Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri


GÜL VAKTİ

AZİZ SAYDUT

Ne sonbaharda estin

ne kışta

bir ilkbaharda doldun, yaşama

dökülen, ömür sayfama

esti ruhuma

gül vakti…

Alacalı, morlu, kendinde saklı

kimseler bilmez

yeşilde saklı

mavi ismini,  kendine yazdı

bir bende bir kendinde kaldı

esti ruhuma…

gül vakti…

Gece karanlığa mahkûm

gecelerin aydınlığı

gül vakti…

bir söz de var olur

şiirde son söz olur

ömrü hayatta bir olur

dilde destan olur

son söze, ismi koyulur

gül vakti…

ŞİİRLERİMLE GÖMÜN BENİ

LEYLA YİĞİT KAYA

Bir yanım coşkun akan dereler gibi

bir yanım kara, kuru, gri bir toprak

öleceksin, öleceğim!

neyle anılırsın sen bilmem ben ama

şiirlerimle gömün

çünkü şiirlerimle anılacak adım

Bir yanım deli gibi ağıt

bir yanım oğlumun gülen yüzü

bir gece boynuna halat geçirmek isteyen

bir sabah oğlunun kokusuyla uyanmak isteyen

 sen hiç kaybettin mi adını bilemem ama

kaybolan adımı şiirlerim tamamlayacak

Kurulu bir saat gibiyim derken

birden durmuş pili bitmiş ben

kayboluyorum  üstelik çukurda değil

binlerce yüzün, sesin içinde

sen hiç kayboldun mu bilmem ama

kaybolan kalbimin yerine şiirlerimi gömün benim

Bir dua kadar yakınım, bir tek duyanım

yanımdasın şah damarım kadar

isyan edemem haşa

ama isterim senden isterim şu sözlerimle

Aramızda  bir yaş tek olan canımla

ayrılığımı uzun sürdürme Mevla’m

SEVDA KELEBEĞİ

MERAL ERBAĞA

Sen gidince kozada çıkmaz olur

Yolunu gözleyen sevda kelebeği

limanlar suskun dalgalar durgun

yalnızlık içimde balık, sahile vurur

Gözyaşım süzülür sessizce yanakta

hesabı paha biçilemez bir acı kalır,

limanlar hüzünlüdür gün ışığına

ufuklara küs martılar dolaşır

Sığınağa küsmüş martılar suskun

sararmış mor menekşe dağ eteğinde

gözlerim arayıp duruyor seni

göç etmiş umutlarım yabancı ülkeye

İhanetin kurşunu sıktın da gittin

Süzülen gözyaşım kum taneciği

bu kadar çok mu ağır geldi aşk

gönül köprüsünden taşımaz oldun

Hadi, git durma karşımda artık

sana ait ne varsa hepsi aktı gönlümden

aynı şehirde yaşayamam bundan sonra

beni bırakıp da gidince, öldüm unutma.

VAN’A ÖZLEM

MUSTAFA GÜNEŞ

Bir hasret içimde, senden ayrılalı

şu göğsümde var bir sancı

özlem mi desem, hayal mi?

on altı yılım saniyeler kadar hızlı

Uzun kış gecelerinde sen beni ısıttın

açlığımda sen doyurdun beni mertçe

yalnızlığımda en sadık dostum oldun

şefkatle kucakladın beni

Ey rüyalarımı süsleyen şehir

Masmavi denizin, merttir insanın

Uzaklardan seslenir Süphan Dağ’ın

Anınca bir hüzün düşer gönlüme

Hasretin yakar beni

Rüyalarımda varırım sana

Bir gece Muradiye’nin zikreden şelale suyuna

Asma köprüsünden koşarım

Bitmez ki rüyalarım

Bir gece uçarım Çatak'ın pamuk renginde,

Buz gibi Kanispi şelalesine

gece vakti Bahçesaray’a varırım

kıvrım kıvrım dağdan inen yollarından

Erçek’den Özalp’a bakar

Koşar koşar, Erciş’in yeşiline dalar

inci kefali göçüne katılırım

kalbim göğsümden çıkıyor zannederim

anınca bir hüzün düşer gönlüme

hasretin yakar beni

Dalıp berrak suyuna

Kaybolan güneşini seyrederim

Şahmeran akar, ardında deryalar

Gevaş’ı seyrederim, sırtımda Artos kuvveti

uçar uçar Akdamar’a konarım

aşkın sesini duymak için

uçarım Zeve’ye acına ortak olmak için

Hinlikten eser yok yüzünde

güven var gözlerinde

sensin benim hemşehrim

anınca bir hüzün düşer gönlüme

hasretin yakar beni.

