CENNET BURSA’M
SAİME ÇATALÇEKİÇ
Bursa’mı sorarsan bana eğer
ben bir Bursalı olarak derim ki
kelimelerken anlatamam sana burayı
dört yanı yeşilliklerle kaplı gizli cenneti
adeta cenneti andırır bana her yeri
Evliyalar şehridir Bursa’m
temiz Uludağ havasıyla her an
tatlı içme sularıyla görürsün cennetti
şifadır kaynak kaplıcaları bedene
yumuşak dokunmuş havlusuyla
büyük güzel tatlı şeftalisiyle
Osmanlı şehridir Bursa, bilene
Hamamlarına gir de gör Bursa’yı
yıkan paklan temiz ol, bul sıhhati
hamamdan çıktığında bir güzel
Uludağ Gazozunu iç de gör serinliği
Bursa’nın kestane şekerini yedin mi
üstüne tatlı soğuk suyunu içtin mi
tarihi yerleri gezip gördün mü
çıktın mı Uludağ’ına teleferiğinle
kuş bakışı gördün mü cennetten yeşilliğini
Sanatçının Bursa’dan çıkar hası
suyundan mı havasından mı bilinmez sırrı
Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Yıldırım Gürses’i
daha birçok güzel sesiyle şakırdar bülbülleri
işte bir cennetten ülkedir burası.
NAZENDE
ZELAL KIRAN
dağın göğsünden akan sulardan
daha berrak gözlerin var, zelal
kuşatırken gökyüzünü gülüşün
boşaltacağım kalbimin odalarını
oralıymışsın gibi yalnızca sen kal
mevsimler değişir bir bakışına
kurumuş çeşmeden şiirler akar
kar yağarsa bir gün geçtiğin yola
gül ekmeye koşar kardan adamlar
sana tutkun bir kalbim var, zelal
senle başlar orada yeni hayatlar
süleyman mülkünde belkıs’ın tahtı
sana varmaya ‘gel’ demene bakar
gülüşün kırmızı gül, mavi denizde
göğsünde yıldızlar süsler gecemi
sesin üzümdür, cem kadehinde
ebr-i nisan suyudur, gök yere akar
çiye gül tanesisin, ruhsun bülbüle
sevmek eskimeyen hikâyemizdir
lebin gonca, dişin ince, bakışın ahu
kardeşindir; zin, züleyha, leylalar
siyabent olup da gidemem yar’a
gözlerinin hizasındadır uçurumlar
yetiş, topla kirpiklerini göğsümden
can vermeme az kaldı, nazende yâr
gitsin melekler, yanımda sen kal.
BOZLAKLARIN ÇIĞLIĞI
AYŞE KARADAĞ
Özlemler, sevinçler veya sıkıntılar türkülere yüklenir çoğu zaman. Kırsal kesimdeki insanlar, bozlak* türkülerini farklı bir yürekle dinlerler. Türkülerin sözleri kendilerine özel yazılmış gibi gözleri nemlenir. Önemli kayıpları olanlar, çok sevdiği birinden zamansız kopanlar, o türküleri eli yanağında dinlerler. Sabırlı, hoş bakışlı, güçlü kalmaları acılarıyla yüzleşmeleridir belki de…
Günümüzde, Muharrem Ertaş’ın söylediği; “Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri” bozlağını kaç kişi dinliyor, içten fışkırıp gelen ağıda kaç kişinin yüreği dayanabiliyor dersiniz? Aynı bozlağı Cem Karaca farklı bir tarzla söylemiş, bir süre sonra unutulmuştu. Bu tür Anadolu türkülerine yüreğimiz dayanamayacak kadar toplumsal ağıtlar mı biriktirdik? Örneğin; Madımak, Çorum, Maraş, Gezi olayları gibi... Dayanıksız bir toplum olmamız, biriken acılardan mıdır?
