ACININ RENGİ KAPKARAYDI
NURAN AKÇAP DEMİRHAN
Yüzleri siyah, yürekleri korkulu,
hepsi muhtaç, kömür kazmaya
dertler, ekmek parası
acının rengi kapkaraydı
Yerin derinliklerindeydiler
metrelerce altında ter döktüler
bir avuç kömür için ömür verdiler
hiçbir kömür ısıtmayacak
babası madende çocuğun yüreğini
bebeleri kundakta kaldı
küçücük kız babam diyeferyat etti
acının rengi kapkaraydı
O bir maden işçisi
taşa hayat vermişti kendisi
canı ne olursa olsun
yerin derinliklerindeydi
çünkü orası ekmek kapısı
acının rengi kapkaraydı
Elleri nasırlı,yüzleri simsiyahtı
henüz baharında yirmi üç yaşındaydı
alın terine kömür karası değmişti
acının rengi kapkaraydı
Dikti başları, madenciydi adları
korkusuz, gururlu bir meslekti
helâl yenirdi aşları, madenci derlerdi
işte tam 41 kişi oradaydı
dolapları, giydikleriyle,kilitli kaldı
şimdi bacalardan ağıtlar tütüyordu
Bartın ölüm kokuyor.
Acının rengi kapkaraydı!
HAYATIN SÜRPRİZLERİ SİZİN SİPARİŞLERİNİZ DEĞİL
ATİLLA GÜNEY
İnsanlar yaşadığı süre içinde birçok sorun ve olayla karşılaşır. Tüm yaşananlar doğal olarak hayatın akışı içinde gelir sizi bulur. Bunlar sizin siparişleriniz değildir. Siz dünyaya gelirken bu sorunları kendinizle getirmediğiniz gibi bu dünyadan giderken de kendinizle birlikte götürmeyeceksiniz lakin yaşarken sorunların üstesinden gelmek sizin hayatta karşı vermiş olduğunuz mücadeledir.
Hayat mücadelesinde galip gelmek sizin elinizdedir, şayet yenilgiye uğrarsanız o gün hayatın anlamı sizin için bitmiştir. Peki, hayata karşı iyi bir savaşçı olmak için ne yapmalı? Yenilmez bir hayat savaşçı ruhuna sahip olmak için; birincisi çok iyi bir okuyucu, ikincisi iyi bir dinleyici, üçüncüsü kendinizle barışık olmak, dördüncü sevgi dolu olmalısınız, beşincisi her olaydan bir ders çıkarmak, hayatın kahrını çekmek zorundasınız çünkü siz hayatsınız.
Adam hayatın ona getirdikleri karşısında çaresiz kalmıştı. Hemen her şeyden bıkmış bunalımdaydı. Kendisine yardımcı olacak onu dinleyecek derdini dökecek birini arıyordu. Erzurum’da yaşayan bir Bilge’nin olduğunu öğrenmişti. Fakat adres olarak sadece adını duymuş ve Erzurum ilinde kime sorsan tanırlar, denmişti kendisine.
O gün akşama kadar aradı sordu nihayet akşamüstü bir ipucu yakaladı. Bu defa da vakit geç olmuştu. Geri dönüp kalacağı hana geldi. Hancı Mehmet Çavuş kendisine bir yer gösterdi. İçi ottan dolma bir yastık, bitpazarından muhtemelen alınmış eski bir battaniye alarak, hanın avlusunda uydu. Sabahleyin atların kişnemesiyle uyandı. Fırında yeni çıkmış sıcak bir somun ekmeği ile Erzurum’un meşhur telli peynir ile güzel bir kahvaltı yaptı. Tekrar düştü yola, bilgeyi aramaya başladı. Bir önceki duyumla yola çıktı. O gün nihayet kaldığı evin kapısına vardı.
Büyük bir heyecanla kapının üzerindeki paslı tokmağı kaldırdı bir defa vurdu. Pek ses çıkmadı ikinci kez şansını denedi. Bu defa ses baya çıktı. Üçüncü kez kaldırmaya yeltendi tokmak elinde kaldı. Kapı açılmaya başladı. Elini hızlı bir şekilde geri çekti. Saçı dağınık yüzü kırışık dudağı asık gözler kan çanağına dönmüş, savaştan çıkmış bir Amazon kadın savaşçısı öfkesiyle daha soru sorulmadan ne var ne istiyorsun, dedi.
