Faik Kumru

Dile Dâir

Faik Kumru

Bir dilin zevki; şiir, roman, hikâye, öykü, masal, makāle, deneme, nesir, düz yazı vesâire, dilin kullandığı kelime sayısı ve kelimelerin birbiriyle âhenkli bir şekilde bir araya gelmesi netîcesinde insanlara hem fayda hem de haz vermiştir.

Bilindiği gibi, dildeki kelime sayısının yeterli ve istenen seviyede olması, o dilin edebiyatta, sanatta, müzikte ve diğer birçok sâhada vereceği eserlerdeki başarısını gerçek biçimde ortaya koymuştur. Hiçbir dil, arı dil değildir. Her dil âilesi her dilden kelime alıp, almadığı o kelimeleri kendi dilinin potasında eriterek millileştirmek olmuştur.

Bizde de Arapça, Farsça, Ermenice, Yunanca, Fransızca olmak üzere birçok dilden kelime almış ve o kelimeleri Türkçe dil zevkine uygun olarak asırlar boyunca kullana kullana Türkçeleştirmiştir. Bulunduğumuz geniş coğrafya içinde, birlikte yaşadığımız ve komşuluk kurduğumuz milletlerden kelime alıp kelime vermek târihin akışı içerisinde çok doğal bir hâdise olmuştur.

Bu sebeple, eski kelimelerimize yabancı kelime dememiz, doğru bir yaklaşım değildir. Bizim (halkımızın), dilimizde yüzyıllar içinde konuşularak var olan ve Türkçe bir karakter hâlini alan her kelime bizimdir.

Özellikle bir şiirde, değişik kelimeler kullanmak ve o kelimeleri bir müzik âhengi içinde bir araya getirip, bir şarkı söyler gibi hissettirmek ayrı bir sanat ve ayrı bir kābiliyettir.

Türkçe, dünya üzerinde konuşulan diller içindeki sıralamada beşinci sırada olan bir dildir. Ve konuşulan diller içinde fonetik (ses bilimi) açısından en güzel dillerdendir. Bunu da hem kelimelerinin sayısına ve muhtelif şekillerde ifade edilişine hem de çok güzel bir şekilde seslendirilmesine borçludur.

Bir dildeki kelime sayısının az, eş anlamlı kelimelerin sınırlı ve duyguları ifâde etmede yetersiz bir vaziyette olması, o dili hem kısırlaştırır hem de dünya dil âilesi içerisindeki yeri îtibâriyle aşağı tabakalarda bir kâbile dili olmasıyla sonuçlandırır.

Kelime haznemiz ne kadar çok olursa, hayal dünyamız da o nispette geniş olacaktır. Hayal dünyâsının sınırlarını zorlayan bir insan da daha ihâtalı düşünecek ve kendisini en iyi şekilde ifâde edecektir.

Netîcede, kelime çokluğu, o kelimelerin güzel ve anlamlı bir şekilde kullanılarak şiir, hikâye, roman, makāle ve diğer yazım türlerinde eserler verilmesi hâlinde, güzel Türkçemiz bir dünya dili olmaya namzet olacaktır.

Bizim güzel Türkçemiz, dünyâda bulunan ve konuşulan diller içerisinde en güzel ifâdeleri ve bizim milletimizin gönül sesini en içli bir şekilde yaşatan esrarlı bir dildir.

Konuyu değişik yönlerinden ele almak, fikir alışverişi yapmak, hepimize yeni fikirler sunduğu gibi yeni pencereler de açmaktadır.

Öyle kelimeler var ki, târihine baktığımızda uzun yıllar bizim dilimizde rengini bulmuş ve çok sevimli bir duruma gelmiştir.

Eş anlamlı sözcüklerin hem şiirde hem de yazıda sıkça ve yerinde kullanılması sonucunda, anlamı güçlendirmek ve pekiştirmek gibi önemli bir işlevi bulunmaktadır. Çünkü, bir ifâdeyi veya bir merâmı muhtelif şekillerde açıklamamıza ve bunları daha geniş bir şekilde anlamamıza bir kapı açıyor. Ama yersiz ve anlamsız tekrar edilmesi de yazının veya şiirin sevimliliğini azaltır.

Türkçe, onu güzel konuşan ve güzel yazan kişiler sâyesinde yükselmiştir, misal İstanbul Türkçesi. Ki resmî mânâda hem yazı dilimiz hem de konuşma dilimiz olmuştur.

Başka dillerden bizim dilimize geçmiş birçok kelime, halkın dilinde uzun zaman içinde erimiş ve o kelime artık ‘biz’ olmuştur.

Türkçe, yaşayan ve kendini devamlı yenileyebilen özelliğe sahiptir, diğer büyük diller gibi. Bu özelliği ile de her şeyi açıklayabilecek bir kapasiteye ve kābiliyete sahiptir. Nihâyetinde, kendi dilimizin güzel konuşulması ve güzel yazılması bizim için bir ibadet neşvesi içerisinde yapılması gereken mühim bir iş olduğu düşünülmelidir.