Öğrencilik yıllarımda, Kilis-Elbeyli’ye ait "Bilal Bey" isimli barak havası çok gündemdeydi. Her sınıftan birkaç kişi bağıra bağıra Bilal Bey’i söylerdik. Sanki kendi aramızda gizli bir yarış varmış gibi. Tarım dersinde zeytin ağacına en iyi tırmananlardan biriydim. Öğretmenimizin çifte beğenisini almak için hem dallardan zeytin toplar hem de bu türküyü söylemiştim. Öğretmenimizse sözde ilgilenmiyor, zeytinleri zembillere dolduran arkadaşlara yardım ediyordu. Türkünün sonuna yaklaşırken, hıçkırıklara boğulup güzelim türküyü berbat etmiştim. Barak havalarını bir rastlantıyla bile dinlediğinizde nedenini anlamadığınız bir üzünç çöker üzerinize. Evlat acısı, olanaksız aşk, yurdundan kopuş, bir isyanı iliklerinizde duyumsarsınız, Bilal Bey bozlağında olduğu gibi...
Bilal Bey’i derler Elbeyli’nin ulusu
Atını çekerdi Halep Valisi
Anası Gülsüm Hatun olmuş çifte yavru delisi
Aman, avlarlar bizi
Vallah öldürürler ikimizi
Issız koyarlar odamızı, söndürürler çıramızı, of!
Bozlak türkülerinin yaratıcıları Barak Türkmenleridir. Oğuzların sağ kolu, Bozokların Beydilli Boyundandırlar. Osmanlı İmparatorluğu zamanında İlk yerleşim yerleri 1100’ lü yıllarda Yozgat civarıdır. Zaman içerisinde diğer Abdal Oynaklarıyla yakınlaşıp birlik olarak Yozgat’ı ele geçirmek isterler. Padişah tarafından cezalandırılarak konar-göçer yaşamlarını terk etmek zorunda bırakılırlar. Devletin, kendilerini yerleşik düzene zorlamasının asıl nedeniyse vergiye bağlamak ve askeri alanda faydalanmaktı. Olur, olmaz şikâyetler de dikkate alınarak, Gaziantep-Tilbaşar civarına yerleştirilirler. Ancak alışık oldukları yaylak/kışlak özlemiyle yanıp tutuşurlar. Yerleştikleri verimli ovaları korumak için devşirmeler ve yerli halkla kavgaları büyür. Bunun üzerine Osmanlı Padişahı 2. Süleyman döneminde Rakka’ya sürülürler bu kez. Sıcak çöl ortamı ve verimsiz topraklarda daha fazla dayanamazlar. Söylenceye göre; başlarında bulunan 80 *Şahna’yı oyuna getirerek eski yurtlarına kaçarlar. (1690) Abdal kültürünü Orta Asya’dan beri sürdürdükleri görülür.*
Davul, zurna, bağlama, gırnata (klarnet) gibi müzik aletlerini çoğunluğu çalabilmektedirler. Yurt özlemiyle yaşadıkları acıları, iniltili biçimde türkülerine yansıtmaları sıradan bir durum değildir. Gittikleri yerlerde, türküleri daha da gelişir. Bu oymaklar nerede olurlarsa olsunlar, ağıtları “Bozlak” olur seslerinde, çalgılarında… Nevşehir-Hacıbektaş İlçesi, Kırşehir, Sivas, Maraş, Mersin, Kozan, Yozgat, Keskin, Gaziantep- Elbeyli gibi yörelerde ünlü ozanların, saz ve söz sanatçılarının çıkması rastlantı değildir bu yüzden. Halk arasında; Deve gibi bozulamak deyiminden “Bozlak” sözcüğünün doğduğu bilinmektedir.
