GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER
MÜŞTEHİR BEY’E
ABDURRAHİM TUFAN TOZ
Van’a geçen yüzyıl geldim.O sırada takvimler 1994 Haziran sonlarını gösteriyordu. Geçen gün kolilerin içinde bir poşet buldum. Poşet eski fotoğraflarla dolu idi. Baktığım fotoğraflar 20-22 yıl veya daha eskiye ait idi. Çünkü biz o zamanlar daha Alipaşa Mahallesinde Yarımbatman sokak diye bilinen semtte oturuyorduk. Muhtemelen bu fotoğraf da meşhur meşklerden birinde çekilmiş olmalı?
Fotoğraftakiler kim? Hemen söylüyorum: Solda koltukta oturan ve şimdilerde Mudanya’da ikâmet etmekte olan: Abdurrahman Adıyan. Aynı zamanda terzi olup İbrişim yayınlarının da sahibidir.
Halının üstünde benim sağımda oturan Dertli Kazım Gülle, Halen Van’ın Beşyolu’ndakiAlçekiç Pasajı’nda elektronik eşya tamiratı ile iştigal ediyor. Yozgat Sürmelisi türküsünü en iyi Kazım ağabey söyler işte o kadar…
Koltuğun başında dünya nereye gidiyor der gibi bakan şair, romancı, denemeci vs. Müştehir Karakaya… Bu vakitler 40’lı yaşlarda olmalı? Şimdi bu muhabbetten nasıl bir şiir veya hikâye ya da deneme çıkar gibi bakmakta… Onun yanında meteoroloji mühendisi Vedat Güneş müdürümüz. O da şair, denemeci, aktivist (Bunun Türkçesi ne bilmiyorum?) Yarın kar mı yağdırsam yağmur mu yoksa? Der gibi bakıyor. Üçüncü kim şimdi çıkaramadım?Üçlü koltukta tek başına oturan ise Âşık Çağlarî mahlasıyla bilinen Mehmet Akçay. Ayakta dikilen gençler benim talebelerim.
Fotoğraflar ve Laleler
Bahse konu olan ikinci fotoğrafta ise Van’daki şair, yazar ve âşıkların her yıl Hıdırellez’de Muş’a yaptıkları geziyi göstermektedir. Bizler 20 küsur yıl evvelki senelerde 6 Mayıs civarındaki cumartesi-pazar günleri toplanır ve Muş’a giderdik. Bu geziler her yıl sabırsızlıkla beklenirdi. Mehmet Akçay’a ait Âşıklar Kahvesi’nde planları aylar öncesinden yapılırdı.
Bir cumartesi sabahı şaşmaz ve değişmez kaptanımız Cihan Çakar minibüsüyle kahvenin önünde arz-ı endam ederdi. “Ya Allah, Bismillah, Allah yolumuzu açık etsin” nidalarıyla arabaya binilirdi. Şarkılar, türküler eşliğinde Tatvan’a gelindiğinde saatler 12 civarında olurdu. Ve burada istisnasız bir buçuk iki saat kalınırdı. Tatvan’da konaklamanın en haz veren tarafı; yenecek olan Büryan kebabı ile hâlâ kalmışsa içilecek olan Avşor çorbası idi.
Tabii büryanın nerede yeneceğine kaptanımız Cihan karar verirdi. Sizlerin de aklınızda olsun. Kara yolu yolculuklarınızda kaptanınıza güvenin ve onun tavsiye ettiği yerlerde yemek yiyin. Büryan kebabını çoğunuz biliyorsunuzdur ama Avşor’dan haberiniz olmaya bilir. Birazcık ben ondan bahsedeyim: Sakatat ve kellesinden ayrılmış olan kuzu bütün olarak akşamdan tandıra konulurken, tandırın zeminine bir leğen bırakılır. Ve kuzu çengellerle tandıra asılır. Kapak kapatılıp etrafı çamurla sıvanan tandırın hiç hava almaması sağlanır. Böylece kızgın tandırda bu kuzu 8-10 saat pişirilir. Sabah ezanlarıyla birlikte tandır açılır ve kızarmış kuzu asıldığı çengellerle tandırdan veya kuyudan çıkarılıp tezgâhtaki yerini alırken, zemindeki leğen de kuzudan akan yağ ve sularla dolu olarak çıkarılır. Herhangi bir işlem yapılmayan bu suya Avşor adı verilir.
