MAHPUS KİTAP
Leyla Yılmaz
Hava ne de güzeldi görmediğimden beri. Başka kokuyordu bu mevsim . Adamların ucuz tütün kokusu ve yıkanmamış çorapların izleri,yerde bıraktıkları parmak kalıntısına göre yer nasıl da temizdi ayak basılan bu kaldırımlarda.
Şu an kimsenin bana sarılmasını istemiyordum.Doğanın rengini solumak ve tenimi okşamasını bekliyordum. Yamalı kalbimde yara olan annemin kokusu, elimi tutması gibi. Yalnızlık ne tuhaftı bir odada. Hiç kimseyi bulamıyordun hayatında. Hele ki doğadan, insanlıktan men edilmiş biriysen. Bu suçsuz olsan bile.Şimdi tekim ama yalnız değilim yanımda bir ağaç var , gövdesini deniz diplerine ulaştıran kök sevdalısı dallarıyla ona sarılıyordum.Heba edilmiş on yılımı düşünüyordum. Ağaçsız, topraksız,kuşsuz hatta derisinden soyunmuş yılansız nasıl yaşamıştım.
Caddeler öpülesi ellerinden teyzeler gibi duruyordu, alaycı bakışları bana selam veriyor gibiydiler. Yolların her izini takip eden levhalar,bükülmüş belleriyle insan elinin gücünü andırırcasına selamı yayan dinç yaşlı dedeler gibiydiler. Ne çok şeyi unutmuştum, benzerlikler cahilliğimi gösteriyordu. Yürüdüm uzun uzun yollarda, taşlara eziyet ede ede zıpladım. Mahpustan çıkan biri için bu fazla değil miydi?
Ben mahpusu içerdeyken hep dışarıyı okuyarak geçirdim. Kitapların arasındaki evler gibi lüks olmazsa da bu evler tasvirimde dokunaklı yapılardı. On yılda çok okudum bana zehir olunmayacak tek şeydi. Binlerce hayat yaşıyordum, binlerce akıl süzüyordum,binlerce kişiyi tanıyordum varlığımdan habersiz bu kişilerle arkadaş oldum. Onlar beni tanımaz ama her gün onlara teşekkür ediyordum, bazı zamanlarda da tabi kızabiliyordum . Mesela aşkını yarıda bırakanlara, hiçbir zaman annesine çiçek götürmeyip bir kadını elde etmek için her gün çiçek götüren adama, naz yapıp duygularını geride bırakan kadına, kaçan kovalanır düşüncesine girip koştur peşinden ve buna sevgi diyenlere. Empati denen duygunun zirvesini yaşattım içimde. Kendimi başkasının yerine,başkasını da kendi yerime koydum. Tartı hiçbir zaman eşit gelmedi ama hile de olmadı hiçbir ağırlıkta. Bunları düşünürken yorulduğumu hissettim, bıraktım tüm sancıları odun pazarına. Bedenime adeta sevinç çığlıkları duyurmuştum o an.Sesim fazla çıkınca yoruldu bedenin tanrısı beyin. Özür dilerim beyin dedim."Oturursan affederim" dercesine çömeldim beton yığının üstüne. Aklıma eve gitmek geldi. Nasıl olmuş oralar, kimler ölmüş,kimler doğmuş,kimler ölmeden yaşıyordu?
Görmeden bilemezdim. Taksi tuttum eve gittim. Annemin elinin eksik olduğu dolaplar,halılar can çekişiyordu. Sesi hâlâ duyuluyordu ,terlik sesleri duvarlara sinmişti.Artık havadan atılan terliğin kurbanı değildim. Çok daha iyi şeylere kurban verildim!
Zaman öyle hiç geçmiyordu ki mahpusta, zamanın süresini belirsiz yaşıyordum,takvimleri kopartmaz olmuştum. Ama her nefes alış verişim bir saniyeydi. Bazen adımlarımla ölçerdim. Çabuk geçsin diye hızlı da yürümüşlüğüm olmuştu. Bundan dolayı insanlar beni deli zanneder, yanıma gelmezlerdi. İyi ki öyle olmuştu. Kendimi,anlamımı buldum. Kötüyken bile iyi şeylere, her zorluğun bir kolay habercisi olduğuna inandım. Küçük aklımla çok şey anlamak için anlamaya çalıştım.
Çok büyüdüm. Şimdi yirmi üç yıllık geçmişi olan on yıllık zamanı kimsenin bilmediği bir kimseydim.
Odaları dolaştım, anıları hafızamda canlandırmak için dokunuyordum ve alışkanlıklarımın bana alışması için eşyalara zaman tanıyordum, alıştırmak böyle bir şeydi sanırım kandırmak gibi, yaşadığın bilinçsiz bir bilinçle yapıyordun ve en iyi şeyin bu olduğuna inanıyordun. Çok yanıltıcı…
Annemi özlüyordum koca adamlığımla. Ah adamlık çok zor, erkekliğe yakışmayan bir şey!
Birçok kez bazıları kendini adam sansın diye kadınlık yaptığın gibi bir adam olmuştum.
Senin yokluğun sandık ciyaklarında saklıydı.
Şimdi fareler de yok sandığın etrafında.
Bu evi annemin düzenlediği gibi yapacaktım ama bir köşesi veya odası büyümüş zihnimin isteği doğrultusunda yapacaktım. Saklı kalanı açığa çıkaracaktım. Buradaki çocuklara her hafta okumaya dair yeni bilgiler verecektim. Onlarla felsefe okuyacaktık. Büyümüş zihinler, küçük erkekler ,kadınlar olacaktık. Okuduğum bin on tane kitabın hepsini , annemin bana çeyiz diye sakladığı altınlarla kütüphane kuracaktım. Annem duysa kızardı belki ama annem affediciydi,beni anlardı.
İnsanlar çocuklarını yanıma getirmediler, yanımdan geçerken kötü bakış attılar. Ben değişmiştim. Aynı kalan, insanların küçülmüş zihinleriydi,kısalan gözleriydi. Ne gördüler ne de anladılar. Açlık başıma vurmuştu. Mapushane yemek veriyordu, iyi tarafı buydu zannımca ve orada kimse sana karışmıyordu . Dışarıdakiler daha kaba, agresif ve daha suça meyilliydiler.Hayat tuhaftı. Bu cümleyi her fırsatta dilime söyletiyordum. Birçok kimse hayatındaki muziceleri görmüyordu…
Yemek yemeyi unutmuş olmalıyım.Bütün şehri dolandım yemek ihtiyacımı karşılamak için. Birden fazla yere uğradım. Birçok kişiye rastladım.
Sohbet sırasında "ne çok iyi yetişmişsin ,kimlerdensin" sorusuna karşılık verince yanımdan kalkıp gidiyorlardı. Ümitsizlik yok Kenan diyordum .Oraya yeni taşınmış bir tuhafiye dükkanı açan bir hanım gelmişti. Çekine çekine yanına gittim.Merhaba efendim ben iş bakıyordum dedim.Gülümseyerek çay ikram etti.İçimden keşke yemek olsaydı.Kadın sesimi duyar gibi yanına da kek getirdi. "Ben yaptım,afiyet olsun, burada çalışmak istediğine emin misin?" diye sorunca evet çünkü paraya ihtiyacım var.dedim."Temiz birine benziyorsun"deyince on yıllık hapis hayatımı ve insanların gözünde hep katil ve kirli olarak kaldığımı bilmiyordu.Kadınlar hayatın kurtarıcı yönleriydi. Melike Hanım da öyleydi. Bir süre halk benim kim olduğumu yalanlarla üstüne ekleyerek anlattılar. Melike Hanım istemeyerek çıkarttı beni. Onların nazarında annesini öldüren kötü çocuktum. Babasının elinden annesini kurtarmak için kahraman bir çocuk olduğumu annemden başka kimse bilmedi.Ah anne şimdi yalnızım ve tekim. Sakın anlattıklarıma üzülme.Yakında iyi şeyler olacak. Ve o zaman çocuklar hariç kimseye bakmak isteyeceğimi zannetmiyorum…