Dışlanmayla beraber çektikleri zorlu yaşamın verdiği öfke ve acıları; sazlarının tellerinde sızlar, klarnetlerinde ağlar, öfkeleri darbukalarında gümbürder. Sözel kültürleri oldukça zengindir. Kendi adlarıyla anılan Barak uzun havaları, özlerine uygun tarihi bilgileri de aktarır, yaşamlarında önemli yer tutar. Halk ozanlarının birçoğunun bu kesimden çıktığını çeşitli kaynaklarda görebiliriz. Ünlü ozanları: Karacaoğlan, Dedemoğlu, Kılınçoğlu, Dadaloğlu ve Garip’tir.
Dedemoğlu der ki aşkın bağından
Aşırdılar bizi Yozgat dağından
Anadolu Sivas şehri sağından
Göçtüğümüz destan olsun dillere.
Bugüne kadar çeşitli insanlar tanımış ancak kökleriyle ilgilenmemiştim. Öyle ya, bir bahçede çeşitli ağaçlar yetişir, son derece de uyum içinde yaşarlar. Aralarındaki yaşam biçimi şaşırtır insanı… Tıpkı zeytin ağacında üreyen sineklerin, bir süre sonra incir ağacına gitmeleri ve onun akıttığı tatlı sıvıyla zehirlenerek incir çekirdeğinde kendilerini yok ettikleri gibi. Aslında sandığımız gibi yok olmuyorlar. İncir meyvesinin içinde başka bir oluşum geliştirerek daha yararlı duruma geliyorlar, incirin çekirdeğini oluşturuyorlar. Bilinçli çiftçiler zeytin ağaçlarının arasına birkaç tane incir ağacını bu nedenle dikerlermiş. Daha sonra incirlere zararlı olacağı sanılarak incir ağaçlarını kesmişler, bu olumlu alışverişi sonlandırmışlar. Toplumlar da böyle değil midir? Çevresine zarar verdiği sanılan insanların, ballı incir örneğinde olduğu gibi, doğanın dokusuna faydalı toplumların değeri umarım geç olmadan anlaşılır. Farklı köklerden de olsalar bu toplumalar kendi aralarında kurguludur zaten. Gelincik çiçeğiyle buğday tarlasının uyumu gibi… Gerçekten zarar vererek edinim kazanmak için yola çıkan toplumlar, kendilerini bitirme tehlikesi yaşayacaklardır.
Beraber yaşamak durumunda olan toplumlar birbirlerini itmemelidirler. Bir toplum ne kadar itilirse, zararlı bireylerin çoğalması da kaçınılmaz olur. Amerikalı siyahilerin geçmişlerinde hür bir toplum yaratamadıkları için, şarkıları bize çığlık şeklinde ulaşır. Şimdiyse, müzik, spor gibi alanlarda Amerikalıların temsilcisi, yüz akıdırlar. Ezen toplumun dişlerinin arasında yaşamaktansa, beraber yaşamayı kabullendiler, eskiye göre daha mutlu oldular. Geçmişlerini unutamadıkları için şarkılarının tınısında acıyı duyumsarız hâlâ. Ülkemizde de birçok şehrin kıyı mahallelerine itilen Abdallar Mahallesi, Çingene Mahallesi gibi ayrıştırdığımız insan topluluklarına rastlarız. Göremediğimiz benzer yanlarımızın olduğu bu insanları göz ardı ederiz nedense. Bu benzerliğe “Zamanla karma kültürün oluşmasından kaynaklıdır” dediğimiz halk kültürü ortaklığı, bu düşünceyi çürütecek örneklerle doludur. Konya’daki Çingene Mahallesi’nde yaşamış, Sedirlerli Hacı Hüseyin Ağa’nın yaşam öyküsü, birliğe beraberliğe güzel bir örnektir.(*)
Balkan Harbi, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşını görmüş, üç oğlunu da şehit vermiş biri olan Konyalı Hacı Hüseyin Ağanın, Barak Türkmen’idir aslında. Çingene olarak bilindiği Abdallar Mahallesine, bir düğüne gittiğimde öğrendim. Burada yaşayan insanların Abdal kültürünü yaşattıklarını gördüm. Çingene olarak imlenen bu insanların geçmişlerinin hiç de öyle olmadığı ortak kültürlerimizden anlaşılıyor. “Çingene olsa ne olur, insan olsun” diyesim var. Düğüne gelen ailelerin yaşam biçimleriyle sözel kültürleri benim köy kültürüme çok benziyordu. Örneğin; Baba malından ne fayda / Başta devlet olmazsa / Devletsizlerin kötülüğünden Allah saklasın bizi dedi, aralarından biri. Dede Korkut’un söylemiydi bu. Bir kadının çocuğunu severken söylediği güzelleme, bildiklerimden az farkla aynısıydı.