Camiden çıkan cemaatin ilk etkinliği tuzu konulan, limonu sıkılan Avşor çorbası içmek imiş ve bu olmadan güne başlanmaz imiş. Tabii bu sırada fırınlardan çıkan sımsıcak ya da el yakan açık ekmek olmazsa olmaz imiş. Çünkü o sıralarda üç beyaz, insanların yemek yerken en büyük lezzet kaynağı olurmuş. Diğer zamanlarda kıtlama içilen çay sabah kahvaltılarında tatlı içilir. Bol tuzlu yani salamuradan çıkarılan otlu peynir, tandır ekmeğiyle birlikte içine şeker atılıp karıştırılan tatlı denilen çayla kahvaltının tadına doyum olmaz. Bu Doğu insanının yemek yerken aldığı hazzın en büyük göstergesidir.
Akşam yemeğinden sonra Adem ağabeyin daha önce ayarladığı bir kahvede (moda adıyla cafe) toplanılırdı. Burada şairler şiirlerini terennüm ederken, âşıklar bağlamalarını çalardı. Sesi güzel olanlarda buna eşlik ederdi. Adem Sönmez daha önceki fotoğraflarından yaptığı derlemeyi slayt olarak bizlere izlettirir ve fotoğrafların hikâyelerini anlatırdı. Gece yarısında kalkılır ve daha önce ayırtılan misafirhanelere gidilirdi. Sabahın 7’si 8’i gibi herkes ayaklanırdı.Adem ağabey kahvaltılıkları alırdı. Biz minibüsle o ise arabasıyla lalelere doğru yola çıkardık.Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM)’ne ait arazi uçsuz bucaksız idi. Hıdırellez günlerinde (6 Mayıs tarihlerinde) doğal olarak açan milyonlarca lale insanın gönlünü sevinçle doldurmaya yetiyordu. Uygun bir yerde arabalardan inilirken birçoğumuz “ufo görmüş köylü” misali lalelerin arasına fütursuzca dalıyorduk. Bu arada Adem ağabey çay demlemek için semaveri kurmakla uğraşıyordu. Sayılamayacak kadar çok kırmızı laleyi gören bizlerin heyecanı onu sadece tebessüm ettiriyordu. Bazılarımız çay demlenirken bir kısmımız da kilimlerle sofra yeri hazırlamakla uğraşıyorduk. Peynirler, zeytinler kâselere konulurken, salatalık ve domatesler de doğranıp sofrada yerini alırdı. Bu sırada çay da demini salmış olurdu.Ekmekler elden ele gezdirilerek bölünürdü. Aynı zamanda bardaklara doldurulan çaylar da servis edilirdi. Ben; “Adem abi, ekmek arası lale yapıp yesem olur mu?” derdim. O da “ben bunca senedir denemedim sen istersen bir dene!” derdi.
Bu yazıda Müştehir Karakaya nerede diyecek olursanız? Ondan da bahsedeceğim mutlaka. Şimdi bu kısma gelmiş bulunmaktayım. Bu meşhur/şöhretli kalem erbabı arkadaşım ile muhabbetimiz çeyrek aşırı geçmiştir. O da 1995’te İstanbul’dan taşra çıkanlardandır. (“Taşra çıkmak” tabiri Osmanlı memurları veya üst düzey devlet görevlileri arasında çok bilinen bir kavramdır. Yani tayinden sürgüne kadar her şeyi İstanbul dışını ihtiva eder.)Müştehir Bey’in Van Belediyesi Basın bürosunda başlayan iş hayatı halen devam etmektedir. İstanbul gibi devasa bir şehirden oranın herhangi bir mahallesi kadar bile olmayan Van’a gelmek nasıl bir duyguydu acaba? Çünkü o sırada Van’ın merkez nüfusu 125 bin idi. Ben sakinliği sevdiğimden pek garipsemedim.
Müştehir Bey belediyede işe başlayınca muhtemelen tam ortamına geldim demiştir? Çünkü o sırada belediye başkanı olan Aydın Talay da kalem erbabı bir zat idi. Müştehir Bey’in riyasetinde Van Belediyesi Kültür Dairesi olarak o zamanlarda birçok eser yayınlandı. Bu arada Âşıklar Kahvehanesi etrafında şekillenen bir grup da sosyal faaliyetler içinde idi. Bu sıralarda Müştehir Bey aylık olarak HAZAN DERGİSİ’ni neşrediyordu. Çünkü o İstanbul’daki yayıncılık sektöründen gelmekteydi ve bu işin ustasıydı. Hazan iki dönem olarak 2006-2009 yılları arasında 48 sayı çıktı. Van’a dergicilik anlamında büyük bir hareketlilik getiren Müştehir Bey, Beyaz Gemi adlı bir dergi daha çıkardı ki bu da 29 sayıya ulaşmıştı. Müştehir Karakaya’nın çıkmasına önderlik ettiği diğer bir dergi Seyir’dir. Bu da 12 sayıya kadar devam etmiş ve 2013 yılı Ekim 23’te yaşanan depremle birlikte yayın hayatına son vermiştir. Bu dergilerin yayın hayatına başlama hikâyelerini ustası daha iyi bilir. Ben sadece genel hatlarını çizmeye çalıştım.
