Milliyet
Faik Kumru
Herkes halkını ve milletini sevmeli. Kavmi, kabîlesi, aşîreti, oymağı, boyu, soyu sopu, nesebi, âilesi, ceddi, atası, dedesi vesâire, kendi silsilesine mensûbiyeti, bağlılığı ile övünmeli. Bağlı olduğu milletine ve yaşadığı yurduna faydalı olmalı. İhtisas sâhibi olduğu sâhada milletine ve onun fertlerine katma değer sunmalı, gönülden hizmet etmeli. Asıl milliyetçilik, bir milleti meydana getiren ve onu temsil eden her kişinin mutlu olması yönünde değerler üretilmesidir. Maddî ve mânevî sâhada hayâta akseden müspet değerlerin korunmasıdır. Bir diğer taraftan, başka halkları düşman görmek, onların aleyhine çalışmak insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur ve menfî milliyetçilik kapsamına giren karanlık bir yoldur.
Dünyânın değişik yerlerindeki siyâsî düşünce ve politika uygulamalarına bakıldığı vakit, tez ve antitez çapında birbirini besleyen muhtelif klikler olduğu anlaşılmaktadır. Onların siyâset meydanındaki ve politika sahnesindeki temsilcileri karşıt görüşler sâyesinde hayatta kalıyor ve birbirini besliyor. Geniş halk kitlelerini kolay bir şekilde manipüle edip kandıran bu yolda eğitilmiş kişiler, üyesi oldukları çarkın dönmesi için en büyük gayreti sergilemektedir. Parti hâline gelip yasal, kānûnî ve legal bir görünüm kazanan bu merkezler, kendi menfaati ve talepleri doğrultusunda istedikleri her işi yapıyor, yaptırıyor ve piyasaya sürdüğü fikirlerin kabûlü yönünde elindeki bütün imkânları seferber ediyor.
Günümüzde ve dünya ölçeğinde milliyetçilik düşünce akımı kanla beslenmektedir. Araştıran bir akıl ve görebilen bir gözle bakıldığı vakit bu gerçek ayan beyan ortada durmaktadır. 19. yüzyılda dünyâyı tesiri altına alan kavmiyetçilik ve milliyetçilik, günümüzde derin kodlara sâhip bir izmdir ancak destekleyici payandaları teker teker devrilmiştir. Başka milletlerin yok edilmesi üzerine inşâ edilen bu izm, insânî vasıflardan bütünüyle sıyrılmıştır. İnsanlık için katma değer üretmesi mümkün değildir. Kendi içinde de büyük tutarsızlıklara sâhip bulunan milliyetçilik, çizgi dışına çıktığına inandığı en militan müntesiplerini dahi yok etmekten çekinmemektedir. Düşünce bazında da temeli çürük bir binâdır ve ıslah edilmesi imkânsızdır.
Dünya insanlığının geldiği noktaya baktığımızda, klasik ifâdesiyle, dünya küresel bir köy hâline gelmiştir. Sınırlar izâfîdir, görecelidir. Ülkelerin hiçbirisi homojen değildir. Bütün ülkelerde muhtelif milletlerden nüfus yaşamaktadır. Arı, safkan bir millet olması da mümkün değildir. Her memleketin kendi insanının yanında değişik milletlerden de insanların varlığı sosyal anlamda temel bir kāide şeklini almıştır. Dünyânın her yerinde her milletten insanın varlığı söz konusudur. Ulaşım ve haberleşme imkânlarının baş döndürücü bir hızla ilerlemesi ve yaşanan büyük savaşların netîcesinde hiçbir ülke homojen yapısını koruyamamıştır. Târih öncesi ve sonrasında da bu husus en önemli ‘değişmez’ değişken olarak ortada durmaktadır.
