle bu şeyin sonuna geldik
benden bu kadar yoktur daha söyleyecek sözüm
bak hala bekliyorsun, ne bekliyorsun gitsene artık
bu arada belki benimle küstün fakat
bilmeni isterim ki ben daha küsmedim
biliyorum senin umrunda değil ama
benim aklımda halen o soru vardır
benim aklımı kurcalar hep o soru
bana neden küser insanlar?
NOT: LİSE ÖĞRENCİSİ- KAYNAŞTIRMA EĞİTİM ALAN BİR ÖĞRENCİ. KENDİ DÜNYASINI ANLATMIŞ
MEZOPOTAMYA GÜZELİ
SAİD CUDİ
Bağışla ey yar, kovma beni diyarından
Alaca İrem bağları, kurudu hicranından
Lütuf eyle kereminden, bağışla beni
Bir lahza seyredeyim gülen çehreni
Aşkın yakar sinemi, mezopotamya güzeli
İsmin düğümlü dilimde, Gülistan dilberi
Sen ki; kırık kalbimin münferit hatırası
Sen ki; yaralı ülkemin kanayan yarası
Senin ile geçen vakitler; rüyada bir anı
Sensizim, kederin kapladı dört bir yanı
Bir esirim, dikenleri arasında güllerin
Bir garibim, sultanı olduğun ülkenin
Şu ölümlü zindanda, bir abı hayat gözlerin
Teşbihi kevserde, lezzetli bir şarap sözlerin
Bağışla ey yâr, kovma beni diyarından
Alaca İrem bağları, kurudu hicranından.
YAŞASIN CÜNUNU MUHTEŞEM
ALPER ALPEREN
Üzülüyorum İslâm - namına yapılanlara
Müslümanım diyerek - ikili oynayanlara
Tevhid ile şirk aynı - meydanda pazarlanıyor
Münafıklıkla ihlas, bir dükkânda satılıyor
Aynı yürek saklıyor, şehamet ve cebaneti
Sözün bittiği yerdir, bekle artık kıyameti
Aynı çatı altında, ateşle barut yan yana
Dost, arkadaş olmuşlar, fıtratlarının zıddına
Rantlar ve menfaatler, muhabbetlere mukabil
Sevgi ve saygı bitmiş, hoşgörü yerlerde zelil
Yalan, pazarın rağbet - gören en metaı olmuş
Ortalık yalakalık yapan insanlarla dolmuş
Birilerini övmek ve alkışlamak meziyet
Doğruları söylemek, dürüst davranmak eziyet
Helal ile haramın, iç içe girmiş mayası
Taşa çalmış namusu, yüzde kalmamış hayâsı
Muhabbettin tahtına kin ile nefret oturmuş
Çekememezlik, haset, can kardeşliği bitirmiş
Ezdad ki birbirinin rağmına ve inadına
Yer değiştirmiş sanki medeniyetin adına
Ahlaksızlık yön verir, egosu zirve yapana
Mal, mevki, makam uğruna itaat ettik şeytana
İnkılab ettiriyor, güzelliği çirkinliğe
Cinsellik zirve yapmış, erişmiş en yüksekliğe
Herkes birer müellim, gerek yok muallimlere
Hokkabazlar zirvede, yer verilmez âlimlere
Dehlizlerde kaybettik, kurtuluşa giden yolu
Her yol birer ihanet, dört yanımız akrep dolu
Büyüklere yok hürmet, âlime saygı kalmamış
Yeni nesil türüyor, edepten nasip almamış
Ey ikiyüzlü hodgam, sizlere sesleniyorum
Aynı yerde sizlerle, yaşamak istemiyorum
Her yer öyle puslu ki, kul yitirir imanını
Şeytan bile maskeli, giymiş İslam mintanını
Alperen der kaybettik, kalmadı huzurum, neşem
Aklen istifa ettik, yaşa cünunu muhteşem.