Öncelikle, dili ve gönlü kirlenmiş kara ruhlu şeytânî insanlar, Türkçemize ait hangi kelimeyi kullanırsa kullansınlar, o kelimeyi, yoz ve pis dillerden alarak temizlememiz ve gerek şiir gerekse yazı diline kazandırmamız gerekmektedir.

Kelimelerin mâsum yüzünü karartmaya ve yok etmeye bu gibi art niyetli insanlar bilerek katkı sağlıyor. Onun için kelime dünyâmızın gül bahçesinde bulunan binbir çeşit, değişik renkteki çiçeklerini sulamalı ve onların pis ellerine terk etmemeliyiz.

Bu sebeple bahçevan biz olalım, biz sulayalım ve o güzelim bahçeyi bakımlı hâle getirelim.

Şu bir gerçek ki Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Fuzûlî, Nedim, Bâkî, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Mehmet Âkif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Orhan Veli Kanık ve daha isimlerini sayamadığımız nice isimler bizim edebiyatımızın köşe taşlarıdır, bunu kimse inkâr edemez. Ancak, edebiyat târihimizin diğer değerlerini de anmak ve onlara da sâhip çıkmak gerekmektedir; hem kullandıkları dile hem de meydana koymuş oldukları eserlerine.

Zamânında Osmanlı sarayının kullandığı ağdalı dil, milletimize ve edebiyatımıza bir fayda sağlamıştır ancak halkın seviyesine inememiştir. Farsça ve Arapça dil terkiplerinin (tamlama) terk edilmesi, dilimizi kaynağına döndürmüş, büyük bir ilerleme ve kendini yenileme imkânı vermiştir.

Yüzdüğümüz deniz ne kadar büyük olursa, o nispette yüzme işini daha güzel öğrendiğimiz gibi, unutulmaması lâzım ki bir hedefin büyük olması, o hedefe yürürken çıkılan kaynağın da büyük olmasını netîce vermektedir.

Dolayısıyla târihimizin hangi dönemi olursa olsun, yaşayan Türkçe, o dönem insanlarının konuşma ve yazı dilinde arada farklar bulunsa da kaynağı aynıydı. Eğer bu fark makasını açmaya devam edersek ne dünü anlayabilir ne de geleceğimizi sağlam inşâ edebiliriz. Ve sonuçta mâzîmizden bîhaber olacağımız gibi gelecek nesiller ile de bağımızı kesmiş olacağız.

‘Münâsip’ kelimesi güzel Türkçemizin eş anlamlı ve sayısız rengârenk çiçeklerindendir.

“O şekilde yaşayacak olsam, İstanbul daha münâsiptir.” Sait Faik Abasıyanık

Her kelimesinde müzik âhengi olan bir dilin kıymetini bilmek elzem değil midir? Bu büyük hazîneyi niçin israf edelim? Yâni bizim dilimizin zenginliği diğer dillerle kıyas kabul etmez.

Dilin sermâyesini yerinde ve zamânında kullanırsak, edebiyatımız gibi hayâtımız da renklenir ve zengin bir duruma evrilir.

Her anlayışa saygımız olmalı lâkin dil konusu, milletin ve bütün fertleri için bir nâmus konusu olduğu inancını taşımak en önemli çıkarım olsa gerek.

İnanmalıyız ki bizi biz yapan da işte bu dil ve kelime zenginliğimizdir.

Tabiî ki zamanla dilimize giren, Türkçe bir karakter kazanan, dilimizin fonetik yapısına uygun bir anlam devşiren ve artık bizim olan birçok kelimemiz var. Türkçeleşerek dilimize yerleşen kelimeler elbet bizimdir ve kullanılması da gerekir.

Her dilden dilimize geçen kelimeler olduğu gibi (bütün dünya dillerinde de aynı husus geçerlidir) bizim de diğer dillere verdiğimiz/geçen birçok kelime var.

Dil konusu çok geniş bir kavram, yürekten konuşulması ve yaşanması gereken hayâtî bir meseledir.

Yavuz Bülent Bâkîler “Sözün Doğrusu” isimli iki ciltlik kitabında, “Öz Türkçe kelimelerden bir sözlük hazırlayanlar, ancak 3.175 kelimeyi bir araya getirebilmişlerdir. İslâm’dan önceki Türkçede, yâni Öz Türkçede şu 13 harfle (C/F/Ğ/H/J/L/M/N/P/R/Ş/V/Z) başlayan kelime yoktur.” demekte ve ifâde etmektedir.

Bu hâliyle, İslâm’dan önce kullanılan Öz Türkçe ile ilim, bilim, edebiyat, târih, şiir, felsefe, hukuk veya bir tıp dilini inşâ edip meydana getirebilir miyiz?

Dünya üzerinde konuşulan hiçbir dil arı (saf) değildir, kâbile dilleri hâriç (o da tartışmalı).