Adam dut yemiş bülbül misali korkudan şoka girmiş olmalı ki beti benzi attı. Titrek bir sesle, ben uzaklardan geldim. Duydum ki her insanın derdine derman olan her bir sözü altın değerinde Bilge Abdullah Hoca efendiyi ziyaret etmek istedim. Kadın sert bir üslupla hoca dağa odun toplamaya gitti. Malum önümüz kış, ne zaman geleceğini de bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla gece odun toplanmaz öyle ya dedi. Öfkeli bir hali vardı ki her bir sözü insanın beynine mıh gibi çakıyordu. Git dağ yolunda bekle hoca gelir, haydi haydi işim var git başımdan, deyip kapattı kapıyı.
Mahmut Efendi neye uğradığını şaşırdığı gibi çok da korkmuştu. Geri geri gitti, sonra hay Allah, böylesi düşman başına diyeceğim ama aman düşmana bile yazık deyip söylene söyle uzaklaştı. Birden aklına geldi Mahmut Efendi’nin “Kader kayıp, Ecel kayıp, Nasip kayıp.” Bu üç ilahi mesaj hakkında ne yorum yapılır ne de eleştirilir. Bu üçün hakkından olan biteni Yüce Rabbimden başka kimse bilemez. Desenize bizim Abdullah Hoca’nın payına da bu düşmüş.
Nihayet kadının dediği yere gelmişti fakat vakit geç olmasına rağmen kararlıydı beklemeye, güneş battı artık karanlık çökmeye başladı. Bir ara acaba geri dönsem mi, diye düşündü, Sonra azıcık daha beklemeyim diye. Kafasını kaldırdı uzaktan bir karaltı görünmeye başladı, tamam dedi geliyor sonunda fakat o da ne yaklaştıkça daha net görmeye başladı. İki karaltı oldular, biri insan fakat önündeki ne acaba dedi. Ne öküze benziyor ne de at veya eşeğe Mahmut Efendi çok merak etti.
Bilgenin gelmesini bekleyemedi, kalkıp kendisine doğru ilerledi. Gördüğü manzara çok ürkütücü ve korkunçtu, neredeyse küçük dilini yutacaktı. O da ne Abdullah Hoca’nın elinde bir çubuk odunları yüklemiş bir Ayı’ya kamçılıya kamçılıya geliyor, bir an karşı karşıya geldiler. Mahmut Efendi bismillah bismillah dedi ve olduğu yerde çakıldı kaldı. Tir tir titriyordu. Abdullah Hoca:Niye şaşırdın Mahmut Bey kardeşim evdekinin kahrını ben çekiyorum, benim kahrımı da bu hayvan çekiyor, deyip gülümsedi.
COVİD GÜNLERİM
ESMA GÜLAÇAR
Hemşire olmak ilk defa benim için bu kadar anlamlı olmuştu. Kendimi bir savaşın güçlü bir savaşçısı gibi hissediyordum. Tüm dünyayı kasıp kavuran 83 binden fazla can alan ve vaka sayısı milyonlara ulaşmış olan, insanları evlerine hapseden tüm dengeleri alt üst eden büyük bir pandeminin, korona virüsü salgının pençesindeyken meslek hayatına adım atmıştım. Bir anda kendimi art arda farklı yoğun bakımlarda hemşirelik bilgi ve becerimi sonuna kadar kullanmam gereken bir krizin içinde buldum. Aldığın üniversite eğitimimden sonra 3 yıl ara vermiş haliyle biraz körelmiştim. Ama öyle bir zamanda atanmıştım ki meslekte yeni olmam hastaların sorumluluğunu almama engel değildi.
