GÜNLÜK POLİTİKANIN VERTİGO ETKİSİNDEN KURTULUŞUN ŞİFRESİ: NOSCE TE IPSUM
Dr. M. Latif Bakış
Yazıya "Göze Sokulan Şey Sevimsizleşir" başlığını atmak ya da bu ifadeyle paragrafa başlamak belki daha uygun olurdu. Ancak satırların devamında bu ifadeden muradın ne olduğu zaten açık hale geleceğinden, söz konusu ifade üzerinden mevcut politik gündemin gerginliklerinin yol açtığı zıtlaşmaların ve inatlaşmaların kaybettirdiği huzura ve neden olduğu kimlik yabancılaşmasına ima ile dokunmaya; değer küresine ve ortak insani ilkelere dikkat çekmeye çalışacağız. Zira oluş zıtlaşma ile değil zıtlıkların bir ritim ile uyumu neticesinde teşekkül etmektedir. Dolayısıyla oluşun ve bozuluşun merkezinde yer alan insanın da integral olarak incelenmesine ve buna bağlı olarak varlık evreninin antinomik yapısına diyadolojik bir perspektifle yaklaşılmasının önemine dikkat çekmeye çalışacağız. O halde konuyu zıtlık ya da zıtlaşma üzerinden açıp daha sonra değer sferi ile de serimleyebiliriz.
Zıtlaşma veya inatlaşma kültürü, ilk olarak ideolojik körlük ve beraberinde de atomize edilmiş bireyler üretmektedir. Söz konusu iki husus esasen bir sonuç olup, bunu doğuran süreç ise kendi değerini -artık bu her ne ise- başkalarının gözüne sürekli sokmak tutumudur. Bu, göze sokulan her ne ise -bir şahıs, bir sembol, bir ideoloji, fikir, inanç vb. olabilir- dayatılması, dayatılan şeye nefreti doğurur. Bu nedenle ortaya konan tutum istenmeyen sonuca gebe olabilmektedir. Söz gelimi laikliğin ve/veya Atatürk/çülük/ün, laik veya Kemalist olduğunu ileri süren kişiler tarafından ısrarla göze sokulması, mezkür hususiyetlerden nefret edilmesine neden olduğu gibi, aynı durum, dini inanç ve değerler için de geçerlidir. Farklı değerleri, ideolojileri ve düşünceleri savunanların gözlerine sürekli sürekli "Din"in sokulması da en nihayet dinden ve dine dair ne varsa hepsinden nefret edilmesine ya da bunlara mesafeli olunmasına neden olabilmektedir. Nitekim Ortaçağ Hristiyan dünyasında kilise ilkelerinin ruhbanların baskılarıyla halka dayatılmaları, kabul etmeyenlerin ise ya aforoz edilmeleri ya da engizisyonda yargılanıp giyotinle hükümlerinin infaz edilmesi, beraberinde bir başkaldırı ve nefreti ve hatta inkârı tetiklemiştir. Özelde Hristiyanlığa olan karşı çıkışın daha sonra tüm inanışlara genellenmesi de söz konusu duruma bir örnek teşkil etmektedir. Anlamak lazımdır ki, bir fikrin banisi veya savunucusu, gerçekten bir şeye değer veriyorsa, onu dayatarak nefret ettirmek yerine, onu belki temellendirerek ve gerekçelendirerek daha da sevdirmek durumundadır. Ama maalesef söz konusu durum, bilgi ve anlayış ile mümkün olabilecek bir hususiyettir. Bu ise bir ufuk işidir. Bize de esasen lazım olan şey, derin bir kavrayış, sağlam bir bilgi temeli ve geniş bir ufuktur...