Bir milletin kültür yapısı sağlamsa, bozulma yaşasa bile lokal, yerel seviyede kalacaktır. O milletin köklü kurumları ve yetişmiş değerli insanları bu çürümeyi tez zamanda tedâvi edecektir. Dünya barışı adına da istenen ve arzu edilen bir durum olması sebebiyle hayâtî önemi hâizdir. Belki de insanlığın geleceği, böyle huzur dolu bir mekân inşâ edebilmesi içinde gizlidir. İnsan teninin rengini, ana dilini, inancını ve kültür değerlerini bir esas ve fıtrî olarak kabul etmeyen her fikir ve her düşünce akımı çizgi dışına çıkmıştır. Tabiatın bağrında yetişen nice çiçeğin rengi, nice bitkinin muhteşem deseni, büyüklü ve küçüklü nice hayvanın muhtelif oluşu ve nice böceğin rengârenk yaşamı bu tabiî döngüyü ve bu mühim husûsu teyit etmektedir. Bu fânî dünya ve geçici misâfirhâne mütemâdiyen dolup dolup boşalmaktadır. Bu devri dâiminin şartlarını ne tek başına bir insan ne de devâsâ milletler asla değiştirememiştir.
Bırakın aynı milletten olmayı, aynı âile içinde bile istenmeyen nice hâdise meydana geliyor. Kendi hayâtımıza ve çevremize baktığımız vakit görünen manzara şu ki: Herkesin en iyi dostu akrabalık bağının olmadığı kişilerle kurulan insânî ilişkiler sâyesinde vücut bulmaktadır. Bu toplumsal gerçeklik herkesin yaşamındaki yerini sağlam bir şekilde almıştır. İnkâr edilmesi imkânsız olan bu yaşanmışlıkları ve hâlâ devam eden yönleriyle değerlendirilmesi hakîkate ulaşma yönünde bir mihenk taşıdır. Sorgulanması gereken her şeyin sorgulanması, gerçeklere ulaşmak adına vazgeçilmez bir kuraldır.
Hep güzele ulaşmak isteyen insanoğlu, hayâtının sonuna kadar bu serüven içinde yolculuğunu sürdürecektir. Değişik mâcerâları yaşaması, tecrübesini artırması, iyi ve kötüyü birbirinden tefrik edip ayırması insânî yönünü sağlam bir hâle getirecektir. Sâdece kendisi için yaşayan bir insandan iyilik beklenemez. Bu olayı halk seviyesine yükselttiğiniz zaman da aynı sonucu verecektir. Herhangi bir milletten bir kişinin keşfettiği buluşlar, bütün bir insanlığa armağan edilmiştir. Kullandığımız bütün teknolojik âletler, muvâsala, ulaşım ve iletişim imkânları, sağlık alanında sunulan hizmetleri de düşündüğünüz vakit, tek bir insandan ziyâde bütün bir insanlığın faydalandığı âşikâr bir durum.
Bu gerçekler ortada iken neyi inkâr edebiliriz? Buluşunda ve üretiminde bizim emeğimiz olmayan âletleri kullanırken cüz’î bir miktar ödeyerek sâhip oluyoruz ve hayâtımız muazzam bir biçimde kolaylaşıyor. Şimdi bu kâşiflerin keşfettiği ve insanlığa hediye ettiği hangi şeyi yok sayabiliriz? Hangisini çöpe atabiliriz? Hangisini, yok ben kullanmıyorum diyebiliriz? Başka ülkelerde üretilip, bütün dünyâya sunulan bu güzellikleri hangimiz elimizin tersiyle itebiliriz? Aksi yönde bir düşünce ve davranış tam mânâsıyla nankörlük ve kıymet bilmezlik değil midir? İnsan olan, insanca düşünen hiçbir insandan da böyle menfî hareket etmesi beklenemez. İnsanın elinden çıkan ve insana hizmet eden her şey değerlidir. Bu hizmetlerin hangi millete mensup bir insanın elinden çıktığının hiçbir önemi yoktur.
Menfî düşünen insanların çok olduğu bir ülke asla kalkınamaz. Hiçbir değer üretemez. Hiçbir müspet düşünce içinde olmayan insanların bulunduğu topraklar huzur bulamaz. İnsan için düşünülen her hâdiseye kötü bakan bir göz, güneşten de rahatsızlık duymaya başlar. Işığa düşman olur. Onun düşmanlığı koca bir milleti sefâlete sürükler. Birikmiş bütün bir kültür hazînesini, varını ve yoğunu hebâ eder. Maddî mânevî bütün müktesebâtını, birikimini yerle yeksan eder. İnşâ edilen her güzelliği yok etmek için kirli ellerini devreye sokar. Ahlâkî yönü dumûra uğramış, zayıflamış bir cemiyet, istediği kadar yücelttiği milletiyle övünsün, yaşadığı ve yaşayacağı hayat ne kendisine ne de halkına huzur verecektir. Her yanıyla çürümüş bir ceset gibi kimsesizler mezarlığındaki yerini alacaktır.
