Elin ve dilin insanı
Prof. Dr. Ahmet Özer
İnsan en nihayetinde el ve dildir. Bunlar aklın dışarıya uzantılarıdır. Elle maddi kültürü dil ile de maddi olmayan kültürü yaratırız. Bu iki özelliğimiz bizi diğer varlıklardan ayırır. El başka bir yazının konusu bugün geçen haftadan devamla kelimeler ve dil üzerinde duracam.
Dil ile bilir, dil ile konuşuruz, dil ile aktarır, dil ile yaratırız. Onunda yapı taşı kelimler.. Kelimeler olmazsa dil, dil olmazsa tek başına akıl bir işe yaramaz. Dil aklın sesi ve duygunun evidir.. Bir de vicdan var bizi sorumulu kılan. Herkes bir bakıma vicdanı kadar insandır. Akıl, dil ve insan bir araya gelince yaratımlar ortaya çıkar. Bunlardan biri dünyanın en büyük buluşu sayılması gereken kitaptır. Kitapları insanlara benzetirim ben. Sayfaları günlerimiz, bölümleri mevsimler.. Ve kelimeler, harfler ve onların arasındaki esler. Saatler, dakikalar, saniyeler gibi.. Onları iyi kullananlar ve kullanmayanlar olarak ayrılır birbirinden kişiler.
"İnsanekeihsaneke" denmiştir. Kelimeler insanın atıdır; onlara binen istediği gibi şahlandırabilir hünerince. Lakin at binicisine göre kişner. Koşulmuş atlar eşliğinde dörtnala giden arabalar gibi kitaplar da en değerli düşüncelerinizi yüklenebilirler, zamanı ve mekanı aşarak geçen.. geçebilen.. Ya da uçsuz bucaksız bir bozkırda dörtnala uçan sol dudağında bir özgürlük gibi ıslık taşıyan bir süvari gibi.. her neyse.. Dolayısıyla insan ve kavram at ve bincisi gibidir, kullanma hüneriyle biçimlenen, yerine göre şekilden şekile giren ve zamanın içinde dolaşabilen. Bu insana sadece insana mahsus bir özellik.
İnsanın farkı
Söylenceye göre Olimpos tanrısı Zeus, canlıları yaratırken işe hayvanlardan başlamış. Üstüne üstlük onlara müthiş fizyolojk yetenekler verince insanoğlu itiraz etmiş. Kartala kanat, ata hız, aslana pençe… Ya bize ne? "Hayvanlara bunca yetenek verirken, bana vermedin! Beni hayvanların yanında adeta çırılçıplak bıraktın.", diyerek Tanrı Zeus'a diklenmiş. Bunun üzerine Zeus; "Yanlış düşünüyorsun ey insanoğlu!" demiş. "Ben sana Tanrılar katında da, canlılar arasında da, seni üstün kılacak birşey verdim. Hem doğaya, hem kendine egemen olabilecek bir şey." "Nedir?" diye sorunca insanoğlu:, "Kelime yaratma gücü" demiş Zeus. "Seni, onların gücü ve büyüsü ile donattım.. Üstelik onlardan düşünce üretebilirsin, sadace sana mahsus olan bu özellikle.."
Demek ki insanoğlunun elindeki en büyük sihir kelimelerdir. Kelimelerle yapılan dil ve düşünce yeteneği.. El ile maddi kültür öğelerini yaratırız. El aklın dışarıya uzantısıdır. Ama yetmez. Bir de dil var, en az onun kadar önemli olan. Dil ise maddi olmayan kültür öğelerini yaratır. Konuşmayı, dini, felsefeyi, bilimi, edebiyatı, masalı, hikayeyi onunla yapar onunla yaşarız.. Üstelik de onunla sadece konuşmayız, onunla hatırlar, onunla aktarırız. Onunla uygarlık(lar) yaratır, ya da yıkarız. Hep düşünmüşümdür, sözgelimi tavuklar neden uygarlık yaratmamışlardır, diye. Çünkü tavukları civcivlere hikayelerini anlatamazlar. Aslanın kükremesi ormandaki kurdu kuşu ürkütebilir ama bunu saklayıp aktaramadığı için bin yıldır kükremenin üstüne bişey ekleyememiş, yeni bir şey koyamamış. Ya insan, insan öyle mi? Yaşadığı mağaradan, geldiği yere bakın.. Neyin sayesinde.. Sadece ve sadece kavram üretmenin, saklamanın ve onu aktarmanın sayesinde.. O yüzdendir ki rahatlıkla denebilir ki, dil, insanı insan yapan temel unsurdur ve insan son tahilidedil'dir. Kelimelerin yapı taşının oluşturduğu dil. Bir kişiyi diğerinden ayıran tek şey de onun elini ve dilini nasıl kullandığıyla ilgilidir. Bu da bizi "kişi"ye götürür.
Demek ki kişinin özelliği, onun diğer kişilere göre ne kadar veya ne biçimde kavrama yeteneğine sahip olduğu ya da ne kadar/nice söz bilip bilmediğiyle ölçülür. Söz ve kavram bilgisini nasıl kullandığı, nasıl hayata geçirdiği ise başka önemli bir husustur insan evladı için. Boşuna, "İnsanı gösteren dilidir, konuş ki seni göreyim" denmemiştir.
