Hak ediyosan, bağırmayacaksın!!
Eğitimci Yazar Bahri Yıldızbaş
— Ey demokrasi ve sömürge zenginliğiyle övünen dünya efendileri:
* “Eyfel Kulesi’nin ışıkları ve Sen Nehri’nin çevresindeki villalarla övünmekte haklısınız da… Paris’in uzak mahalleleri olan varoşların da, uzaktan adama benzeyen, nefsinin esiri olan alçakların son model arabalar ve paralarıyla, 15 yaşındaki gencecik kız çocuklarıyla eğlenmelerinden hiç mi utanmazsınız!!” Demiş ya, Barbara Cartland.
— Ey hac İçin Mekke’ye giden, hacı abiler:
* “Mekke’nin yedi yıldızlı ve loş ışıklı otellerinin arasında, Mina Vadisinin ortasına inşa edilen dokuz yıldızlı şeytan taşlama ritüeline paketlenerek sizlere 9 dolara satılan taşları atarak 1.300 yıldır ‘şeytanı öldürdüm’ diye naralar atarak övüneceğinize; o paraların emperyalistlere gittiğinden, şeytanın insan nefsindeki ahlak ve adalet olduğunun farkına vardığınızda, kesmiş olduğunuz kurbanlıkların çöplere atılan atık et ve kemikleriyle, Mekke’nin arka sokaklarında et bulamayanların bebeklerini, kazanlarda kemik kaynatarak doyurduklarından biraz da olsa rahatsız olsanız.” Diyor, Bahri Yıldızbaş
— Ey Edremit sahilinin loş ışıklarında selfiler çekerek ve on katlı ölüm binalarıyla övünen biz VANLILAR:
Kırk yıldır bu memleketin bütün ağaçlarının kesilmesinden, çocukların oynayacağı ve insanların dinleneceği parkların olmadığı, imar planı yerine adamına planıyla yapılan renkli görünümlü derme çatma sekiz on katlı binaların güvensizliğinden, nefessiz bırakılan memleketten, sefilleri oynayan ve hizmet götürülmeyen arka sokaklardan, asfaltın olmadığı dönemlerde dahi geçmişte ‘ayıp’ sayılarak ailelerin kendilerinin süpürdüğü ve çöp göremediğimiz sokakların şimdi çöplüklere dönmesinden, üçüncü dünya ülkelerinin trafiğinden daha beter trafiği sizlere uygun görerek; villaları, daireleri, lüks yaşamlarıyla övünen kırk yıldır bu memleketin belediyelerinde bürokratlık yapanlardan, hizmet yerine halkına eziyeti marifet sayan siyasetçiler ile onların bürokratlarından, çimsiz ve ağaçsız bahçeler ile damsız evlerden yükselen toprakların yeryüzünden gökyüzüne doğru toz ve toprak bulutları oluşturarak, zaten sokaklarında kaldırım bulunmayan, sadece caddelerde bulunan kaldırımları işgal eden lokanta ve cafelerde yediğiniz yemeklerin üzerine sos olarak yağan, yeryüzünün en en kirli toz soslarıyla o yemekleri yerken, şehirdeki ve caddelerdeki kaostan rahatsız olsanız ve olsaydınız; zaten uygarlıklar ve medeniyet başkenti cenneti olan Van’ımızın ağaçlarını kesip bina yaparak DEĞİL, doğasını koruyarak ve depreme uygun, ovadan uzak yeni dört katlı binalar yaparak, hatta kayalıklara gökdelen dahi dikerek kent olacağımızı hatırlamanız da yarar vardır.
Kesilen ve kesilmesine susulan o ağaçların nasıl hayat kurtardığını biliyor muydunuz?
Asya’dan Anadolu’ya uzanan Kuzey ve Güney deprem levhalarının ortasında bulunan, onlarca kırık ve enerji yüklü fay hattının zemini neredeyse gölet olan Vanımızın, yüzlerce yıl onlarca defa deprem gören kerpiçten yapılmış evlerinin bulunduğu kocaman havzada insanların hala nasıl yaşadığını ve tüm yapıların yerle bir olmadığını düşündünüz mü?
