ANNEME MEKTUP
Prof. Dr. Nurten Laleci Sarıca
Yasmina Khadra takma adıyla bir çok esere imza atan 65 yaşındaki Cezayir asıllı Fransız yazar, “Kabil’in Kırlangıçları” , “Günün Geceye Borcu”, “ Saldırı”, “Bağdat’ın Sirenleri” gibi Türkçeye de çevrilen romanlarıyla tanınmakta. İçinde bulunduğumuz salgın dönemi kısıtlamaları sırasında yazar, yeni kitabını bitirmeye çalışırken bir yandan da annesine duyduğu özlemini 2 Nisan 2020’de kaleme aldığı bir mektupla dile getiriyor. Yakın zamanda kaybettiği annesini ve anılarını son kitabında örtük bir anlatımla dile getiren yazarın duygu dolu mektubunu Türkçe’ye aktarırken beş yıl önce kaybettiğim annemi, kayınvalidemi ve ahirete göçmüş tüm anneleri rahmetle anıyor hayatta olanlara sağlıklı ömürler diliyorum. İnsanın yaşı kaç olursa olsun hep annesinin küçük yavrusu ve annesizlik ömür boyu doldurulamayan kocaman bir boşluk.
“Sevgili anneciğim,
Korona salgını yüzünden bir süredir evimden dışarı çıkamıyorum. Evde kapalı kalmaya alıştım. Nadiren çıkıyorum. Paris’in havası, sabahı ilk ışıklarıyla karşılayan, alaca karanlığı da gece sayan Sahra’lı bir çocuğa pek yaramıyor.
Bu sıralar bir romanı daha bitirmek üzereyim. Bunu senin okumanı çok isterdim. Hatta okumanı istediğim tek romanımın bu olduğunu söylemeliyim. Çünkü bu roman senin adını anmadan seni anlatan ve özünde senin kaderini yansıtan bir roman. Fakat senin okuma yazman yoktu ki!
Yaban tavşanlarını yuvasına kadar takip etmeye ve birkaç tatsız meyvesi için hünnap ağaçlarını eğip bükmeye bayıldığın o taşlı, kurak Hamada’yı ne kadar sevdiğini biliyorum. Yeniden o günleri yaşıyormuş gibi oraları ve o anıları kitabımda anlattım. Uçsuz bucaksız boşluklardan, ıssız kum yığınlarından, kızgın çöllerden ve atlıların gürültülerinden bahsettim. Senin kahramanlarını, memleketin Kenadsa’yı ve şairlerini, eşkıyaların geçtiği patikaları, kabilemizin dağılmasına neden olan talanları yazdım.
Yıllardır beni rahatsız eden bu hikâyeyi yazmam için işe koyulma cesaretini bana veren sensin annem. Yazımı bitirememekten, kendimde bu gücü bulamamaktan korkuyordum. Ama korkularımın yok olması için seni düşünmem yetiyordu.
Gizemli bir geçitten geçer gibi yeni bir bölümü yazmaya her başladığımda omzumun üstünden birinin beni izlediğini hissediyorum. Arkama dönüyorum ve orada seni görüyorum, benim canım annem, meleğim. Sana orada, yukarılarda nasıl olduğunu soruyorum. Bana cevap vermiyorsun. Gülümseyerek bilgisayarımın ekranına, ne olduğunu bilmediğin bu yazıya bakmakla yetiniyorsun. Hikayeleri sevdiğini bilirim. Eskiden her gece uykum geldiğinde bana bir sürü hikâye anlatırdın. Başımı dizlerine koyar, saçlarımı okşayarak berberi ve bedevi öyküleri anlatırdın. Sesin o kadar güzeldi ki uykuya geçmek istemezdim o zamanlar. Sesin ruhumu okşamaya devam etsin isterdim hep. O anlarda dünyada sanki sadece biz varmışız gibi olurdu. Dünya demek sanki ikimiz demekti. Gece ve gündüz önemini kaybederdi. Dünya da bizdik, zaman da.
İnsanın, bir kelimeyle her şeyi nasıl büyülediğini, bir cümlenin koca bir kitaba ve bir kitabın bir efsaneye nasıl dönüştüğünü bana öğreten sensin. Bu yüzden ben senin için yazıyorum. Sesin hep bende yankılansın, hayalin yalnızlığıma yoldaş olsun diye.
Kum tepeciklerinde durup sanki bütün serapları kucaklarcasına kollarını çöle uzatarak, sıkıntılarından arınan sen; uzaktan dörtnala geçen bir atın sesini vahiy iniyor zanneden sen; bu romanda kendi benliğinde yüceldiğini hisseder, şaşkınlıklarım, hayrete düşmelerimle onur duyardın. Bir defasında çarşıda, bir ozanın derme çatma bir kaide üzerinde sallanarak hikâye anlatmaya başladığında sendeki heyecanı nasıl unuturum? Çünkü sen anlatılanları gerçek sanıyor, inanıyordun. Saçma sapan efsaneler gerçekti, büyülü söylentiler gerçekti. Yani söylenen her şey senin için gerçekti, çünkü sana göre insanlığın nabzı bu hikayelerde atıyordu.
Olur ya bir gün Oran şehrine dönme fırsatım olursa seninle her zaman oturduğumuz yerde oturacak ve eskiden yaptığımız ve sonunda senin hep bir çocuk gibi uyuyakaldığın muhabbetlerimizi yad edeceğim. Seninle verandada oturup serinlerdik. Sen kanepede uzanırdın, ben de merdiven basamağında sigaramı tüttürürdüm. Birbirimize eski anılarımızı anlatıp safça gülerdik. Tıpkı bir düşünür gibi çeneni baş parmağınla işaret parmağının arasına koyar, gözlerini kısarak sana anlattıklarımın en küçük ayrıntısını bile kaçırmazdın.
Ne güzel günlerdi! Sadece iki yıl öncesine kadar geçen çok güzel günler. İki yıl, öylesine uzun, iki sonsuz yıl. Allah’ım o günlere bir daha dönmek için ne yapmalıyım? O günlerin geri gelmesi için hangi duayı etmeliyim? Ama bize verileni bir gün geri vermek zorunda olmak her şeyin özünde var. Zamanın bizim olduğunu düşünmemiz ne kadar yanlış! Oysa günün birinde sevenleri birbirinden ayıracak o zor görevi yapacak olan da zaman. Geriye sadece kendimizi avutacağımız bir anı kalıyor.
Benim canım annem, sen gittiğinden beri, bütün yaşlı kadınlarda, büyük annelerde seni görüyorum. İster sarışın ister kumral isterse esmer olsunlar her birinde senden bir şeyler var sanki. Eğer gözleri seninki gibi değilse, ağzı seninki gibi; sesi, senin sesin değilse yürüyüşü senin yürüyüşün. Sana hiçbir şeyi benzemese de senin bende yarattığın heyecanı bana yaşatıyor.
Oysa nereye gidersem gideyim, hiç kimsenin olmadığı bir yer bile olsa, uzaklardan bana el salladığını biliyorum. Bazen eşlik ettiğin, hüzünlü, kayan bir yıldız, bazen kalbin kadar berrak şefkat okyanusunun ortasında rüyalar adası, sen benim gerçek mucizemsin. Annem! Bir gün sana kavuştuğumda geride bizi hatırlatacak bir şey olsun istedim. Sana olan sevgim. “Çünkü dinlemeyi bilenlere bizi anlatacak tek şey sevgidir.”
Not Hamada ve Kenadsa Cezayir’deki yerleşim yerlerinin adıdır.