Çok sayıda sağlık personeline ihtiyaç vardı. Olağanüstü bir dönemde sağlık ordusu büyük bir sınavdan geçiyordu. Emekliler emekliye ayrılamıyor. Yeni atananlar hızlıca öğrenip sorumluluk almaya başlıyor. İzinler iptal ediliyor. Sağlık personelleri ailelerine virüsü bulaştırma riskinden dolayı ailelerinden uzakta yaşamak zorunda kalıyordu. Tüm sağlık çalışanları için hızlı bir şekilde yayılıp öldüren bir virüsün kol gezdiği bir pandemi hastanesinde çalışmak gerçekten de kolay değildi. Ama hemşireler için durum kat be kat zordu. Hemşireler sağlık ordusunun en çok risk altında olan grubu, bu hastalığın en yakın tanıkları, bu salgının en büyük emektarı ve en güçlü durması gereken savaşçılarıydı. Covid hastalarına en çok bakacak, onlarla en çok temasta bulunacak dolayısıyla onlardan en çok etkilenecek olanlar da onlardı. Bu mesleği benimsemiş olanlar bilirler ki söz konusu bize muhtaç hastalarımız olduğunda mesleki bağlılığımız devreye girer ve hasta yararını ön planda tutmaya başlarız. İşte ben de bunu bire bir yaşamanın mutluluğunu tattım. Yaklaşık 2 haftalık farklı yoğun bakım birimlerindeki deneyimlerimin ardından kendimi Covid Yoğun bakımında buldum. Bu günler meslek hayatımın en unutulmaz günleri olacaktı biliyorum. Çünkü olağanüstü bir dönemde olağanüstü koşullarda çalışıyorduk. Mesleğimizin kıymetinin en çok anlaşılacağı, mesleğimizi en çok benimseyerek yapabileceğimiz bir dönemden geçiyorduk.
Korona virüsüyle savaşını veren 16 hastadan oluşan yoğun bakım servisimiz üst düzey teknolojik donanıma sahipti. Burada sürekli bir sirkülasyon oluyor personeller yer değiştiriyordu. Ben de bir gün buraya düşeceğim ihtimalini hep göz önünde bulundurmuştum. Ve sonunda biraz korku biraz da heyecan ve onurla beklediğim o anı, o yaşayacağım ihtimalini hep düşündüğüm anı yaşama zamanı gelmişti. Temiz alanda formalarımı giyip kirli alana geçerek terliklerimi değiştirip el hijyenimi sağlamıştım. Ardından üçüncü bir kapıyı geçerek yoğun bakım servisine geçmeden giymen gereken önlük, maske, bone, galoş ve eldivenden oluşan ekipmanları giymiş ve o kapıdan içeri girmiştim. Cam bölmelerle ayrılmış olan odalarının kapılarında isimlerinin altına covid pozitif, covid şüpheli yazan hastaların çoğu oksijen desteği alıyor ve uyuyorlardı. Yine hızlı bir tanıtım ve adaptasyon süresinden sonra bakmam gereken ilk hastamın odasına tedavi için girmenin zamanı gelmişti. N95 maskenin üzerine cerrahi maske takmıştım. Onun da üzerine gözlük ve siperi takınca nefes almakta ve çevremi net görmekte zorlanıyordum.
Cesaretimi toplayıp tevekkül ederek korkuyla içeri girdim hastamın tedavilerini en hızlı sürede yapıp çıkmam, içerde uzun süre kalmamam gerekiyordu. Kapının sensörüne elimi yaklaştırarak kapıyı açtım ve içeri girdim. Hızlıca mayilerini takmaya, İV ilaçlarını vermeye başladım. Hastaya yaklaşırken daha da korktuğumu fark ettim. Tedavilerini verirken hastanın gözlemlemiş olduğum çaresizliği ve benimkinden çok daha büyük olan korkusu bütün korku ve kaygılarımı bir anda yok etti. Evet ben güçsüz düşmüş olan, benim bilgi ve becerime muhtaç olan bu insanlar için güçlü durmak zorundaydım. Ben birçok insanın yapamayacağı bir işi yapıyordum. O an kendimi gerçekten de bir kahraman gibi hissetmiş içimde inanılmaz bir güç hissetmiştim. Hastanın çaresizliği ona yardım etme arzumdan dolayı beni güçlü hale getirmişti.
