RATİO: REEL ve İDEAL ARASINDA
Dr. M. Latif Bakış
Biz önce duygusal olarak bir şeylere inanıyoruz, sonra da onlara rasyonel gerekçeler arıyor ya da üretiyoruz... Bu süreçte, dışımızı içimizin ördüğüne tanıklık ediyoruz. Buna felsefi bir renk katacak olursak şöyle de dememiz mümkün: Numenal âlemi fenomenal âlem belirliyor. Ya da bir diğer ifadeyle: Metafiziksel dünyamızı fiziksel dünyamız üzerinden kuruyoruz. Bu bağlamda, Platon'un metafiziksel idealarını eleştiren realist talebesinin (Aristoteles) metafizik ile işe girişmesi ve temellendirmeler (dört temel neden ve kategoriler) üzerinden varlığı anlamaya çalışması oldukça anlamlıdır. Zira yakın olanı, fizikî olanı, deneyimlemeye konu olanı bilmeden; uzak olanı, metafiziksel olanı, deneyimleme imkânı bulunmayanı tam ve doğru bir şekilde bilme imkânı söz konusu değildir. İkisi de rasyonalist olan düşünürün halef (hoca) olanı idealist, selef (talebe) olanı realist bir tutum sergilemektedir. Ve görünen o ki realite üzerinden ideal olana yol almak için uslamlama yapmak ve tutarlı çıkarım yapmak gerçeğe daha uygun ve doğru bir metot olarak belirmektedir.
Realite bize bir şeyi daha fark ettirmektedir, o da şu ki: Deneyimlerimiz ve deneyimleme çevremiz, düşünsel ve duygusal yönümüzü de şekillendirmektedir. Hatta bu bilinç bize kendimizi nasıl inşa etmek istiyorsak ona uygun bir çevreyi oluşturmanızın gerekliliğine de işaret eder.
Bilinçdışımızın bilinçaltımıza tesir edip onu şekillendirdiği, sonra da inşa ettiği dış dünyanın tesiriyle kendisini yeniden ve ters bir yöntemle tekrar ördüğü bir gerçektir. Henüz varlık-bilgi ve değer hususunda epistemik bir yükleme yapılmamış en saf haliyle insan beyni neye muhatap olursa, ilk olarak o muhataplıkta peşin bir kabulle hareket eder. Kritik bir değerlendirme yapamaz, zira öyle bir değerlendirme yapabilecek donanıma ve epistemik hinterlanda sahip değildir. Sonra, ilk karşılaştığı ve peşin kabulle edindiği bilgileri bir ayna gibi elinde tutup, onun ölçeğiyle varlığı değerlendirmeye kalkar. Bu nedenle, "pûr” bir bilgi ve etosfer (ahlak küresi) olanaklı mıdır?" sorusuna tatmin edici bir yanıtın verilmesi kolay değildir.
Şehirlerin belli bir forma göre kurulmaları, sonra da o şehirlerin, insanları kendi içinde biçimlendirdiği kabul edilecek olursa, modernitenin parçalayıcı ve tahrip edici yapısının gelecek adına nasıl sorunları besleyip büyüttüğü gerçeği de daha iyi anlaşılacaktır. Kim bilir, belki de insanın yaratılıp cennete yerleştirilmesinde, orada deneyimler yaşaması ve daha sonra dünyaya gönderilmesinde de böyle bir gerçeklik yatıyor olmalıdır. Dünyalı insanın cennetten dünya yolculuğuna başlamasında, kusursuz uyumu kaos dünyasına da uygulaması için bir görsel deneyimi edinmesi amaçlanmış olabilir. Böylece "kan akıtacak, bozgunculuk çıkaracak, ifsat edecek" potansiyelin mümkün olabilecek en üst ölçüde bir olumlu karakter edinmesi sağlanmış olacaktır. Fakat yine de ihtiyara sahip oluşu dolayısıyla söz konusu potansiyelini devreye koyması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Nitekim en güzel bir yaratılışa sahip olduğu halde aşağıların aşağısına yuvarlanması, onun kendi ihtiyarı iledir. Bu bozguncunun eylemleri sadece kendi mahdut çevresinde olsa, sorun hal olabilecek kadar kolay olabilirdi. Fakat "onun (insanın) kendi elleriyle yaptıklarından dolayı karada ve denizde (enfüste ve afakta) düzenin bozuldu"ğuna tanıklık ediyoruz.
Mezkûr tahribatları, kültürel belleğin yok edilmesi olarak da değerlendirmek mümkündür. Bu, aynı zamanda bir aidiyet sorununun da başlangıcı demektir ki, buna olumlu bakabilir miyiz, doğrusu kuşkuluyum. Ama zararlarının olduğu kanaatim daha ön planda duruyor. Şehirlerin tahrip edilmesiyle insan aidiyetinin ve dolayısıyla insanın neliğinin yani kimliğinin de tahrip edildiğini düşüyorum. Zira şehirler veya tarihi doku, aynı zamanda kültürel bellek vazifesini ifa ettiğinden, tahrip edilmesi de, aidiyetin tahribi olarak tezahür edecektir. Aidiyet yani “kimlik”lerin esasen “ben”lerin çarpışmaları veya karşılaşmaları neticesinde ortaya çıktığı gerçeği göz önünde bulundurulacak olursa, “öteki”yi yok etmenin aslında öznenin kendi benini yok etmesi anlamına geleceği daha rahat anlaşılabilecektir. Bu ise kanaatimce modernitenin ve materyalizmin en büyük handikapıdır. Özelikle Batı’nın emperyal emellerle uzandığı Afrika kıtasında, Arap İslam coğrafyasında ve/veya Ortadoğu coğrafyasında sergilediği çok yönlü tahribat, gelecekteki muhtemel sonuçlarıyla ve karşılaşılması kaçınılmaz büyük insanlık sorunlarıyla birlikte mütalaa edilmek durumundadır. Belki Platon'nun ve Hilmi Ziya Ülken'in idealize ettikleri hümaniter bir dünya devleti oluşturmak için lokal kodların evrensel kodlar arasında erimesi gerektiği düşünülebilir. Fakat bu rasyonel ve ideal olsa da reel bir tespit olmayacaktır. Zira insan "ben"inin "öteki"ile ilişkisinde değer küresinin şekillendiği bir gerçektir.
Oldukça önemli ve güncelliğini koruyan bir husus, bireysel bilinçaltı ve kollektif bilinçdışı ilişkisinin en güzel örneklerini oluşturmaktadırlar ki tarihin derinliklerinde ve Kur'an'ın ayetlerinde buna dair oldukça kayda değer ve zengin muhteva saklıdır. Anlamak ve görmek için okumak yeter.
Tekrar hatırlatacak olursak, bireysel bilinçaltımızın kolektif bilinç dışımızın tesiriyle şekillendiği kabul edildiğinde, bir diğer ifadeyle, numenal dünyamızı fenomenal dünyanın belirlediği var sayıldığında, tahrip edilen şehirler üzerinden nasıl bir tahrip edilmiş ruh ve zihin dünyalarının oluşacağını ve bunun doğuracağı sakıncaları iyi hesap etmek gerekmektedir. Bu bağlamda, savaşların yok ettiği şeyin sadece şehirler ve insan uzuvları değil; şehirler ve kültürel kodlarla birlikte insaniyet ve şahsiyetlerin de n yok edildiğini; söz konusu aidiyet şuurunun yok edilmesinin ise en gaddar, en vahşi ve ahlaki açıdan en aşağı bir durumu ifade ettiğini ifade etmek gerekir.