DOĞDUĞUN KÖY

RAMAZAN BÜLBÜL

Doğduğun köy gibi karşımda durmuş anılar

dönebilseydim şayet topraklı yoldan

söylemezdim sana dair mısralar

peygamber çiçeği tanıdım hayat yolunda

mavi yaprağı nahif halleri anımsattı

Doğduğun köy gibi yakındın bana

ulaşabilseydim şayet uzaklara

söylemezdim kimseye nağmeler

yeni coğrafyalar gördüm adında

her harf seni tanıttı yakınlara.

UMUT

ZELAL KIRAN

gülüşün güzel günlerin umududur, çocuk

anaların özlemiyle sulanan gözlerde

inadına yaşamak için sıkılan bir yumruk

karanlık gecelerde sabaha güneş sensin

daha çok sevmene daha çok ürkütürsün

sırtlarında dünya gölgesi eksilmez adamları

gülüşünü vurmaya pusuya yatan hainleri

zorlu kavgalardan çıkıp gelmiş

devrimce bir merhabadır, gülüşün

güneşe ve gökyüzüne verilmiş selam

rengarenk uçurtmaları sal göğe

nasıl olsa yine bahar gelecek, çocuk

aldanma kışın ayazına, gecenin karasına

yaşamak, delice bir tay sırtında dörtnala

haberler uçurmaktır diyardan diyara

güzel günler adına, yarınlara

gökyüzü daha berrak, yeryüzü daha yeşil

bahçelerde çiçekler çeşit çeşit, huzurlu

gülüşün daha sıcak, gülüşün nevroz ateşi

elinde mendil, dilinde zılgıt, haydi gönlünü ısıt

sen kadar seviyorum güneş ülkesinin ırmaklarını

kıvrıl kıvrıl, usulca akan ırmaklarını,

zulmün yedi suda yıkayan elleriyle anneler

taşa, toprağa umut ekmeye çıkan babalar

eksik bakışlarıyla beklesin bizi her bahar.

BİR İNİLTİ

MUSTAFA AYYÜREK

Bu hikâyeyi içimdeki adam anlatıyordu. Hem ruhumda hem kalbimde gizli olan adam, hem fikrimde hem de yanı başımda olan adam anlatıyordu. Aynı anda aynı şeyleri tekrarlayıp duran ve her seferinde tutup kalbimi yüreğime gömen o adam. Aynı anda benim kedisinden ayrılmamı isteyen fakat benim ile bütünleşik olduğun için ayrılamadığım o… İşte bu sebeple tek kişi olmadığımı, tek başıma olmadığımı hatta yalnız olmadığımı yine de gerçekte tek başıma, yalnız ve tek kişi olduğumu bana hatırlatıyordu. Bir kişi olamıyorum, kişiliğim şahsiyetimden oluyor ve ben kaybolup gidiyorum. Üç asırlık olan yaşımla bir seferinde binlerce şey olarak hissediyorum kendimi. Sayısız şey gibiyim ama tekim, birim. Yazarların ustalıkları eskilerde kaldı. Şimdinin yapanları yabanlar gibi. Yazamıyor artık kimse ve bu yüzden hiç kimse okumak istemiyor. Bu asrın en tehlikeli olgusu bu mu? Ya da yazar olduğunu, şairlik ile geçindiğini her durumda itiraf edenlerin ellerinden kayıp, ruhumuzu dikenli tellerde bir pamuk misali yok edenler midir? Milenyum çağının asıl tehlikesi büyük ustaların hoş nağmelerinin kalmayışıdır. İğrenç ifadeler içerisinde boğulup gidiyorum, gidiyoruz. Yüreğim simyacıların altına çeviremediği karanlıklarla dolu, siyahlıklar kaplamış tüm bedenimi.