Bilinci açık belki de sadece kronik hastalıklarından dolayı yattığını sanıp virüsle enfekte olduğunu bile bilmeyen bu yaşlı teyzenin tedavilerini yaparken onunla konuşarak kendisini biraz rahatlatmaya çalıştım. Acı içinde kıvranıp, "yanıyorum” diye inliyordu. "Çocuklarım neden beni gelip sormuyor, beni buraya attılar ne doktor uğruyor yanıma ne de halimi soran var. Bu ne biçim hastane" diye sitem ediyordu. Ben de kendisine buranın yoğun bakım olduğunu çocuklarının buraya gelemeyeceğini, doktorların yanına gelmeden de bilgilerini alıp tedavisine devam ettiklerini, kendisini bağlı olduğu cihazlardan takip ettiğimizi ve tedavisini aksatmadan devam ettirdiğimizi, her halinden haberdar olduğumuzu sürekli takip altında olduğunu anlatmaya çalıştım. İşlemleri bitirip hasta odasından çıkarken hemen kapının dibinde ekipmanlarımızı çıkarıp hiçbir yeri enfekte etmeden yeni ekipmanları giymeliydik. Hasta odasından her çıktığımızda bunu yapmalıydık. Ve gerekmedikçe hasta odasına girmemeliydik. Bazı hastalar bunu farkındaydı dolayısıyla terk edilmişliğin, izole edilmişliğin ve yalnızlığın acısını yaşıyorlardı büyük ihtimalle. Çoğunun bilinci yeterince açık değildi. Ama oryante olanlarda o korkuyu ve tükenmişliği görebiliyordum. Hastalarımız hep yaşlıydı ve çoğununda kronik hastalığı vardı. Çaresizliğin ve acizliğin en büyük resmini yoğun bakımlarda görebilirsiniz. Bir hemşireyseniz çaresizliği çok fazla gözlemlersiniz. İşte o an merhametin, şefkatin, etik değerlerin bir hemşirede ne kadar önemli olduğunu ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğini görebilirsiniz. Biz hemşireydik hem kalbimiz hem bedenimiz hem de dikkatimizle çalışmak zorundaydık.
Hasta odasından çıkıp siper ve gözlükleri çıkardığımda biraz daha rahat nefes alabiliyordum. Ama burnumu sıkarak canımı yakan N95 maskeleri çıkarıp gevşetemezdim. Hastalarımın takip, tedavi ve bakımlarını zamanında yapmalı, hızlı, pratik ve dikkatli olmalıydım. Bu zorlu tempoya ayak uydurmak zorundaydım.
Temiz ekipmanları giyinip diğer hastamın tedavisi için odasına girmiştim hastamdan kan almalıydım. Hem uzun zamandır kan almamıştım hem de hastanın damarları belirgin değildi. İşlemi kısasürede bitirmeliydim aynı zamanda da hastamın canını yakmamaya dikkat etmeliydim. Tüm bunların yanı sıra ağzımı ve burnumu kapatan maske ve siperden dolayı nefes almakta zorlanıyor, hastanın damarlarını net göremiyordum. Alınan rutin kanların etkisiyle hastanın kolları iyi durumda değildi. Bana kanım kalmadı kızım yeter almayın diyordu. Ama ben bunu yapmak zorundaydım. Sorumlum beni izliyordu. Yapamadım diyebilmek için bir defa da olsa denemem gerekiyordu. O an içinde bulunduğum durum çatışmanın tam ortasındaki bir savaşçı gibi hissediyordum. Soğukkanlılığımı koruyup yapabileceklerinin sınırlarını zorlamam gerekiyordu. Damarları göremiyor hissetmeye çalışıyordum. Vücut sıcaklığımın artıyor terliyordum. Solunum zorluğu çekiyor nabzımın hızlandığını hissedebiliyordum. İşte o an hastanın içinde bulunduğu durumun daha hafif versiyonunu yaşamış ve empati kurabilmiştim. Rahat nefes alamamanın nasıl bir duygu olduğunu kısa süreliğine de olsa görmüştüm. Ve biz hasta odasına her girişimizde bunu bir nebze yaşayacaktık.