Bozlaklar pek ilgi görmüyor artık H. Hüseyin Ağa’nın yaşadığı mahallede. Kıvrak tavırlı oyun türküleriyle coşup eğleniyorlar. Genel olarak aşk, kavuşamama gibi, çoğunluğu da gelinler üstüne söylenen türküler çalınıyor. “Cezayir” adlı ağıt türküsüne bilinçsizce döktürmelerine üzüldüm. Asıl sözleri değiştirilmiş türkünün. Cezayir’in güzelleri üzerine yoğunlaştırılarak anlamından oldukça uzaklaştırılmış. Bu türkünün asıl sözlerini bilselerdi oynamazlardı sanırım. Cezayir’i bir ikindi bastılar / Camilere çifte çanlar taktılar / Yiğitleri kurban diye kestiler.*
Oysa 1829 Yılında Osmanlı- Fransa Savaşında binlerce şehit için bu türkü önce destan şeklinde yazılmış, halk ozanları tarafından özel bir ezgiyle söylenmiş kendi zamanında. Eğer mesleği değilse, sürekli çalıp oynayan, gülümseyen insanlardan kuşkulanırım nedense. Acılarını dişleriyle içlerine kilitlediklerini düşünürüm. Bunun adı; umutla sabır olmalı.
*Yararlanılan Kaynaklar:
* Sefa Odabaşı – ( Dünden Bugüne Konya Türküleri. S. 85 )
*Türkmen-bekmisli- Blok sayfasından faydalanılmıştır.
GURBETE GİDENLER
NURAN AKÇAP DEMİRHAN
İnsanların doğup büyüdüğü, ana kucağından, baba ocağından ayrı düşmesidir. İnsanın yaşadığı, örf ve adetlerini geride bırakarak sılayı terk edip gitmesidir.
Akraba, eş, dost, arkadaş yaşadığı toprakların geride bıraktığı yürek yangınıdır gurbet… Dilini, kültürünü, inancını, sevabını, günahını bilemediğin yerdir gurbet. Önceleri hoş gelir insanlara Büyük Şehirlerin havasına kapılırsın büyülenirsin adeta, hayaller kurar, gelecek için ne planlar yaparsın.
Kimileri ekmek kap ısı arar, kimileri memleketinden acizdir, kimileri çoluk, çocuğun geleceği der, kimileri gitmek zorundaydık der.
Her şeye rağmen gitmişsindir, hayallerin peşinde, geleceğin umuduyla, yaşamak hırsıyla… Aradan geçen zaman zarfında, sılanın özlemi arttıkça, memleket özlemi kor gibi yürek yangınında. Eşin dostun, akraban el olmuştur artık kim bilir aradan geçen yıllar neleri öğretmişti, nelere göğüs gerip, nelerle mücadele etmiştir. Memleket hasreti çeker için için. Özlersin sılayı burnunun direği sızlar.
Havasını, suyunu, taşını, toprağını, geride bıraktığın onca değerlerin kıymetini çok geç anlarsın. Anasız, babasız gurbet ellerde türküler yakarsın, geceleri ağladığın zaman yastığının ıslandığını fark etmezsin.
O damlalar içine kan dolar, bir rüzgâr olsaydım esseydim memleketin üzerine, bizim ellere… Buralarda adın garip, yetim, öksüz gibisin kabullenmezsin, özlersin baba ocağındaki tüten o samimi sıcaklığın özlemini kardeşlerin ile tutuştuğun o güzel kavgaların hasretini çekersin.
