Vefa üzerine düşünceler
Biz kendi değerlerimizi bilmediğimizden çoğu zaman 'yabancı hayranlığı'na tutsak oluruz. Oysa yabancının çok daha üzerinde bilgi birikimine, hünere/beceriye sahip nice değerimiz vardır da usumuz/aklımız hep dışarıda kalır. Bırakınız ülkeyi, dünya düzeyinde başarılara imza atmış nice değerimizi, 'görmezden gelme hastalığı'mızı tedavi ettirmediğimizden unutulmaya mahkûm ederiz.
Bu durum, siyaset dünyamızda, bilimde, sanatta, edebiyatta, ticaret dünyasında daha nice alanda yaşana geldi ne yazık ki…
Siyaseti karıştırmayacağım, dikkate almıyorum, orada farklı bir dünya, farklı uygulamalar var da ondan… Ticaret dünyasında "gemisini yüzdüren kaptan"a başarılı gözüyle bakılıyor ama, böyleleri alkıştan çok önüne rakip ve engel çıkarılarak karşılanılıyor.
Bilimde, sanatta, edebiyatta "duvara tırmanma" durumundasınız başarıyı yakalamak için… Akademik bir unvan kazanmak için, maraton koşusunu 400 metre engelli olarak ve soluksuz koşma durumunda bırakılırsınız. Hocanızın kimi kaprisleri omuzlarınızı çökertir ama, ağzınıza fermuar çeker, düşünce dünyanıza prangalar vurursunuz.
Kısacası bu toplumda düşünce dünyanızın, sanatsal beceri ve bilek hünerinizin karşılığını alabilmeniz "ağzı ile kuş tutmak" gibi bir durum…
Yazın/edebiyat, musıki dünyasında nice değerlerimiz var ki, kendilerini ifade etme şansı yakalayamadıkları, ifade edemedikleri için sönüp/yitip gittiler/gidiyorlar. Oysa bu ülkede öyle kurumlar kurmuşuz ki, her biri böylesi durumları değerlendirmekle görevli… Eskiden "Harika çocuklar" bu yoldan gün yüzüne çıkarılıp dünya yıldızı yapıldılar.
Şimdi?.. "Avara mu?" havaları…
X X X
Her ilin kendi dünyası içinde çeşitli alanlarda başarılara imza atan değerleri var kuşkusuz. Bu değerlerin başarıları ne yazık ki yerel medyada yer alsa da "yaygın medya"da yeterince değerlendirilmiyor. Önemsenmiyor. Onlar da sönüp gidiyorlar. İlla da arkanızda siyasetin iltimas denilen "torpil"i olması gerekir böyle durumlarda. Bakınız, bilimi,sanatı, yazını/edebiyatı ne durumlara düşürmüşüz. Siyaset yapıyor, hele de iktidarı tutuyorsanız, önünüz açıktır; "-Yürü…" diyeniniz, elinizden tutanınız çoktur.
Ama hiçbir destek almadan/görmeden duvara tırmananları -yaşarken görmedik" ama aramızdan ayrıldıktan sonra da hiç olmasa onları anma gibi bir erdemi gösterebilsek ya… O zaman -belki- vefa borcumuzu ödemiş olabilir miyiz, diye düşüncelere dalıyorum.
İbrahim Örs (1928-1992) bir gazeteciydi. Trabzon'da doğdu, ilk, orta ve lise öğrenimini Trabzon'da tamamladı. Basın Yayın Yüksek Okulu'nda okudu.
Gazeteciliğe 1942 yılında 14 yaşında Trabzon'da Yeniyol gazetesinde başladı. İstanbul'da Son Saat (1948-1952) ve Milliyet (1952-1975) gazetelerinde çalışıp emekli oldu. Örs bir süre de TRT'de görev yaptı. Bu bir başarılı "duvara tırmanma" öyküsüdür. Bunu biraz açmak istiyorum:
Çocukları çok seven Rahmetli İbrahim Örs, 1970 yılından sonra kendisini zaten içinde olduğu edebiyata iyice verdi. Özellikle çocuk romanları yazan Örs'ün yayınlanan yapıtları şöyle: "Muhtarın Yeğenleri", "Onur Çocuğu", "Almanya Öyküsü", Mücahidin Oğlu", Cambazlar Kralı", "Balıklı Koy", Çocuk Cumhuriyeti", Yeşil Mağara", "Büyük Tutku", ", Fındık Zamanı", " Sınıftaki Afacan", "Göl Çocukları"… İbrahim Örs'ün çocuk romanları yanı sıra gazete ve dergilerde büyükler ve küçükler için bir çok öyküleri de yayınlandı.
Örs, Basın Şeref Kartı sahibiydi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nce iki kez "Yılın Gazetecisi" seçilmişti.
İşte size sessiz/anonssuz/gürültüsüz, patırtısız bir başarı öyküsü… 1950'nin koşullarında İstanbul'da gazetecilikte tutunup, başarıya imza atan, Milliyet'in uzun yıllar Yurt Haberleri Şefliği'ni yapan Rahmetli İbrahim Örs ağabeyimizin başarı öyküsü… 1959'da İstanbul'a ilk gittiğimde çok yakın ilgisini görmüştüm. Işıklar içinde olsun.
SON SÖZ: Her ilin başarıya imza atmış ama unutulmuş kimlikleri var elbet... Bizden vefa bekliyorlar. Onları unutmayalım n'olur…