İnsanın değeri mensup olduğu milliyetle ölçülemez. Bağlı bulunduğu millet, halk, toplum, topluluk, cemiyet, kavim, kabîle, aşîret, cemâat, câmia, zümre vesâire, bu illiyet, bağ kişiye kıymet kazandırmaz. Kişiye kişilik veren, onun içinde taşıdığı iyi niyet ve toplum hayâtına taşıdığı güzel ahlaktır. İnsan, hangi milletten ise o milletin değerini yükseltmek için gayret eder ama bu hareket başka bir milletten olanı aşağılamak yetkisini vermez. Bir el bir eli tutarken, diğer el yumruğunu sıkıyorsa, o toplumun her hücresi nefret mikrobuyla marazlı hâle gelmiştir. Kangren olan bir organın kaybedilmesi sebebiyle vücut bütünlüğü yitirilirse, o insanın hayâta bakışı birçok yönden değişecektir. Bâzı milletlerin târih sahnesinde uzun ömürlü bir yaşam sürmesi, kendi topraklarında nefes alan insanların bütününe sunduğu huzur sâyesindedir.
Her insan özeldir, kutsaldır. Her beşer, Tanrı tarafından inşâ edilerek en mükemmel şekilde yaratılmıştır. Bir millet, başka bir milleti kötüleyemez ve kendini âlemin merkezine koyamaz. Eğer bu düşüncenin aksine bir fikir beyânı ve davranış tarzı varsa, o düşünce sakattır ve bâtıldır. Sonunda da varacağı yer kötülük diyârıdır. "Bir Türk, dünyâya bedeldir." sözü, Türk milletini övmediği gibi yükseltme gibi bir fiili de tetiklememiştir. Aslında kolunu ve kanadını bütünüyle kırmıştır. Hiçbir vasfı olmayan bir insanı övmek, hakîkate yapılmış bir hakārettir. Bütün kābiliyetlerini, eğer varsa, kadük bırakmaktır. Yeteneklerini törpülemek ve hayatta başarı alanında hiçbir şans tanımamaktır.
İnsan, övülerek de dövülür. Aklı elinden alınır. Olmayan şeyleri varmış gibi göstererek, var olan melekelerini de bir daha işlememek üzere öldürmektir. Yürüyen ayağını kırarak topal bırakmaktır. İşleyen elini çolak etmektir. Konuşan dilini lâl etmektir. Göklere çıkarmak, yerin dibine gömmektir. Okuma yazma bilmeyen birine âlim sıfatı yüklemenin cezâsını hem kendi hem de çevresi çekmektedir. Bir insana gaz vermek, onu felâkete sürükleyebilir. Yürümesini bilmeyene koş demek, yola hakārettir. Yazmasını bilmeyeni methetmek, övgü dizmek, kaleme küfretmektir. Kalemin şahsında gerçekleri aşağılamaktır.
"Ne mutlu Türküm diyene." demek, diğer bütün halkları küçük görme, küçümsemedir. "Biz insanları kavim kavim yarattık." âyetine muhâlif bir sözdür ve inandım diyen bir insanın böyle beyanlarda bulunması inancına terstir. Böyle kelime topluluğu hamâsî cümleler hiçbir insanın dilinde bulunamaz. O vakit herkes kalkar ve üçüncü kelimeye kendi milliyetini yazar ve müthiş bir kaos, kargaşa çıkar. Bu sözün, akılla, mantıkla, inançla ve bilim açısından hiçbir mantıkî açıklaması mevcut değildir. Allâh'ın yarattığı her insan çok değerlidir. Kimse kimseden üstün değildir. Hiçbir millet, diğer bir milletten iyi veya kötü değildir. Üstün vasıflar, düşünce planında ve hayâta taşınan davranışlarda kendini gösterir.