NAZAR
ZEYNEP SÜMER
Güzel günler yaşadık mutluluktan uçardık
Bozulursa havamız biz güneşe kaçardık
Eli elime değse çiçek gibi açardık
Nazar dedi birisi yoksa gitmezdi inan
En güzel şiirleri sabırla yazar zaman
Bizden geriye kalan sadece kül ve duman
Yüreğim harman yeri sanki savrulan saman
Şu halimi bir görsen aman dilersin aman
Nazar dedi birisi yoksa gitmezdi inan,
En güzel şiirleri sabırla yazar zaman
Sevgi kutsal bir duygu her insana verilmez
Büyük hata yaptım ben ömür yere serilmez
Viran ettiğin gönül artık kolay derilmez
Nazar dedi birisi yoksa gitmezdi inan
En güzel şiirleri sabırla yazar zaman
Seni sevmek suç muydu çekip gittin vefasız
Hangi aşk yaşanmış ki söyle bana cefasız
Çile dolar günlere geçiyorsa sefasız
Nazar dedi birisi yoksa gitmezdi inan
En güzel şiirleri sabırla yazar zaman.
Ne zaman bahsin geçse gözlerimden yaş gelir
Veda busesi imiş izi yüzümde kalır
Geç de olsa anladım mazi umudu alır
Nazar dedi birisi yoksa gitmezdi inan
En güzel şiirleri sabırla yazar zaman.
KÖYÜ ÖZLEDİM
EFDAL PETEK...
İnceden bir sızı sardı bağrımı
O kızıl topraklı köyü özledim
Haylidir görmedim anamı, babamı
Öyle böyle değil iyi özledim
Başka mutlu idim orda yaşarken
Yorulmak bilmezdim gezip koşarken
Yıldızlar altında rüzgar okşarken
Damda içtiğimiz çayı özledim
En güzel günlerim orada kaldı
Sanki bir rüyaydı sanki masaldı
Öylesine tatlı öyle doğaldı
Pınardan kandığım suyu özledim
Sohbet tatlı idi odalarında
Kavgalar olmazdı aralarında
Çocuktan yaşlıya insanlarında
Hiç kemlik bilmeyen huyu özledim
Efdal'ım toplardım bostan üzümü
Bakar iken doyururdu gözümü
Daha anlatmanın yoktur lüzumu
Velhasıl dostlar çok şeyi özledim.
SENSİZLİĞİN ISTIRABI
MEKİN BAYKARA
Her doğan günüm seninle
karanlığıma yeni bir gün ışık tutar
Aşkın şarabını içmişim, savrulurum
ruhumun özgürlüğünü hissederim
senin aşkınla dünya gibi dönerim
bakarım hacılara yüreğimin narı sızlar
uzun bir yolculuğu kat ediyormuşçasına
Hz. Muhammed’in yattığı yerle şereflenip
semazen olup aşkınla dünya gibi dönerim
Allah’ın nuruyla Medine nurlara bürünür
bulutlar gibi gökyüzü nurlara kapanır
şükretmeli ki insan o kutlu diyara gitti diye
semazen olup aşkı ile dünya gibi dönerim
gittiğim her yerde gönül dostlarına rastlarım
tükenmez aşkın nuruyla cemalleri parlar
tükenmeyen salavatlarla seni anarlar
semazen olup aşkın ile dünya gibi dönerim.
İNSANLAR YAŞLANIR
ZİLAN ÇELİK
İnsanlar yaşlanır
ağaçlar
sesler bakışlar yaşlanır
gün be gün
İzahı olmuyor ölümün
düşer çatlatip damını acılar
birikir hayatının tam orta yerinde
kusursuz suçsuz kırıklığından bu yana
kim biliyor ki neler sığındı sıkıştı bu cana
En son gülüp geçen oluyor
ölene değin hayat çabana
ay kararır gecelerinde
kalırsın yapa yalnız
bu dünyanın öteki yerinde.