Zulüm Çin'de olsa bile…
Prof. Dr. Nurten Laleci Sarıca
İki bin yılına yeni ve büyük umutlarla girilirken herkesin dilinde yeni bir dünya düzeni vardı. Yaşanılası bir dünya özlemiyle çarpıyordu yürekler. Oysa her geçen gün yeni bir felaket haberiyle sarsıldı yaşlı dünyamız. Hiç bitmeyen savaşlar, siyasî çekişmeler, tüm teknik gelişmişliğe rağmen tahmin edilemeyen ve önlenemeyen doğal felaketler insanlığı korkunç bir tükenişe doğru sürüklemeye başladı. Bunların bir kısmı insana bir kısmı da çevreye bağlı olan olaylardı. İnsanoğlu çevreye bağlı doğal felaketlerin üstesinden gelmeyi henüz başarabilmiş değil. Ancak insana bağlı olan savaşlar, siyasi çekişmeler, hak ihlalleri, soykırımlar ve şiddet için çözümler üretilebilir mi? Dünya üzerinde artan nüfus, açlık, salgın hastalıklar, kuraklık, bitki ve hayvan türlerinin yok olması, çarpık kentleşme, dijital kirlilik ve daha sayısı arttırılabilecek çözüm bekleyen onlarca sorunla küresel ölçekte baş etmek, çözüm aramak yerine, hala insanoğlu kendi türünü yok etme yolunda ilerlemekte.
Zaman zaman haber kanallarında çok az değinilen, belki de birkaç satırla geçiştirilen ama aslında bizi yakından ilgilendiren bir konuya değinmek istiyorum. Öncelikle şunu sormak lazım. Türkistan neresi?Peki Doğu Türkistan size tanıdık geliyor mu? Hiç duydunuz mu? Orada olan bitenden haberiniz var mı? Cafcaflı magazin haberlerinden, sanatçı (?) dedikodularından, iç siyasi çekişmelerden fırsat bulup bizden uzakta acılar içinde kıvranan, yaşadıkları zulme her gün bir yenisi eklenen Doğu Türkistan'daki soydaşlarımıza olanlardan haberiniz var mı?
Bu konuya duyarlı olanlar veya bir şekilde dikkatini çekenler bilirler, hemen hemen her gün farklı kaynaklarda Çin'in Doğu Türkistan'daki soydaşlarımıza uyguladığı baskının artık bir insanlık suçuna dönüştüğünden bahsedilmekte. Eğer birkaçını uzun uzun okursanız durumun ne kadar içler acısı bir hal aldığını anlarsınız. Yirmi birinci yüzyılda, sınırların kalktığı, her türlü iletişimin parmaklarımızın ucunda olduğu günümüz dünyasında neredeyse tüm dünyanın gözü önünde cereyan eden bunca haksızlığa, baskıya, zulme nasıl sessiz kalınabildiğini ise anlamak imkânsız.
Birkaç gün önce bir haber sayfasında şöyle bir başlık yer alıyordu: " Doğu Türkistan'da yaşayan Uygur Türkleri Yetim kaldı". İçeriğinde özetle şöyle deniyor: "Çin'in Uygur Türkleri' ne uyguladığı zalimane baskılar, Türkiye başta olmak üzere bütün Türklüğün tepkisini çekiyordu. Ancak tüm kınamalara rağmen Uygur Türk'lerinin üzerindeki baskılar azalmak bir yana daha da artarak devam etmektedir. Son zamanlarda Çin, Türk dünyasının Uygur Türk'lerini sahiplenmemesi ve de yalnız bırakılmasını sağlamak için büyük bir çabayla çeşitli yöntemlere başvuruyor."
Soydaşlarımıza yönelik olarak uygulanan baskıların başında keyfi nedenler üretilerek tutuklamalar, toplama kamplarına alınmalar, erkekleri toplama kampında olan ailelerin yanına Çinli erkeklerin yerleştirilmesi, ibadet özgürlüğünün kısıtlanması, çalışma kamplarında ağır şartlarda çalıştırma ve dahası birçok kötü uygulama yer alıyor. Katolik Asya Haber Birliği'nin (UCA) sitesindeki bir habere göre Çin'de 500 kampta tutsak sayıları on binleri geçen Uygur ve Kazak Türkü bulunduğu, bunların kampların 209'unun hapishane, 74'ünün ise çalışma kampı olduğu bildiriliyor. Bunun dışında bilinmeyen hapishanelerin olduğu ve oralarda hapsedilenlerin zor şartlara dayanamayarak ölmelerinin beklendiği ekleniyor. Geçtiğimiz günlerde üç binin üzerinde gencin idam edildiği haberi ciğerlerimizi sızlatmaya devam ediyor.