Ben bilirim dost o karanlık gecelerin dört duvar soğukluğunu, sadece karanlık geceleri geçen onca zamanların acısını çeke çeke bir de bakmışsın ki bir hastane odasında sağlığın gitmiş işte yanında o özlemle beklediğin insanların olmadığı günlerde. Ah keşke sılada olsaydım da tek mutsuz olsaydım dersin.
Sesin havada kaybolup gider ne bir dost ne bir yoldaş…
Sırtını yaslanacağın bir duvar arasın ama o an gelir o duvar üstüne çöker ezilirsin. Telefondaki ses o içten sevgisiyle ana, iyiyim ana iyiyim beni merak etmeyin geleceğim bayrama oradayım. Kim bilir kaç bayram geçer, kaç mevsim seni engeller işler güçler mücadeleler bitmez. Ve o acı haberler ile düştüğün yollarda sadece kuru toprağına sarılırsın sevdiklerinin.
İşte o gün o damlalar yine kan olup yüreğine akar. Gittiğin yeri cehennemin olduğunu sonradan anlarsın.
BİZ BİZİ NE KADAR ANLIYORUZ?
SİBEL DÖNMEZ
Bir kelime hem hakaret hem de iltifat niteliği taşıyabilir mi?
Türkçenin zenginliğinden mi, yoksa insan oğlunun haletiruhiyesinin takdirinde midir?
Bizim Hemşeri
Kelimeler insanların dilinde yarı yarıya anlam alıyor. Kaç tane sözlük olursa olsun, bizim hemşeriler kelimelerin sözlükteki anlamlarını boş verirler. Açın sözlüğe bakın: “dürzü”, ”kerhut” ,”pezevenk”, ”deyyus” ne demektir, ne anlama gelir? Herhalde “aferin”, ”bravo”, ”aşk olsun” anlamına gelmez. Bizim hemşerilerin çoğu da temelli İstanbul’a yerleşmişlerdir ya da yılın çok aylarını İstanbul’da bir işte geçirir, birkaç ay da memlekete giderler. Köyde geçen birkaç ay memlekettin nüfusunun artmasına, “vatana evlat” yetiştirmeye yeter. İstanbul’da temelli yerleşenler de tek başlarına İstanbul’da kalırlar. Karıları köydedir. Oğlan çocuklar büyüyüp iş tutacak duruma geldiler mi, onlarda İstanbul’a gelirler… Kızlar evlenir, İstanbul’da iş tutmaya gelecek başka çocuklar yetiştirirler. İstanbul’dakiler, iş yapamayacak kadar ihtiyarladılar mı , köye dönerler. Bu memurların emekliye ayrılmalarına benzer. Hayatları boyunca geçinemedikleri topraklara gömülmek, en son arzularıdır. Hiçbiri gurbette ölmek istemez. Bizim hemşerilerin İstanbul’da yaptıkları işler çok belirlidir, arabalarla, atlarla iyi su satarlar, apartman kapıcılığı yaparlar, bahçıvanlık, ama köşklerde, konaklarda park bahçıvanlığı yaparlar. Hemşerilerimin konuşmaları çok hoşuma gider. Kelimelere şehirlilerin verdiği anlamdan başka bir anlam verirler. Daha doğrusu kelimelerin belli, belirli bir anlamı yoktur. Bu, söyleyiş biçimine, sesin sertliğine, yumuşaklığına, söyleyen adamın iyi, kötü niyetine göre değişir. Erenköy’de benim bir hemşerim var. Asfalt yolu üzerindeki bir büyük köşkte bahçıvanlık eder. Ara sıra gider, onunla konuşurum. Konuşması, bizim köy ağzıyla konuşması, hoşuma gider. Geçende yine ona gittim. Bahçenin çimleri üzerinde namaz kılıyordu. Şişman olduğundan zor eğilip doğruluyordu. Namazı bitirene kadar bekledim. Selam verdi. Dudaklarında dua kıpırdayışıyla yanıma geldi.
