Bizim çocukluğumuzda…
Şahbettin Uluat
Bizim çocukluğumuzda radyo vardı ama her evde yoktu. Yani radyoda Pazar günleri sabah saat 10’00 da yayınlanan Radyo Tiyatrosu programını da, hafta içi her akşam 21.15’de yayınlanan Arkası Yarın ‘ı da yalnızca evinde radyosu olan şanslı aileler dinleyebilirdi. Bu iki program da hafife alınacak şeyler değildi. Değildi, çünkü o zamanların orta sınıfının sineması da, dizileri de bunlardı. Komşuya arkası yarın dinlemeye giden meraklılar da vardı desem abartmış olmam.
Nasıl ki bugün dizi karakterleri meraklıları tarafından dikkatle izleniyorsa o gün de Arkası Yarın karakterleri izleniyordu. Nasıl ki bugün diziler en meraklı yerde kesilip sonraki haftaya bırakılıyorsa o gün de aynısı yapılıyordu.
Birinci Dünya Savaşı sonrası şehrin toparlanması kolay olmamıştı. Halkın eğitim düzeyi bugün ile kıyaslanamayacak kadar geriydi. Okuryazar olmayan insan sayısı çoktu.
Ancak bütün bunlar bu toplumun tamamen boş olduğu anlamına gelmiyordu. O günlerde de atasözleri, maniler, deyişler, vecizeler, hikâyeler, masallar, efsaneler dilden kulağa, kulaktan dile (doğal olarak değişim de geçirerek) dolaşıyordu.
Benim de ucu ucuna kaçırdığım daha önceki zamanlarda hoş hikâyeler anlatarak halkı eğlendiren meddahların da bu kültürel etkileşime ciddi anlamda katkıları olmuştu. Onlar kahvehanelerde ya da benzeri yerlerde aşk ve cenk hikâyeleri ile duruma göre masallar anlatarak önemli bir boşluğu doldurmuşlardı.
Onların bir kısmı mesleklerini öyle güzel icra etmişlerdi ki, bazı izleyicileri kendilerini anlatının akışına kaptırmış; gerçek dünya ile bağlarını koparmış; beklenmedik tepkiler göstermişlerdi.
Dilden kulağa, kulaktan dile dolaşan (dolaşırken değişime uğrayan) bu tepkilerden biri de anlatıldığına göre Erciş’te yaşanmıştı.
O her yerin karla kaplı olduğu, dışarılarda sert rüzgârların uğuldayarak karı sağa sola savurduğu uzun kış gecelerinin birinde, sobasında odunlar çıtır çıtır yanan, sıcacık ve kalabalık bir kahvehanede tanınmış bir meddah Zaloğlu Rüstem hikâyesini anlatmaktaymış.
Herkesin büyük bir sessizlikle dinlediği macera gecenin ilerleyen saatlerinde dönüp dolaşıp heyecan verici bir sonla bağlanmış.
O sona göre kalabalık bir küffar grubu Zaloğlu Rüstem’i bir kayanın dibinde kıstırmış. Zaloğlu sırtı bir kayaya dönük, elinde yalın kılıç, yaralı vaziyette düşmanla savaşır halde iken, anlatan meddah “devamı yarın,” diyerek o geceki bölüm için sözünü bitirmiş.
O sözünü bitirmiş bitirmesine de, anlatılanları heyecan, merak ve ciddiyetle dinleyen babayiğit bir Ercişli büyüğümüz bu sonu kabullenememiş. Zaloğlu’nu o durumda bırakmak için vicdanı el vermemiş. Hemen yerinden kalkmış, sırtını kahvehanenin çıkış kapısına dayayıp iki elini yukarı doğru açıp kararlı bir ses tonu ile “Dinime kitabıma Zaloğlu oradan kurtulmadan kimse bu kahveden çıkamaz!” diye ünlemiş.
Ünlemiş de ne olmuş derseniz onu tam olarak bilmiyorum. Ancak öyle bir durumda olabilecek en makul şeyi söyleyebilirim.
Bana göre bu gelişme kahvehanede bulunanlar arasında kısa bir kargaşaya neden olmuş. Gelişmeyi destekleyenlerle karşı çıkanlar bir süre kendi aralarında yüksek sesle konuşmuşlar. Sonrasında meddah ağabeyimiz, engin deneyimi ve geniş yüreğiyle o tepki gösteren büyüğümüzle duygudaşlık da kurarak yapılan itiraza hak vermiş. Yeniden söz alıp, postuna, makamına geri oturmuş; anlatısına kaldığı yerden devam edip Zaloğlu”nu, o zor vaziyetten kurtararak hikâyenin sonunu tatlıya bağlamıştır.
*
Hayal meyal hatırladığım o eski zaman gecelerinin birinde, köyden şehire ilk kez gelmiş bir misafirimizle birlikte, o da görsün, eğlensin diyerek Emek Sineması’na gitmiştik. Beyaz perdedeki siyah beyaz filmin bir sahnesinde, vahşi bir ayının giderek kameraya yaklaşması, perdedeki görüntüsünün büyümesi üzerine o misafirin ciddi anlamda rahatsız olduğunu hatırlıyorum. Bir taraftan sakinleşmesi için elini sıkı sıkıya tutup kendisine bunun yalnızca bir görüntü olduğunu söylemiş, bir taraftan da gülmekten kendimizi alıkoyamamıştık.
Zaman su gibi akıp gidiyor. Şimdi bizlere çok uzak gözüken, yeni kuşak gençlerimize de, bin yıl önce yaşanmış masallar gibi gelen bütün o olaylar bizim kuşağın ve bizden öncekilerin yaşadıklarıydı.
Fazlası çok, eksiği yok.