Tanınmış youtuber (youtube üzerinden haber yapan) Ruhi Çenet'in hazırladığı bir videoda toplama kampından kurtulan bir kadın soydaşımızın (40-50 yaşlarında) anlattığı,kampta yaşatılan insanlık dışı uygulamalar, izleyeni isyan ettirecek boyutta. Kardeş aile uygulamasıyla Müslüman aileler Çinli ailelerle görüşmek zorunda bırakılıyor, bu görüşmelerde dinlerine aykırı davranmaları (domuz eti yemek gibi), aksi durumda üst yönetime bilgi verecekleri söyleniyor. BBC'de yayınlanan habere göre eğitim kampı adı altında kurulan toplama kamplarındaki uygulamalar sonucunda evine dönme şansı (!) olanlar döndükten sonra en fazla birkaç ay yaşayabiliyorlarsa şanslı sayılıyorlar. Ailelerinden zorla alınan çocuklar özel yetiştirme yurtlarında tamamen Çin dil, gelenek ve inançlarına göre yetiştiriliyorlar. Çin nüfusunun çoğunluğunun erkek olması nedeniyle Uygur kızları zorla Çinlilerle evlendiriliyorlar. Malum kamplardaki kadın ve kızlara akıl almayacak, ahlak dışı işkenceler uygulanıyor. Din alimleri yanı sıra aydınlar, profesör, araştırmacı, eğitimci, gazeteci, yazar ve sanatkârlar hapsedilmekte, suçlu bulunmadığı halde bazıları idama mahkûm edilmekte.Bu süreçte hocalar kampa veya hapishaneye gönderilerek Üniversiteler de Türk hocalardan tamamen arındırılmıştır. Bu da etnik kimlikle beraber kültürel kimliği de yok etmek demektir.
Yapılanların sadece kendi ülke politikası olduğunu söyleyen yetkililere göre potansiyel suç işleyeceklerini düşündükleri Uygurları eğitim kamplarına alıp suç işlemelerini beklemeden onları yasalara uygun hale (!) getiriyorlar. Ne kadar saklanırsa saklansın, yayın, inceleme, gezme yasağı konursa konsun Doğu Türkistan'da yaşananların onların dediği gibi olmadığı New York Times'da yayımlanan belgelerle ortaya konmuş. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi kamplarda zorla tutulanların serbest bırakılmasını isteyen resmi bir mektup yayınlamış. Aralarında birçok Avrupa ülkesinin de bulunduğu toplam yirmi üç ülke 8Temmuz 2019'da bu mektubu imzalamış(Türkiye hariç?). Buna karşılık Çin'in uygulamalarını destekleyen kırk ülkenin imzası da karşı atak olarak Çin yetkililerince BMİHK'ya gönderilmiş. Bu noktada ilginç ve düşündürücü olan, soydaşlarımıza yapılanlara karşı olan, eleştiren ve dile getiren ülkeler Müslüman olmayan ülkeler, oysa destek olanların başında Arap ülkeleri ve Müslüman ülkelerin geliyor olması. Neden diye düşünürken, yine herkesin sosyal medyadan rahatlıkla ulaşabileceği, izlediğimde yüreğimi yakan, çok yaşlı bir Uygur Türkü'nün kaçarak gittiği Amerika'da söyledikleri cevap oldu. Şöyle diyor ağlayarak : " Dünya da zulüm gören insan görmedim, hatta bizden de ezilmiş horlanmış hayvan bile görmedim. Burada Amerika'da hatta vahşi hayvanları bile esirgeyip himaye eden teşkilatlar var. Hatta insan yiyen timsahları bile himaye eden teşkilatlar var. Biz insan olarak dünyaya gelmişiz, ismimiz Uygur. Uygur demek, birleşen, uyuşan, uyum sağlayan Uygur, Dokuz Uygurların evladı, Hun Türklerin devamı …" Onların hiçbir suçu yok. Tek suçları Müslüman Türk olmak. Bu yaşlı Uygur'un gözyaşları hangi vicdanı sarsmaz, hangi yüreği yakmaz ki!
Bir başka soru da şu: Neden bu bölgede soykırıma varan ölçüde böylesine büyük insan hakları ihlalleri yaşanıyor? Cevap hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü bu bölge zengin petrol, doğal gaz, uranyum kaynaklarına ve altın madenine sahip. Tek başına Çin'in kömür rezervlerinin 40'ını oluşturmakta.Ayrıca Doğu Türkistan'ın ticaret yolları üzerinde bulunuyor olması da bölgenin önemini arttırıyor.
Buraya kadar yazılanlar durumun ciddiyetini çok az bir miktarda anlatabiliyor kanısındayım. Belki çok yetersiz, belki bu yazılanların yaşayanlara doğrudan bir yardımı olmayacak. Belki sadece bu yazıda kalacak. Belki çok okunmayacak. Ama Su taşıyan karınca misali, yardım edemesek, onları içine düştükleri bu ateşten kurtaramasak bile bir damla su da biz olalım ateşlerine.
Bir Vanlı olarak on yıl önce Denizli'ye yerleşmekle nasıl ki memleketimizi, hemşerilerimizi unutmak, onların derdiyle dertlenmemek, acılarıyla acılanmamak mümkün değilse, atalarımızın kopup geldiği, ata yurdumuzun bir parçası olan Doğu Türkistan'da yaşananlara da kayıtsız kalmamamız gerektiğini düşünüyorum. İstiklal Marşı şairimiz merhum Mehmet Akif'in sözleriyle:
"Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!"