Kişilik kumaşları
En nihayetinde kişilik kumaşlarımız dillerimizin tezgahlarında dokunur. Dil ile pekişir konuşma ve yazma edimi ile aktarılır. O yüzden dil bilinci gelişmeyenlerin düşünce evrenleri de sınırlıdır. Çünkü dil, düşüncenin evidir. O yüzden herkes aynı şeye baksa bile aynı şeyi görmez. Herkes dünyayı kendi bilinci kadar algılar. O yüzden herkes aynı kitaptan aynı hazzı alamaz. O yüzden herkesin iyisi, güzeli, doğrusu farklıdır. Çünkü kavram deposunun oluşturduğu dili ve dilin hünerli kavramlarının sayısı, çeşidi, dilizilişi ve ondaki yansımaları (sentaksı ve semantiği) farklıdır. O da kişioğlunun doğuşundan itibaren şekillenir, o yüzden ana dil olur. Anadil kişinin ana evidir. Bir insanın gerçek anavatanı, ana dilidir. Albert Camus, "Ana dilimi korumak için, ana dilimin sınırlarında aydın olarak da, yazar olarak da nöbet tutarım.!" ilkesinden yola çıkarak, ana dilin önemini vurgular.
Peki nasıl oluyor da yazılı haline kavram dediğimiz dile geldiğinde söz dediğimiz ardarda yazıldığında cümle, metin, roman, deneme, yazı, şiir dediğimiz şey bu kadar güçlü ve etkili olabiliyor. Çünkü biliyoruz ki insanoğlunun bu hüneri olmasaydı hala mağaralarda ve ağaç kovuklarında salyangoz topluyor olurdu.
Şöyle denebilir; bu sorunun çetrefil varyantından çıkmak için; bizim dışımızda bir dünya, bir realite var, bu realitenin kelimeler yoluyla kavranabileceğini, bunu kavramanın değerli bir iş olduğunu biliriz buna inanırız. İşte bu dışımızdaki realiteyi anlama, açıklama çabasına bilim diyoruz ve bilimi kelimelerle yapıyoruz, yani kavrama işini kavramalarla yapıyoruz, açıklama işini de. Ne kadar çok berrak ve net bilirsek o kadar çok iyi kavrar ve o kadar çok güzel açıklarız. Her nesnenin, olayın, olgununbir adı var demiştik ya zaman ve mekanda var olan bu şeylere bu adları biz koyuyoruz. Velev ki onlar zaman ve mekana göre değişseler bile.
Eğer bir nesnenin ya da olgunun adı yoksa ne olurdu, kanımca kör olurdu. Kör olduğunda ise bir şey görmez, yol alamaz, ilerleyemezdi. Yok eğer adı var fakat o adın tekebül ettiği bir nesne yoksa (yani karşılığı yoksa) o zaman da o kavram boş olurdu. İşte bu yüzden olacak ki ünlü filozof Kant "kavramsız görüler kör, görüsüz kavramlar boştur'' der. Burada önemli olan kavramın var olması ve o kavramın evrende tekabül ettiği bir karşılığının olmasıdır. Ancak o zaman işgörüsü olur..
Bilim insanının farkı Eğer bir bilim insanı kendi alanının kavram bilgisine sahipse ve diğer alanlarda eksikse ve üstüne düşeni yapmıyorsa, sanayideki torna ustasından bir farkı olmaz. Çünkü her ikisi de kendi alanlarında belli bir kavram bilgisine sahip. Bu bilm insanı için kafi değil. O halde ne? Gerçek bilim insanın etrafına ışık saçması, toplumu aydınlatması, zor zamanlarda yol göstermesi beklenir. Çünkü onun bir çok bakımdan sıradan insandan farklı olduğu varsayılır. Bu fark onun üstün bir varlık olmasından değil elbet, uzun zaman "bilme işi"yle uğraştığındandır. Yani o geniş bir alanda kavram bilgisine sahip olan (dünyada olan bitenden haberdar olan) kişidir. O zaman bilmenin hakkını vermesi lazım.
Eğer bunca zaman bu işe bunca emek verdiği halde bu bilgiye sahip olamamışsa o taktirde zaten bulunduğu yeri haketmiyor demektir. Yok eğer bildiği halde korkup sorumluluğunu yerine getirmiyorsa bu daha kötü bir şeydir. Çünkü bilmek sorumluktur, sorumluluk paylaşmayı, paylaşma ise müdahale etmeyi gerektirir. Bilmeyenin yapmaması pek kusurlu sayılmaz, ancak bilip de yapmıyorsa kusur çok büyük demektir. Gerisi mi, gerisi lafı güzaftır. Sadece yorumlayan değil değiştirmek için çaba göstermenin erdemi de burda zaten...
Gelelim bu işin başka bir noktasına: Platon bilme derecesini kavram bilgisiyle açıklamıştı ya, peki bilim insanını diğerinden ayıran şey nedir o vakit? Sadece kendi dalının kavramlarını bilmesi mi? Hiç sanmıyorum. Eğer bir bilim insanı, bir fizikçi, kimyacı ya da bir mühendis sadece kendi dalının kavramlarını (dolayısıyla bilgisini) biliyorsa o zaman onu sanayi sitesinde kendi mesleğinin bilgisini bilen torna ustasından ayıracak şey nedir? Bilgilerinin fazlalığı mı? Tornacı da alanında fazla bilgiye sahip olabilir. Kavramlarının işgörüsünün derecesi mi? Tornacının da kavramlarının işgörüsü yüksek olabilir. Peki o da değilse, bu da değilse ne ozaman?