Filistin'i anlamak, dünyayı anlamak
Şahbettin Uluat
Televizyon karşısına oturmuş bütün dünya ile birlikte haberleri izliyoruz. Haberin konusu Gazze.
Yine İsrail uçakları, yine sivillerin yaşadığı alanları bombalamış, yine masum insanlar, kadınlar, çocuklar ölmüş.
Yaralılar yetersiz koşullarda koştur koştur hastanelere taşınıyor.
Yanımdaki 60 yaşındaki kadın dehşetle ekrana bakarken" Böyle bir şey nasıl olabilir?" diye soruyor.
"İnsanların evleri uçaklardan atılan bombalarla nasıl başlarına yıkılabilir? Bunu yaptıranlar ve yapanlar vicdan taşımıyorlar mı? Kendileri insan değiller mi, insan halinden anlamıyorlar mı? Bu dünya nasıl bir dünya? O insanlar nasıl insanlar?"
Susuyorum. Bir şeyleri ben konuşmadan çözsün diye susuyorum.
Benden kolayca alacaklarını unutabilir ancak kendisinin düşünerek ulaşacağı yanıtlar daha kalıcı olur. Üzerinde yaşadığımız dünya onun anladığı dünya değil, anlasın ve sorularının yanıtlarını kendisi bulsun diye susuyorum.
" Haydi, her şeyden vazgeçtim, Hani Birleşmiş Milletler diye bir kurum vardı, o nerede? Ne yapıyor?" diye soruyor.
Susuyorum.
O susmuyor:" Peki bunlar Arap değil mi? Arap ülkeleri neredeler?"
Susmaya devam ediyorum.
" Bu nasıl bir dünya?" diye soruyor yeniden. “Demokrasiden, İnsan haklarından söz edildiğinde mangalda kül bırakmayan o demokratik ülkelerin liderleri bütün bunları görmüyorlar mı, izlemiyorlar mı? Neden müdahale etmiyorlar?"
O sorarken, ben de susup düşünüyorum.
Kadıncağız gerçekten anlamıyor. Olup bitenlere anlam veremiyor. Türkiye'de, onun yetiştiği ülkede, onun yetiştiği şehirde, mahallede, kültürde böyle bir şey olmaz, olamaz. Onun yaşadığı çevrenin insanları böyle şeyler yapmaz, yapamaz. Böyle şeyler düşünemez bile.
Biliyorum ki onun aklından geçen o en doğal sorular bu ülkedeki yüz binlerce insanın aklından da geçiyor.
Artık o da susuyor konuşmuyor. Dili susuyor ama gözleri susmuyor. Şimdi de gözlerinden akan yaşlar konuşuyor.
Gözyaşının tuzlu suyu dudağına ulaştığında yeniden soruyor: " Peki bu İsrail küçük bir devlet değil miydi? Nasıl oluyor da onca büyük devletin varlığına karşın öyle bir zulme, katliama, soykırıma cesaret ediyor? O cesareti nereden alıyor?”
O soruyor, ben düşünüyorum. Biz toplum olarak evlatlarımızı, insanlarımızı hoşgörülü, iyi niyetli, yapıcı olmaya yönlendirirken onlara dünyada hoşgörüsüz, kötü niyetli, yıkıcı insanların, ideolojilerin, inançların da olduğunu anlatmadık. Bunun canlı örneklerini göstermedik. Evlatlarımızı uyandırmadık.
Bugünün zengin ve gelişmiş devletlerinin o zenginliklerinin asıl kaynaklarının kölecilik ve sömürgecilik olduğundan söz etmedik. Bu bilgileri ders kitaplarına koymadık.
Bizler Yurtta sulh cihanda sulh ilkesi ile hareket eden bir liderin bu yapıcı mesajını sahiplenip bütün dünyanın da öyle düşündüğünü varsayarak yaşarken başka ülkeler köleleri çalıştırarak zenginleşiyor, askerleri ile girdikleri her ülkeyi sömürge haline getiriyorlardı.
Birileri dini inanç olarak kuşandıkları kendi sapık ideolojilerine dayanarak dünyanın üstün ırkı olduklarını düşünüyorlardı. Karşılarında duran ve kendilerinden, kendi inançlarından olmayan öteki insanları hayvan sayıyorlardı. Başkalarının anayurtlarını orantısız güç kullanarak, işgal ederek petrollerini, değerli madenlerini yani kaynaklarını çalıyorlardı.
Bir türlü sıra gelmedi, çocuklarımıza anlatmadık.
Atalarımız bizlere insanlık, vicdan, merhamet, yardımlaşma, paylaşım değerlerini miras bırakırken onlar da evlatlarına böyle vahşi bir bilinci miras bırakıyorlardı.
Onlar bizi çok iyi tanırken bizim çocuklarımız onları tanımıyorlardı.
*
İkimiz de susmuş kendi iç dünyalarımıza dönmüştük.
Aklımdan geçenleri ona aktarıp daha çok üzmek istemiyordum. Ona, bu sapık inanç sahiplerinin zulmünün bugünün işi olmadığını, yıllardır yaşandığını söylemedim.
Bu zulmün faillerinin yıllardır kitaplarla, filmlerle, kendilerini soykırım kurbanı olarak dünyaya pazarladıklarını da es geçtim.
Ona arkadaşım Nedim Hoca’nın sık sık ifade ettiği şekliyle günümüzün modern sömürgeciliğinden de bahsetmedim. Bugün artık gelişen ve yoksul ülkelerin her türlü kaynaklarının çaktırmadan, el altından götürülmekte olduğunu da söylemedim.
Birilerinin kendilerininki de dâhil, dökülecek kanları hesaba katmadan Üçüncü Dünya Savaşı için gong sesi beklediğini söylesem huzursuz olacaktı. Yükünü artırmak istemedim.
Yüreğindeki kanayan yaranın büyümesini istemedim.
O da zaten sorularını bir daha yinelemedi.
Aramızda dolaşan sessizlik bilgesi kafasındaki deli soruların yanıtlarının çoğunu, çoktan kulağına üflemişti.