Müştehir Bey fazla ön plana çıkmayı sevmeyen biridir. Ama yazma konusunda işinin ehlidir. Şiir, hikâye, deneme ve roman türünden yaklaşık40 kitaba imza atması onun bu velüt yönüdür. Otururken, gezinirken hep düşünceli olması kafasında dokuz tilki değil binbir kelime dolaştığını göstermektedir. Ömrü uzun, zekâsı keskin, kalemi güçlü olsun.
SON DURAK
TÜLAY TOK
Aydınlığa yol olsun gökte yıldızlar
Umut güneş olup doğsun sabahlarına
Kucaklasın seni toprak duayla
Avuçların açılsın vaktin de hakka
Aşk'a yolculuğun son durağında
Sırrına erenleri kuşatmış hüzün
Yükselir dualar Arş’ı Ala’ya
Temizle ruhunu, donat Rahmanca
Cennet hayaliyle ay gibi pakla
Aşkın yolculuğu doğsun şafakla
Elinde biriken dualarınla
Aminler yükselsin nurun ufkuna
Saadet bulsun sinen sükûtla
Uyan gaflet uykusundan istiğfarla
Aşkın yolculuğunun son durağında ...
VAR
BÜŞRA KOÇAK
Aşka vâkıf olan var mı?
ya aşktan iflah olan?
beyhude sorulur sorular
meyus olmuş kalbimiz
duyan var mı?
Bazen hakikate a'madır gözlerimiz
kendi liyakatini taşır bedenimiz
Hak’tan ayrı ilimlere bakmışız
amiyane, biçare…
ortalarda kalmışız
Karışmışız, şaşmışız afallamışız
kimyamız bu bizim
lâl olmuşuz da
aşkın kapısında kalmışız.
NE/DEYİM
BÜLENT BAYSAL
Çaldınız günü, koydunuz nasıl bir yarına
Herkes düşmüş cebine, bir tek kendi kârına
Mazlum aç, sefil, var olan ekliyor varına
Sevdasız zamana söz kifayetsiz ne/deyim
Kıydınız gence, geleceğe, umutlarına
Artık inanmıyorum diz boyu yalanlarına
Hiç dokunulmaz hamuduyla çalanlarına
Bedenler abdestliymiş beyin cünüp ne/deyim
Koruna yandık dünya, kaldık Araflarına
Umut ne yanadır düşer hangi taraflarına
Neden denk gelmedik hiç insan sarraflarına
Doğa sevda dokurda gözler görmez ne/deyim
Ne bülbül koydunuz kalsın bağda ne de bağban
Ta baştan kestiniz suyu akıp gelmez dağdan
Son Fatiha sevdaya o da gitti bu çağdan
Cüsseler heybetliymiş gönül cünüp ne/deyim
Çok kara kışlar gördük, yok böyle tipi boran
Var mı acep eğip bükmeden doğruyu soran
El değil iki gözüm, biz olduk bizi yoran
Dağ taş dile gelir esen rüzgâra ne/deyim
Ne yayla koydunuz ne uzaklarda köy kaldı
Şehir mülteci doldu, sahip oldu, kök saldı
Yerle yeksan oldu değer, bizi bizden çaldı
Benlik kalesine şah olmuşsa dil ne/deyim.
SALLARA BIRAKIN BENİ
BERFİN IŞIK
Bağrımda tarifsiz acımdın
sinemde yanan közümdüm
gayri hal bilmez öksüzündüm
küllere bırakıp gittin be zalim
Selamınsalasını, ağıtını yaktım
gamdenizine sensiz ben aktım
gonca gül gibiaçmadı bahtım
sallarabırakıpgittin be zalim
Günlerim yas tutmakla geçti
dillerde ağıtları su gibi içti
hayallerimi çalıp da yollara saçtı
türkülerle gömüp gittin be zalim
Gayri düzen tutmaz sazımın teli
yeni yeşermişim, bozkır güzeli
yanı başımda durup yakma gazeli
dağlaravurup gittin be zalim
Talan edip durdun garip yurdumu
göçebe kuş gibi vurdun boynumu
çekip gideceksen ver muradımı
gamlı zindana atıp gittin be zalim
viran ettin talan ettin yıktın bağımı
dizim dermansızdır aldın ahımı
tabip derman yapma, ver sadağım
oklara batırdın gittin be zalim.