Sonunda denemiş ve başarmıştım. Hastanın kanını alıp odadan çıkar çıkmaz siper ve gözlüğümü çıkararak nefes almanın özgürlüğünü yaşamıştım. Durduğum yerden uzaklaşmadan üzerimdekileri çıkarmıştım. Buğulanan gözlüğüm içerde kalmanın zorluğunu gösterir gibiydi. Bu rutine alışacaktım. Bu salgın belki de daha aylarca sürecekti. Covidli hastaların odasına zamanla daha az korkuyla girip çıkacaktım. Onların odalarına her girdiğimde ve onları rahatlatmış, bakım ve tedavilerini en iyi şekilde yapmışolarak odalarından her çıktığımda vicdanımı büyük bir huzur kaplayacak kendimi, mesleğimi değerli görecek ve tüm zorluklarına rağmen mesleğimi sevebilecektim.
Birilerinin görmesi için değil vicdanımın huzurunu daim kılabilmek için hastalarımın acılarını dindirmeye çabalayacaktım. Çok yorulacaktım. Hastalarımı sürekli dikkatle takip etmem, olağanüstü durumlarda hızlı ve doğru kararlar verebilmem, uykusuz kalmama, çok fazla yorulmama rağmen hastalarımın tüm rutin takiplerini aksatmadan yapmam gerekiyordu. Ve tüm bunları yaparken de hastalarımın bakıma ve ilaç takviyesine muhtaç bir makine değil bir insan olduğunu asla unutmamam gerekecekti.
Tüm bunları yaşarken kaybettiğimiz hastalarımızda olmuştu. Hayatını kaybetmek üzere olan bir hastaya acil müdahale yapılırken içimdeki can kurtarma arzusunun kabardığını hissedip hastanın yanına koşmuş ve müdahaleye dahil olmuştum. Yoruldukça yer değiştirip kalp masajı yapıyor 3 dakikada bir damara ilaç enjekte ediyorduk dönüşümlü olarak. Hekim, hemşire, anestezist ve personelden oluşan küçük bir ekip olarak hastayı hayata döndürmeye çalışıyorduk. Ama başarılı olamamış ilk olmayan son da olmayacak olan Covidli hasta kaybına şahitlik etmiştik. Geldiğim şiftte daha önceden baktığım hastaların hayatlarını kaybettiklerini öğrendiğimde duygulanacaktım. Elbetteki kendi yakınları kadar üzülmeyecektik. Yoğun bakımlarda çok fazla ölümlere tanıklık ediyor olmamız belki de ölümlerden daha az etkilenmemize neden olacaktı. Ama insanız sonuçta hastayla kurduğumuz iletişim de hele ki uzun süreli bir iletişimse bu ve baktığımız hastanın bilinci açıksa onların kaybı bizi etkileyecekti. Ama kaybettiğimiz hastalarımıza üzerimize düşeni yapmış olmak bizi en çok rahatlatan şey olacaktı. Kendi başına nefes alamayan beslenemeyen, hareket edemeyen, her anlamda dışa bağımlı bu hastalar bizim insanlığımızı ve vicdanımızın sınırlarını en güzel biçimde ölçen birer sınav gibiydi. Kendi sağlığımız söz konusu olduğu için geri çekilemezdik. Ve bu salgın bittikten sonra bile aynı şeyleri görmeye yaşamaya devam edecektik. Bizim mesleğimiz kolay değildi ama Acıları dindirmek, dualar, gönüller kazanmak için bulunmaz bir meslekti. Bunu da bu meslekte yol aldıkça daha iyi görecektim.
KALBİM KAN REVÂN
GÜLER ERDEM
Kalbim kan revân yine
bu acının tarifi yok,
elinde kazma kürekle
hayata onurla direnmek
alın teri akıttılar sabırla
Hayalleri vardı, umutları
koptuuğultu ansızın
hayaller yarım kaldı
yetim kaldı evlatlar
yüreğimizkan ağladı
Kalbim kan revân yine
helal rızık içindi mücadele
bir lokma ekmek uğruna
katlandılarher çileye
yerin metrelerce altında
kalakaldılarçaresizce
Kalbim ah kalbim, kan revân
haykırsam sesimi olurmu duyan?
uyan onurlu emekçim uyan
bir lokma ekmek uğruna,heyhat
şimdi gel de bu acıya dayan...
ZEHİRLİ SAATLER
ELMAS ÇAĞLA
Ben zamanı saatlerde aradım.
Meğer aynalarda yaşarmış zaman...