Başka bir millete mensup olup, başka bir milletin toprağında yaşayıp nefes alan her insan, yaşadığı yabancı memleketin hem insanına hem de o ülkenin kānunlarına saygılı olmak zorundadır. Eğer kendini ve bağlısı olduğu milletin sevilmesini, saygı duyulmasını istiyorsa, o da aynı hislerle hareket etmeli ve o topluma uyum sağlayarak entegre olabilmelidir. Bu yönde gösterilecek her gayret insânîdir ve insana yakışacak şekilde olmalıdır.
Entegre olmak, başka bir millete benzemek değildir. Kendini kabul ettirmek için bulunduğu toplumun dilini ve âdetlerini öğrenmelidir. Bu durum, mutlu ve huzur dolu bir dünya inşâ etmenin en güzel yollarından bir tânesidir. Hem kendi geleceği hem de kendi neslinin sağlıklı bir toplumun üyesi olması yönünde atılacak en mühim adımların başında gelmektedir. Kendine yaşam toprağını ve ekmek kapısı açan ellere küfretmek ve kırmak için nefret tohumu saçmak insana yakışan bir davranış biçimi olamaz.
Birisi ne güzel ifâde buyurmuş: "Ana dilimiz gibi iki yabancı lisan konuşuyoruz; ilgisizce ve anlamazca." Bu acınası hâlimizi görüp, kendimizi yenilememiz elzem bir durum olsa gerek. Milletleri meydana getiren her birey Allâh’ın sevgili bir kulu olduğu gibi, o ulusun konuştuğu dil de Tanrı’nın insanoğluna bağışladığı en güzel armağanlardan biridir. Bütün bu hediyeleri kadim insanlığın mîrası olarak kabul etmek, insanlık açısından bitmez tükenmez bir hazîneye sâhip olmakla eş değerdir. Bizlere kalan bu terekeye gözümüz gibi bakmak lâzım. Müflis bir tâcir gibi elimizdeki bu kıymetli sermâyeyi akılsızca savurmamak büyük bir sorumluluktur.
İnsanlık târihi, milletlerin birbirini yok etmesiyle meşhurdur. Nice milletler, nice milletlerin ayağının altında çiğnenmiş ve katliama mâruz kalmıştır. Birçok milletin hayâtında nefret ve hamâset dolu beyan vardır ki nice günahsız ve mâsum insan hebâ olup gitmiştir. Yaşanan savaşlar, işlenen cinâyetler, yapılan tecâvüz ve toplu kıyımlar insanlık târihinde bir yüz karası olarak yerini almıştır. Bunu yapan cânilerin karakterine baktığınız vakit, tam bir canavar ve ruh hastası mahlûklar olduğu âşikârdır. Bedenen ve rûhen insanlıktan istîfâ etmiş bu kişiler, insanlara büyük acılar yaşatmıştır. Bir de milletlerin arasına asırlar boyu devam eden nefret tohumları ekerek, düşmanlık ateşini körükleyip durmuşlardır. Bâzen bu ateşin harâreti azalıp düşse ve kül hâlini alsa da en küçük bir üflemeyle tekrar canlandığı vâkidir.
Her milletin yaşam sâhasında yerini almış ve yaptığı kötülükler ile lânetle anılan birçok kişi olduğu kadar, insanlık târihine geçen ve hayırla yâd edilen birçok değerli insan da olmuştur. Bir insana kazandığı ve elde ettiği değeri mensup olduğu milliyeti değil, kendi içinde taşıdığı üstün insânî özellikleri vermiştir. Bu kıymeti hem kendi milleti hem de bütün bir insanlık için kullanan değerli şahsiyetler dünyâya silinmez müspet bir iz bırakmıştır. Dünyâda az biraz huzur varsa, isimleri hatırlanan ve yaşatılan bu kişiler sâyesinde olduğu unutulmamalıdır.
Twelve Mihty Orphans (12 Güçlü Yetim, Futbolun Çocukları) filmi, gerçek hayattan alınmış, düzenli bir sistemin topluma ve insana verdiği, kazandırdığı değerleri çok güzel bir şekilde anlatmıştır. Asıl olan millet değil, esas olan milleti meydana getiren insanın ta kendisi olduğu mesajı verilmiştir. Bu mesajı doğru değerlendiren insanlar ki geleceği de en güzel şekilde inşâ edecektir.