BUNDAN SONRA
MERAL ERBAĞA
Saçımın akına ömrümü adadım
sana olan sevdamdan vazgeçemem ki
geçen her dakika ben seni andım
içtiğim her kadeh sensin sevgili
Dilde değil gönülde sevmiştim seni
gel de yüreğime sor sensiz matemi
kor cehennemden zordur yokluğun
ah, dağlayıcı derin bir yarasın sevgili
Gönül bu başka bir şeye benzemez
üstü kabuk altı sönmez ateş közüdür
yakar bağrımı her dem suyla sönemez
yokluğunu çekmeyen ne bilsin seni.
EYLÜL
EMİRE KARAKOÇ
Bahar olan yüreğim güze büründü
çiçeklerim soldu, yapraklarım sarardı
kalbimde uçuşan kelebekler öldü
yüreğim kanlandı, gözüm karardı
bir damla umudum kalmadı
Senden sonra aşina olduğum
ne varsa yabancısı oldum
bildiğim tek şey sendin
ama sende yoksun
yokluğunun, acısı saplanıyor yüreğime
özlem buğuları sarıyor gözlerimi
hasretinin sirayeti vuruyor gönlüme
Ağır aksak yürüyorum yolları
her yolun sonu çıkmaz sokak
Kayboldum, elimde kocaman
bir hiçlik var
ağır aksak yürüdüm yollarda
sözcüklerim tökezledi
gözlerim kurudu
matem sardı gönlümü.
ZAMBAKLAR
AYŞE DURAK
Sağanak yağmur altında
ardında büyüyordu zambaklar
gönlüme işlerdi ıslak ıslak
Ebem kuşağıydı göz pınarlarım
ince ince yağardı içime
kulaklarıma ilişir sensizlik
parça parçaydı dilimde
Bir bezginlik sarmıştı tenimi
sağımda derin bir hüzün
solum fırtınaya tutulmuş
sürüklüyordu saçlarımı derinde
Görkemli durgunluğumla
sana geliyordum ötelerde
bu ıssız şehrin diyarında
özlüyordum seni
Gözlerin düşerdi yüzüme
ıssız karanlığın tenhasına
ağlardım, gizli gizli
dört bir yanıma düşer, yokluğun
Yokluğun dolu, kasırga, fırtına.
ASLINDA
EVİNDAR SAYILGAN
Yıllarca kendimi tanımadan büyüdüm. Bilmiyordum ki insan önce kendini tanımalı, var olduğunu önce kendi bilmeli diye.
Kocaman dünyada yapayalnızmışım, kimim kimsem yokmuş, bir tarafım eksikmiş gibi… Ta ki kendimle yüzleşene kadar, kendime kendimi tanıma fırsatı verene kadar... Gerçi kendimi tanıyınca da işler istediğim gibi gitmedi. Çünkü kavga edeceğim, kızıp bir sürü şey soracağım biri vardı. Bir yandan o kişi ile arkadaş olmanın yollarını arıyor, bunun için çaba gösteriyordum.
Biliyor musunuz, zaman zaman ben bile kendime yalan söylüyordum. İçim ağlarken, gülüyor gülüşlerimin ardına saklanıyordum. Geceler boyu sabaha kadar gözyaşı döküyordum. Gün doğunca da hiçbir şey yokmuş, sanki gece o acıyı yüreğinde yaşayan ben değilmişim gibi…Belki de henüz kendimi o kadar yakından tanımıyordum.
Bir yolu olmalıydı bir; bir ışık, bir şans, tutunacak bir dal olmalıydı. Derken bir bir içimden geçenleri kendi kendime söylediğimi fark ettim. İşte o gün kalem tuttu ellerim, kâğıda döküldü yüreğim ve ben o gün kendim olmakla birlikle tanımaya başladım kendimi ve daha sonra fark ettim ki kendimin... Her şeyi olmuşum çoktan; arkadaşı, sırdaşı, can yoldaşı olmuşum. Hiç sanırken kendimi aslında ne de çokmuşum…