Çocukken zamandan bihaber ne çok severdim saatleri... Duvardaki guguklu saatimizin yeri apayrıydı çocuk dünyamda. O zamanlar saati bilmezdim ama saate meraklı bir çocuk olduğum için aklıma geldikçe anneme sorardım saat kaç diye. Aslında saatin kaç olduğunun bir önemi yoktu, benim için varsa yoksa guguklu saatin içindeki kuşun o kutudan çıkma vaktiydi... Guguk kuşunu görebilmek için saatler öncesinden saatin asılı durduğu duvarın karşısındaki koltukta yerimi alırdım. Zamanı geldiğinde kuş, saatinin içinden çıkar, "guguk guguk!" diye alarm verirdi.
Bir gün yine aynı yere konumlanmıştım ki saat tam "guguk guguk!" diye alarm verirken, annem elinde puf çilekli şekerlemelerle odaya girip, "Amcanlar Almanya'dan geldiler, sana da sevdiğin bu şekerlerden getirmişler." dediğinde nasıl sevimliydi saat de zaman da...
Doksanlı yılların ortalarıydı, ortaokula yeni başlamıştım. Bizim guguklu saat bozulunca annem sarkaçlı bir saat alıp duvara asmıştı. Her üç saate bir, kilise çanı gibi çalardı. O sevimli kuşun yerini orta yaşlarda bir insanı andıran alet almıştı. Nasıl da sert duruyordu duvarda, sanki bütün eve o hakimdi. Kaçta okula gideceğimize, ne zaman oyun oynayacağımıza o karar veriyordu sanki. Artık saatli duvarın karşısındaki kanepenin üzerinde oturmuyordum. Hem ödevlerim vardı hem de o sanki büyüklerin saatiydi de beni dikkate almazdı. Babaannemi kaybettiğimiz dakikalarda nasıl da siren gibi alarm vermişti, hiç unutmuyorum: "Ding dong! Ding dong!.."
Paraya sıkıştığımız günlerdi galiba ya da çok borcumuz vardı. Haciz memurları bir bir haczedecekleri eşyaları yazıyorlardı. Hatırlıyorum, içlerinden biri, "Bu saat de güzelmiş, şunu da yazalım." dedi. O güne kadar bir türlü ısınamadığım saat, bizi bir nevi yüklerimizden, borcumuzdan kurtarıyordu. Bir anda dünyam yıkıldı, sevmemiş ama çok alışmışım ona. Sanki evden biri gidiyordu. İçim acıdı, yaşadığım o an zehir gibi saatlerdi, hiç unutamadım...
EŞSİZ EŞİK
GAZEL YİĞİT
Özgürlükten fazlası lazımdı kusursuzluğuna. Elinde billur tasın ile kimsenin erişemediği, eşsiz bir kapıya varmalı, orada dilenmeliydin. Yüzünde anlamsız bir ifade olmalıydı ve herkes o anlamsızlıktan bilmeliydi ne istediğini. Ve herkes sessizliğinden tanımalıydı seni.Ufka bakan penceresiz bir odada, kimsesizliğinden dert yanarken, hayallerinden çıkıp gelmeliydi o çok sevdiğin kişi. Gelmeliydi. Gelmeliydi...
Kimselerin peşinde olmamalıydın. Kimse gücendirmemeliydi ruhunda beslediğin sardunyaları. Birkaç narçiçeğin olmalıydı, daha olgunlaşmadan kesip elinle sevip teselli ettiğin. Ve kimse kızmamalıydı sana çiçeklere zulmettiğin için. Çünkü sen özgürlükten daha fazlasını dilenmiştin o eşsiz kapıda. Eşi olmayan bir eşikte olmanın farklılığı sinmeliydi üzerine. Sonra sen gelip o sinmişliği bize hiddetlenerek sindirmeliydin. Öyle ya, kimse kızmamalıydı sana çiçeklere zulmettiğin için. Tüm çiçeklerini suya atıp sudaki yansımasına bakmalıydın hayran hayran.