İnsanda ufuk, akıl gözü veya kalp gözü ile ilişkilendirilen bir hususiyettir. Aklın ufku okumak, tefekkür etmek, araştırmak ve incelemek ile gelişirken; kalbin ufku ise şükür, zikir ve inancın derinden duyuşu ile gerçekleşebilmektedir. Dolayısıyla ufuk sahibi olmak ile manipüle olmaya hazır bir aylaklık ve boş vermişlik bir arada durabilecek şeyler değillerdir. Esasen bu durum tam anlamıyla bir şahsiyet veya kendilik dediğimiz kişilik meselesidir. Kişilik ve şahsiyet ise varlık ve oluş meselesidir. Varlık ve oluş meselesi ilkin Yaratıcı iradeye sonra da yaratılmışların iradi öznesi olarak insana bakan bir meseledir. İnsan ise bir değer varlığı olarak tanımlanmaktadır. Onu o yapan şeyin bir değer küresi olduğu anlayışı "İnsan nedir?" sorusuna da teşne olabilecek bir cevap arayışına sevk etmiş görünmektedir. Tözsel bir ifade olarak kullanılan "Bir şeyi o şey yapan şey" ifadesinin insan özelinde "şahsiyet veya kişilik" olarak karşılık bulması, değer küresine raci bir varlık ve oluşun gerçekliğiyle ilişkilendirilmek durumundadır. Bu durumda anlaşılması beklenen hususiyet, bir ahlak küre olmaksızın varlıktan söz etmek imkânının bulunmamasıdır. Nitekim Arapça'da "yaratmak, yaratılmış bulunmak" anlamlarına gelen "Hulk/hulkiyet" kavramın kökü olan "Hulk/h-l-k"dan türeyen ahlak, yaratılışın veya var olmaklığın bizzat çok büyük bir değer olduğuna işaret etmektedir. Dinden felsefeye, tasavvuftan toplumbilime, epistemolojiden psikolojiye, metafizikten tababete ve pedagojiye kadar geniş bir yelpazeye sahip olan ahlak ve bundan da kaynağını alan etik, varlığın ve oluşun bir ölçüye bağlı olduğu gerçeğini örtük olarak seslendirmektedir. Esasen devletin temeli ve devamının sebebi olan yasa ve müeyyideler de yine aynı değer sferineracidirler. Tüm bu hususiyetlerin odağınya yer alanın insan olması, insanın ahlaki bir fail(özne) olması ve dinin de güzel ahlakı tamamlayıcı ilkeler bütünü olarak yine insanı inşa ve ihya etmeyi hedeflemesi, bunun için başöğretmenler ve örnek şahsiyetler (üsve-i hasene) olarak peygamberlerin gönderilmeleri vb. tüm bu gerçeklikler göstermektedir ki "olmak" için bir farkındalık veya şuur şartı gerekmektedir. Bu da ahlaka ilenmiş bir hususiyettir. Dolayısıyla hayatın her kademesinde ahlak ilkelerine riayetin zorunluluğu bir kez daha tebellü etmektedir.
Güzel olarak taltif edilen ahlak ve onunla ilişkilendirilen tavırların (ahlakîlik) sevimli kabul edilmesi, varoluşun özünde de bir sevgi unsurunun etkin olduğunu göstermektedir. Bu nedenle sevmek ve sevdirmek esasına dayalı olan şeylerin (fikir, inanç, ideoloji, ilkeler, kültür vb.) kabul gördüğünü, buna mukabil, dayatmaya ve katı bir tutumla yüklenmeye dayalı şeylerin ise nefret edildiğini, yani bir başka ifadeyle gönle dokunanın kabul, göze sokulanın ret gördüğünü anlamak gerekmektedir. Bu verilerden hareketle şu çıkarımı yapmak zor olmasa gerekir: Siyaset ve tartışma dilinde ve bu hususlarda ortaya konan tutumlarda da tahakkümü değil sevgi ve kabulü esas almaya özen gösterilmesi toplumsal bütünlüğün sağlıklı işleyişi için ön koşul olmalıdır. Buna toplumsal kozmoz anlamında ritim derken, tersi ise kaos anlamında kriz olarak ifade edilmektedir; ve krizler değil ritimler esas alınmak durumundadır. Nitekim hayat yani hulkiyet yani ahlak yani varlık ve oluş da birer ritim olarak tezahür etmektedir. Çünkü hayat ritimle başlar. İşte bu bilince sahip olmaklığa ufuk veya basiret denmektedir. Bu da eylemlerde fâş olduğu ölçüde bir kıymeti haizdir.
Kimlik, şahsiyet veya kendilik denilen hususiyetler tam olarak bununla ilişkilidir. Esasen nosce te ipsum "kendini bil" mottosu da varlığın şahsiyet bilincine yani ne olduğunun şuuruna bağlandığını seslendirmektedir. Sokrates'in bu öğretisi kişinin, gözlerini ve vicdanını içe doğru bakışla yolculuğa çıkarmasını ima eder. Delphi'dekiApollon tapınağının girişinde altın harflerle yazılı bulunan söz konusu ilke bu gün bütün kurumların ve de özellikle siyasi partilerin girişlerine büyük ve yaldızlı harflerle yazılsa yeridir. Zira günlük politik manevraların vertigo etkisinden kurtuluşun yolu da içe bakışa yönelmekten ngeçmektedir. Görünen o ki "kendi olmaklık" meselesi insanoğlu ile özdeş bir varoluş meselesidir. Ve temeli ahlak zemininde teşekkül etmektedir. Ahlakta ise nefret etmek değil sevdirmek emredilmiş ve övülmüştür, yani göze sokmak değil, ikna ile kabul ettirmek tavsiye edilmektedir.