Büyük ustaların çağrısına ses verelim. Onlara ayak uyduralım, diretmeden çevremize bakalım. İşimize yaramasada sırf haz verdiği için belki de haz bile vermese de kahredilmiş şeyleri ayaklarından tutup yüceltmeliyiz. Gözlerimizi açmalıyız, kulaklarımızı ve ağzımızı kapatmalıyız açarken ellerimizi gökyüzüne. Yaralarımız kabuk bağlamasın. İnternetten, telefondan, reklam afişlerinden ve sözüm ona bizi mutlu edeceğini sandığımız görüntülerden kaçmalıyız. Hapishane duvarları yıkılmalı yerine etrafı duvarlarla örülü olmayan okullar açılmalı. O okullarda büyükler hep çocuk olmalı, çocuk kalmalı. Beynimizin nöronları arasında tuvalete akan gazete manşetleri yer edinmemeli. Kalabalık bir caddede yürürken güneş sıcaklığında asfalta yapışmış çekirgenin iniltileri bizi uyandırmalı. Kuş cıvıltıları için şehrin hengâmesinden kaçmaya gerek kalmamalı. Şehir kuşlarla dolu olmalı, dolmalı. Buna ihtiyacımız var bunun önünü açmalıyız. Hayallerimiz, rüyalarımız şafak sökmeli, kirden arındırılmalı, kibirden uzaklaştırılmalı. Birisi dünyanın güzel bir yer olduğunu haykırmalı, yaşamak için başka bir gezegene ihtiyacımızın olmadığını söylemeli. Bilim Kurgu filmlerinde hastalıklı insanlar yüzünden dünya bir başına bırakılmamalı, bu şekilde çekilmesin kurgudan fırlamış bilim filmleri. Dünya sadece bizim değil bunun farkına varılmalı. İnsanların yaşamadığı yerlerde patlayıcı silahlar denenmemeli; karıncanın, solucanın, kelebeğin, hamam böceğinin, tırtılın, çıyanın yuvası bu silahlarla bozulmamalı. Birisi çıkıp buna itiraz etmeli ve hep birlikte bu itirazın arkasında durup canlıların selameti için bunu başarmalı. Yapabilmeliyiz bunu. İnsan dışında kalmış canlı cansız her şeyin yükü ve sorumluluğu bizde, bunu fark etmeli. Bir köpeğin iniltisi kulaklarımızı sağır etmeli onu iyileştirmeden rahat etmemeli, yatağa uzanıp her şey yolundaymış gibi uyumamalı. Bunu yapmamalıyız, iç görümüz her şeyi kapsamalı. Ve gönlün köşegenlerini uzatmalıyız, çemberini genişletmeliyiz. İçerisine haksız hiçbir şeyi almadan hak eden her şeyi yerleştirmeliyiz. Tıpkı su solunumu yapan tüm canlıları besleyen okyanus gibi. Akciğer solunumu yapanları dışlamayan kara ve gök gibi.

Ve sonra  külünden yeni doğmuş Anka kuşu olarak yanmalıyız, ateşle yıkanmalıyız. Kemiklerimiz kalplerin sıcaklığıyla erisin artık. Gölgeler ve solucanlar hakikatin içine girmeli ya da bir tahayyül değilken birliktelik gerçek olmalı. Mevsimler yer değiştirsin Şubat’ın on dördünde dolunay çıksın, Ocak yazı, Ağustos baharı, Hazin hazanı ve Eylül kışı olsun bu hayatta. Büyük ustalar öldü ama hakikatte diridir onlar eseleri var çünkü bir okuma saati. Hemen yanı başımızda Suç ve Ceza’ya kalmış Beyaz Geceler. Tutunamayanlar Ölü Canlar, Kibritçi Kız Polyanna, Monte Kristo Kontu Seksen Günde Devri Âlem etsin Gülüverin Gezilerin’de. Küçük Prens Demir Yolu Yolcuları gibi Dil Burcu’nu okusun. Avucumuzdaki Kelebekler sevginin Hasretinde Prangalar Eskit(im)sin. Şunu anlayalım sadece şunu: Küçük Şeyler Huzur verir.

SEVGİLİ

ELİF GÜR

Evvelden bilirim seni, düşmansın maviye

Allah yarattı demezsin, sevgili

yalnızlığını fırsat bilip pusuda beklersin

Parmaklarını hatırlıyorum hayal meyal

kapkalın, kaskatı ve de renksiz,

işaret isimlisinden başkasına hak tanımazsın,

üvey babasın sevgili, evlatlıksın

Toprağı çiğneme alışkanlığın da vardır

incinir yatağında tohum demezsin

biliyorum vefaya sadakatin de yoktur

Memleketin çeşmesinden su yudumlarsın

dökülür damlalar sigara kokan dudaklarından,

derin muhabbetini kurumuş bağlara saklarsın

güzelim çeşmeyi yabana atarsın

Boynu kıldan ince bestelerim var sevgili

yine de sağır nağmelere kulak kesilirsin

dinlersin sıkılmadan, kırmadan

eşsiz ezgileri örtersin zalimce

Hazin hatıralarımı istiflersin

çalım satarsın tutumluyum diye

iste o an boğulur umutlarım

umursamazsın sevgili, düşünmezsin

İki avucun kenetlerken birbirine

sevişme demi gelir ruhun için

sevişmeye sevmek de dahil

yanlışsın sevgili, yanlışsın bilmiş ol

Gözlerindeki noksana da değinelim

nazar ederken beyaz bir gerdana

kocaman bir çaba sarf edersin

benim olsun dersin de gayret etmeden

ruhsuzsun sevgili, bencilsin.

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme