Doğumun mucizesi ile ölümün ihtişamı arasındaki insanın sefaleti!
Prof. Dr. Ahmet Özer
Bütün canlılar gibi insanoğlunu da belirleyen üç evre vardır. Bunlar doğum, yaşam ve ölümdür. Ne ki insanoğlu bunları yerli yerine oturtmakta hep problem yaşamıştır. Genellikle doğumu önemsemez, ölümü hatırlamaz, yaşamın sihrine kapılıp sonsuz bir karanlığa, bir yok oluşa doğru akar gider. Oysa doğumun mucizevi hali ile ölümün ihtişamı karşısında yaşam nedir ki?
Nasıl yani, dediğinizi duyar gibiyim.
Anlatayım:
Bir canlının bir başka canlının içinden çıkması haliyle doğum mucizevi bir şeydir. Ölüm ise sırlarla dolu olması, engellenemez ve ötelenemez oluşu ve herkesi kapsaması bakımından ihtişamlıdır.
Mücizevi doğum ile ihtişamlı ölüm anı karşısında uzun gibi görünen ve kendi başına bir amaç taşımayan yaşam ise pek sönüktür.
Ne ki bu sönük yaşamdan görkemli bir ömür çıkarmak mümkündür ve bu insanın kendi elindedir. Bunun için sonsuz karanlığa akıp gitmeden bir ışık yakmak gerekir. Karanlığa karşı ışık yakmanın yegane yolu ise insanın kendisinden daha büyük ve daha değerli bir amaca bağlanmasıdır. Herkes bunu yapamaz. Çünkü bucesaret, feraset ve fedakarlık gerektirir.
Aksi halde insan diğer bütün canlılar gibi o sonsuz karanlıktaki yok oluşa doğru sürüklenmekten kendini kurtaramaz. Ve fakat ışık yakmak da o kadar kolay değilidir. Levra ışığın düşmanı çoktur.
Nitekim kendileri ışık yakamayanlar ışık yakanlara düşman olurlar. Onları ötekileştirir, sıradanlıkları ile bastırmaya çalışlar. Bu durum korkuyu, korku ise zulmü yaratır.
İşte birbirini besleyen bu iki unsur, yani korku ile zulüm dünyayı kana bular ve mazlumlara dar eder. Bu noktada ışık gereklidir, zulme ve zelalete rağmen. Bunun için bedeli ne olursa olsun kendinden daha büyük bir amaca bağlanmak ve yaşamı anlamlı gerekir.
Doğum mücizesini onurlandırmak ve ölüm karşısında gülünçleşmemek için bu tek yoldur.