Uzun uzun dudak bükmeliydin sana bu kusursuzluğu reva gören hayata. Küsmeliydin, küfretmeliydin kendi kelimelerine yakışır bir şekilde. Sonra gitmeliydin senden ölesiye kurtulmak isteyen kıskanç gökyüzünden uzağa. Bağırmalıydın eşsizliğinin üstünü örtmeye çalışan eşsiz bulutlara. Senden öteye gidemeyen kulların olmalıydı. Her bir şiirini onlara ithaf etmeliydin. Kölelerin senin eşsizliğinin kanıtıydı sonuçta. Saçlarında, ellerinde, ayaklarında, hatta kursaklarında bile senin hayranlığından bir mühür taşımalıydılar. Senöyleydin işte; mühürlü kölelerine şiir yazan...
Kimsenin fistanına girmemeli, kimsenin libasına bürünmemeliydin. Senin örtülerin gülden olmalıydı. Gülden ve konusuna doyulmayan masalların külüyle ıslatılmış ipten. Ne dersek diyelim eksik anlatmalıydık seni. Nasıl seversek sevelim hep az olmalıydı. Sen senden doğurup büyüttüğün hayallerinle tamamlanmalıydın. Tam etmeliydin kendini, kendine ayırdığın o ıssız makamda. Issız ve kalabalık. Issız ve bir sürü sen olan yerde. Senden öteye gidemeyen kulların olmalıydı. Onlara o eşsiz kapının eşiğinden, billur tasla getirdiğin hayallerini sunmalıydı. Nasıl olsa, köleler senin eşsizliğinin kanıtıydı.
İYİ BAKIN
ARZU ALPDEĞER
Uyumuş salyangozlar aşkına
güneş beynimi yiyecek!
etraf kavak dolu, hangisine yaslasam sırtımı
hangi üryan gölgelikte uyusam
idamlık zihniyetlerin kol gezdiği bu vahada
hangi gemiye demir olsam
hangisine yelken, hangisine dümen…
forsa mı olsam, ayaklarımda prangalar
kürek sallasam, on yıl, yüz yıl, bin yıl
topuklarımda çiviler ile
zavira zindanında kömüre boyanmış bir kaya olsam
bay mübaşirin elindeki mektup
dilindeki kahır…
geliyor az kaldı ,ölüm, ey ölüm!
ne zaman geleceğini bilmemek
ne büyük bir nimet bu akrepler, yelkovanlar
inadına mı ebelemece oynuyorlar
korkuyorum, sadece korkuyorum
doğunca vaftiz edildim
yıkıl karşımdan peder!
şimdi bildiklerim bana yeter
ölüyorum ölüyorum, pabuçlarımı satın
ceketimi, saatimi de
vurun kellemi kanlı giyotine
bayram ile çalkalanıyor her yer
meraklı değilim çarmıha gerilmeye!
öldür beni ey kral!
doydum elinden gelen berekete…
vur cellat! dökülsün artık kanım yere
arkamdaki mirasımın doyması kaldı
karnı ile ayakları çıplak,
kazağımı da götürün,
ruhlarını ballı kavanoza sarın
iyi bakın, gidiyorum tanrı ile kızıl kandile.
SEL SEBİL
MEHMET ŞİRİN AYDEMİR
Gölgelenmiş heveslerimin
havasında ağ/u hasretin
dilimin kıyılarına
vuran adını
perçinlediğim yar
döşümden sıcak
nar kızılı harım
hasmı hayalin
harami ateşi
çöl yanığı yüreğimin
düşlerin girdabında
boğulan kadın,
yüreğimin koylarına
her sokuluşun
zihnime zerk eder
masum gülüşlerini
yavan aşımın
katıksız tadı,
savurma hoyratça y/ele
yosun kokulu saçlarını
sessizliğim sensizliğimin
yetim çığlığı
ey! sükûti derunuma
ar gelen yar,
kaldır terkedilmiş gözlerindeki
kepenkleri, bir nazar eyle.
HASRET
LEYLA YİĞİT KAYA
Yüzüne hasret kalışımın
acısını nasıl dindireceğim?
sesini duyamayışımın
acısını nasıl dindireceğim
Sen ki geride bıraktıklarına
hep yol gösteren
umut veren
yoksun , hasretin ağır gecelerin
acı hüznü,
huzurla uyuyamayışımın kaçıncı günü
Bu hasretlik zor
çünkü yoksun ve bu yok oluşta
yolumuzu kaybettik
artik ne yolumuz var
ne umudumuz
nede sensizliğe tahammülümüz
Yeniden kavuşacağımız günlere hasretle.