“Hoş geldin,” dedi.
“Hoş bulduk. Nasılsın amca?” Benim bahçıvan hemşerim bol bol atmışında vardır.
“Bundan sonra nasıl olacağız,” dedi. “İhtiyarlık işte…”
“Hele dur canım, maşallah aslan gibisin.”
Biz şuradan buradan konuşurken bahçeye iki kişi daha girdi. Bizim hemşerilerin, üniforma gibi kendilerine has bir giyinişleri vardır. Elbiselerinden bile hemen onları tanırım. Bu gelenler de bizim hemşerilerdendi. Gencin ayağına da lacivert ketenden bir kovboy pantolonu vardı. Ama bu kovboy pantolonu, onun ayağında şalvar olmuştu. Öbürünün üniforması büsbütün yerliydi; elbisenin, eğer buna elbise denirse, asıl kumaşıyla yamaları birbirinden ayırt edilmiyordu. Biz bahçenin göbek çimenleri üzerinde duruyorduk. Onlar da yanımıza gelince, bahçıvan hemşerim gelenlerden yaşlıcasını tanıdı.
“Oooo… Hele bak şu Bibik Yusuf’a Len, nirelerdesin? Soyha çıhası…”
Yaşlıcası, “Gusura galma emice,” dedi. “Hep ahlımdasın ya, işten guçten vakit mi galıyor. Bahçıvan hemşerim, delikanlıyı sordu: Kim bu babayiğit?
“Tanımadın mı emice, bizim ganbur Mustua vardı ya…”
“Eeee?”
“Ganbur Mustua’nın oğlu.”
“Demee… bu babayiğit o gavatın oğlu mu?”
“Hee ya…”
Bizim hemşeri delikanlıya döndü: “Len goca pezüvenk, insan bi emicesine gelmez mi?” Delikanlı utangaçlıkla güldü, başını önüne eğdi. Bizim hemşeri iltifatına devam etti: “Vay ocağı batası vay… Vay goca dürüz vay… Baban olacak hergüle ne ediyo?”
“Eydir emice.”
“Yusuf emicen ne ediyo? O goca deyyustan bir haber var mı?
“Eydir emice . Selam etti.”
Bizim hemşeri, köylüden bir delikanlı gördüğüne sevinçli, boyuna gülüyor.
“Vay eşşek zıpası vay… Len deve gadar olmuşsun be… kih kih kih… Maşallah maşallah … Heh heh heh… İreşit dayın ne ediyo? Oeşşolu eşşek de iyi ya… Heh heh heh…”
“Eydir emice , mahsus selamları var.”
“Eleyküm selam . Kih kih kih… Vaya goca herüf vay. Len elimde büyüdün, şuncacıktın be. Daha ne var ne yoh be? Koye varanda o dürüz bubana söyle, severim o deyusu, doğru bana gelsin. Hemi?” “Başüstüne emice.”
“Pek memnun oldum. Hatırımı sayıp geldiniz demek. Eferim len goca gavat . Memiş ne ediyo, Memiş… Goca daldaban. O herhut da eyiya…”
“Eydir Allah sayesinde.”
“Eyolsun dürzü…”
Bizim hemşeri köyden gelen delikanlının sırtını okşuyor.
“Hele şu alçağa bah…”
Yaşlıcası, “Bize gayri müsaade emice”, dedi. “Biz bi de gayfeye gidek. Hemüşeriler var, hal hatır sorak.”
“Oldu mu ya … İrahat bi zamanda gelin.”
“Bu oğlana bi iş arayıdıydık. Bildiğin bi iş var mı emice?”
“Bu ayı gadar herüf şimdiyecek boşta mı gezdi yattı?”
“Hapisten düneyn çıhdı emice.”
“Heleee… Geçmiş olsun. Vah vah… Dama niye girdiydi?”