Hah!.. İşte o kestiğiniz ağaçlarla, sürdürebilir enerjiler yerine katlettiğiniz ovanın tarım alanları ve yok olan bağları İLE bahçelerinin yerlerine yaptığınız süslü binalar varya, yeraltı sularını köklerinin içine çekerek depremlerin şiddetlerini azaltan ağaçlar artık olmadığından, onların alt zemininde göletler oluşmaya başladı. Önceden 6.2 veya 7.2 büyüklüğündeki bir depremin şiddeti 8-10 aralığında iken, kaçınılmaz bir gerçek olan ve 2030-2050 yılları arasında meydana gelecek olan Van depreminde, ağaçların kökleri su çekemediğinden aynı büyüklükteki depremlerin şiddetleri, 15-20’lere çıkacak ve memleket kıyamet gününe dönecektir. Hani çok sevdiğiniz evlatlarınız İLE torunlarınız İçin uğraşıyorsunuz ya, onların o anki kıyametlerini hayal bile etmeyin. “Bizim için yaptım dediklerinizle, bizim dünyamızı karartınız.” diyecek, zaman bile bulamayacaklardır.
Aslında, kimse kimse için bir şey yapmıyor. Herkes ve her doyumsuz nefis, kendi egosu İçin yaptıklarına, “çocuğumun geleceği” diyerek, kılıf hazırlamakla birlikte, yaşamı dünya malı İçin cehenneme çevirmektedir.
Hırsızın biri, bahçede ağacın tepesine çıkmış bütün gücüyle ağacı silkeleyip duruyormuş. Bunu gören bahçe sahibi, koşup gelerek: ''Be adam” diye bağırır. ''Benim ağacıma çıkmış öyle ne yapıyorsun. Allah'tan korkmuyor musun?''
Ağaçtaki hırsız, pişkin yüzle: ''Neden bana bağırıyorsunuz? Allah bahçesinde, Allah'ın bir kulu, Allah'ın yarattığı meyvelerden yiyor.''
Bu pişkinlik karşısında iyice çileden çıkan bahçe sahibi, hizmetçisine: ''Aybek! Getir şu ipi de, şu adamın ağzının payını vereyim.''
Hizmetçi ipi getirince, bahçe sahibi hırsızı yakalayıp ağaca sıkıca bağlar ve sonra da eline aldığı bir sopayla vurmaya başlar. Hırsız, yediği sopanın acısıyla feryada başladı: ''Ne yapıyorsun be adam! Allah'tan kork beni öldüreceksin.'' Bahçe sahibi: ''Neden bağırıp duruyorsun? Allah'ın bir kulu, Allah'ın başka bir kulunu, Allah'ın sopasıyla dövüyor!''
Bir şehrin veya ülkenin insanları; yeşil alanlarının varlığı ve çokluğu, doğanın ve tabiatın güzelliği, endemiklerinin ve bitki örtüsünün çeşitliliği ile mutlu olamıyor, sanatı, kültürü, eğitimi ve spora verilen önemle övünemiyor, bilimdeki başarıları ve bisiklet sürenlerin çokluğuyla çoşamıyor, işletmeleri, fabrikaları, tarım ve hayvancılıktaki üretimleriyle övünmek yerine; binaların yüksekliği, camlarının renkleri, mağaza, lokanta, cafe, kahve ve kahvehanelerinin çokluğu, led ışıkları, otomobil modellerinin lükslüğü ve havadan zengin olanların malıyla övünüyor, kendisine hizmet etmeyen siyasilere ve bürokratlara önem veriyorsa, o toplum her kötülüğü ve haksızlığı kabul ediyor demektir.
Eğitimci Yazar: Bahri Yıldızbaş’tan, Van’dan sevgiyle selamlar.