Bizim dilimize, özellikle Arapça ve Farsçadan geçen sözcükler, yabancı kelime değildir. O kelimeler bizim kelimemiz olmuştur. Artık o dillere âit değildir ki Türkçenin ses yapısına göre bir hal almış ve halkımız tarafından kullanıla söylene tamâmen bizim olmuştur.

Dilimize giren kelimeler (hangi dilden gelirse gelsin), bizim milletimiz o kelimeyi asırlar boyunca dilinde şekillendirerek ve boyamızı vurarak öz be öz kendi kelimemiz yapmışlardır.

Özellikle kökeni îtibâriyle Arapça ve Farsçadan geçen kelimelere yönelik bir soğukluk günümüzde kendini hissettirmektedir. Eskiden kullanılan Arapça ve Farsça terkiplere (tamlama) ben de taraftar değilim ki çok ağdalı ve anlaşılmazdır, özellikle Osmanlı dönemi saray çevresinde. Çünkü bizim dil yapımızda tamlamaların nasıl yapılacağı ve kullanılacağı bellidir.

Ancak kelimeler dünyâsı çok başkadır ve o âleme ait renkleri yok sayamayız ve yabancı bir gözle bakamayız. Eski dediğiniz kelimeleri kullanmadığınızda hukuk dilini oluşturamazsınız. Kezâ Latince’yi çıkarın, tıp dilini oluşturamazsınız.

Dünyâdaki gelişmiş diller, diğer dillerden aldığı ve zaman içerisinde dilinin potasında eriterek kendi kelimesi yapmayı, kültürleri adına bir zenginlik saymışlardır. Bu düşünce hem övülecek hem de takdîre şâyan bir husustur.

Alman şâiri Goethe, “Bir dilin kudreti, kendine yabancı olan şeyleri atmakta değil, onları yutup hazmetmekte gösterir.” diyor.

Mesele çok uzun. Dile getirilen ve yazılan hususlar, bir kimseyi rencide veyâhut tenkit etmek değildir. Bir gerçeği dile getirmek ve önemini hatırlatmak, dilimiz ve Güzel Türkçemiz adına târihî bir vecîbedir.

Dileyen ve isteyen, dil konusunda zaman harcayan kıymetli insanlarımızı okuyabilirler; Nihat Sami Banarlı, Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp ve adını sayamadığımız nice değerli isim.

Falih Fıfkı Atay Çankaya isimli eserinde; Cumhûriyet devrinde, Güneş Dil Teorisi çalışmaları kapsamında ‘şey’ kelimesi, Arapça diye yasaklanmış. Öyle bir zaman geçtikten sonra, yazı ve konuşma dilinde sıkıntılar meydâna gelmiş. Konu Mustafa Kelmal Atatürk’e intikal edince, bu yanlış düzeltilmiş ve ‘şey’ kelimesi eskisi gibi kullanılmaya devam edilmiş.

Dil ile iştigal eden âlim şahsiyetler ve diğer kalem erbâbı olsun, kelime yönünden zengin bir lisanı kullanan kişilerin zekâsının arttığını, söylerler. Bir de çok kelime bilmek ve lügatinde yeterli kelime haznesi olan insanların hayal dünyâlarının çok geniş olduğunu ifâde ederler.

Bizim hem târihi olarak hem de yaşadığımız kadim Anadolu topraklarının, birçok millete annelik ve dâyelik yapması sebebiyle, dil çeşitliliği ve kelime sayısı bakımından bu birikimin tespit edilen durumun çok üzerinde olduğu inancı yaygındır.

Kullanılan kelime ve terkipler/tamlamalar, asırlar öncesinden Anadolu’nun bereketli ocağında pişe pişe bizim sofralarımızın enfes yemekleri olmuştur. Dilimizdeki lezzetleri her zaman kalıcı olagelmiştir.

Bugünün İngiliz halkı, Shakespear’i okuyor, anlıyor ve dört yüz sene öncesi insanının duygu ve düşüncelerine şâhit olabiliyor. Yâni kültürel bağını kurabiliyor eski atalarıyla. Eski ile yeni arasındaki kültür diyaloğu, bir millet için ulaşılması zirve kabul edilen bir durumdur.

Biz, daha Cumhûriyet döneminde kullanılan nahif, ince ve hassas dili bile anlayamıyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk isimli eserini dahi okuyup anlayacak bir kuşağa sâhip değiliz maalesef.

Bizim dilimizden başka dillere, başka dillerden de bizim dilimize sayısız kelime geçmiştir. Hangi kelime bir dile geçmiş ise o dilin boyasıyla boyanmış ve o dilin tabiî rengini almıştır. Türkçe sözlüğümüzde bulunan kelime sayısı ne kadar çok olursa, ifâde kābiliyetimizin de o yönde artacağı âşikâr.

Avrupa insanı, lügatlerinde bulunan kelime sayısının çokluğu ile övünür, özellikle İngilizler. Dil bahsi çok geniş bir konu. Bizim dilimizin de bir edebiyat dili, bir bilim dili, bir sanat dili, bir tıp dili vesâire olması görünürde zor olsa da gönlümüzde yatan bir sevdâdır.

Yazarın Diğer Yazıları