“Cinayet”
“Namıs işi mi?”
“Yoh…”
“Besbeli kötü bi şey.”
Delikanlıya sordu:”Bi rezillik işten mi yoksa?”
“Değil emice.”
Bizim hemşeriler haysiyetlerine pek düşkündürler, kendilerine ağır söz söyletmezler. Namus bir, haysiyet işi iki. Bizim köylerde hırsızlıktan, eşkıyalıktan suçlanan hiç görülmemiştir. Delikanlı cinayeti anlattı: “Gayfede kahat oynuyorduğ. Herifin biri oyunda söğdü.” “Söğdü mü?”
“Hee, söğdü.”
“Ne diyerek söğdü? “
“Çok ağır söğdü emice.”
“Ne didi canım”
“Huzurunda haya ederim emice .”
Yaşlısı söze karıştı:” Buna ‘Len’ dimiş.”
Bahçıvan hemşerimin yüzü kızgınlıktan pancar gibi kızardı.
“Nee? Len, sana nasıl len dir? Yabanı, sen de ses itmedin mi?”
“Etmem olur mu?”
“Temizledin mi?”
“Bıçağı vurdum ya, ölmemiş yaralandı.”
“Temizleseydin. Eferüm len. Eyi etmişsin.”
“Emice bu oğlana bi iş var mı?”
“Şimcik mi? Bi soruşturalım. Yarıntesi bi uğran hele.”
“Olur emice.”
“Dimek sana len didi ha?”
“Bize misade emice.”
“Güle güle… Pek memnun oldum. Eferim len goca eşşek, ayu gadar olmuşsun be… Kih kih kih… Vay goca zıppa vay. Ne çabıh geçti zaman hey… İt enüğü gadardı be… Buban olacak dürzüye selam et. Memiş emicen gavatına da, İraşıt dayın olacak deyyusa da selam et.”
“Başüstüne emice. Hadi Allaha emanet ol.”
“Güle güle…”
Onlar gittikten sonra bahçıvan hemşerim bana: “Ne çare temizleyememiş…” dedi.
Siz kelimelerin sözlükteki anlamına bakmayın. Kelimelere verdiğimiz anlam, bizim niyetimize göre değişir. Sergilerde, resimden çok iyi anlayanların : “Vay eşoğlu eşşek, amma da yapmış!...” diye ressamları değerlendirdiklerini çok duymuşsunuzdur.
Aziz Nesin (1968)
Aziz Nesinin’ de dediği gibi “Bizim hemşeriler kelimelerin sözlükteki anlamlarını boş verirler.” Aziz Nesinin toplum yaşamıyla ilgili gözlemlerini aktardığı bu hikâye, hepimizin muhakkak bir kerecik olsun kendi kendisine sorduğu sonrasında da çünkü biz böyle bir milletiz diyerek üzerine düşünmeyi bıraktığı sosyolojik bir meseledir. Her ne kadar batılı toplumlarda sürdürülen iletişim şekillerine özenilse’ de, veyahut yabancı uyruklu birine, hakaret ettiğimiz kişi bir yakınımız ise şayet iltifat etmiş olduğumuzu anlatamasak’ ta . Hatta lan kelimesinin sonu hapiste de bitse her toplumun kimliksel özelikleri vardır. Bu da bizimkilerden biridir. Eskiden deyyus, soyka, iken şimdilerde yerini şapşal, salak, aptal gibi hakaret unsurları bıraktı yerini. Yoldan geçen bir adama salak demek yapılacak belki de en salakça şey olabilir. Zira öldürülebilirsiniz o da tahrik indirimi alarak erkenden berat edebilir. Oysa yakın arkadaşınıza bu şekilde iltifat etmeyi deneyin, sonuçları ilk örnekten çok farklı olacaktır. Kendisini çok önemsediğinizi düşünecek ve samimiyettiniz bu seviyeye geldiği için mutlu olacaktır. Bilindiği üzere birine söverek seviyorsak bu çok sevdiğimiz anlamına gelmektedir. Demem o ki bizi sadece biz anlarız, e bazen de yanlış anlarız.
Kaynak: Doğan Cüceloğlı, Yeniden İnsan İnsana .
ÇAĞI YIKMAK
BARIŞ ALTINTAŞ
Dur, hayır! Sürüklenmem gerek bu suyun dibine kadar... Dibine kadar... Taşa, bir başımı vurmayalım... Evet, sen, ne diyor, bu dediğin yerde soluk almalıyım... Soluk...
Soluk demişken, tam burada oksijenin ne kadar önemli olduğunu akciğerin yeterli oksijen alamadığında anlıyor insan... İnsan aslında çok şeyi sonra anlıyor. Anlıyor ki insan, yaşam geçici bir rüya. Müslüm Gürses kadar severiz bizde, deli gibi sevmek ruhumuzda var... Buradaki temel kelime deli... İnsan deli midir? Neden olmasın ki? Hem insan çokta akıllı sayılmaz... Şu çağa bak akıl bunu yapar mı? Beni sevmeyeni ben hiç sevmem dedikten birkaç saniye sonra sevdiceğin akla geldiği ama ben onu çok seviyorum ile biten o kendine bile itiraf edilmekte zorlanan düşünce gibi biraz da yaşamak...
Biz sevmesek de yaşarız... Zorunlu bir koşullu var olmak dünyası bu... Herkes başını suyun dibindeki taşa vurmuş gibi... Her yer kalabalık lakin herkes yalnız... Ahhh Tanrım! Sanırım seni herkes daha iyi anlıyor artık. Biliyor musun korkuyorum... Endişelerim var en az senin kadar.. Azı en az senin kadar olan hayal kırıklıklarım var... Emin ol senin kadar aç kaldım, hem ekmeğe ve suya, hem de sevgiye ve değere... Senin kadar en az, aldandım, ağladım sabahlara kadar, en az senin kadar Neden ki? İnsan hep bir diğeri kadar en az bizim kadar, onlar ve senin kadar insandır da ondan... Hepimiz aynı yolu adımlar, aynı sonu bulur ve solarız.
Borcu ödenmemiş bir dükkâncı neler hisseder bilir misin? Ya da doğurmak üzere olan bir kaplumbağa ne yaşar düşündün mü? Düşündün mü hiç metrodan indikten sonra 2. Kata kadar yürüyen merdiven olmadığı için iş çıkışı çıkılan o merdivenlerde akıldan ve kalpten geçenleri... Bak burayı ben biliyorum... Sonra dur bak! Misal, bilir misin ekmek parası bulamamayı, bir ömür kıymet ve değer görmeden yaşama denilen serüveni tırnakların ile kazmayı... Bilirsin bunu, coğrafyamıza has bu yaşamak dehlizi. Dur! Söyle bakalım. Başını vurdun mu hiç suyun dibindeki kayaya?
İnsan neyi bilir, bilir misin? Ne yaşadı ise onu, neyi tecrübe etti ise onu hisseder... Geriye kalan sadece duyumsamaktır. Sadece bildiğini sanmaktır. Bilirsin geçer her şey... Zenginliği, açlığı, kederi, mutluluğu ve hüznü... Zaman alır ve siler her ne varsa yaşamaya dair. Sadece şunu bil. Direnmek kazanmaktır, umut etmek kazanmaktır...
Peki ya başka? Nedir ki? Açıkçası buraya uygun bir atasözü bulamadım. Kazanmak anlamaktır. Anlamak bir vahayı, yağmuru ve Vahab’ı, İnsanı ve ayanı, mutluyu ve kederi... Suyu ve ırmağı... Çiçeği ve arıyı... Anneyi ve babayı... Seveni ve ağlayanı, güleni ve mutluyu... Çiçeği ve Cibril’i.... İnanan ve inkar edeni...Tapanı, atanı ... Anlamak. Kazanmaktır.