Gümüş rengi bir kış günü
Şahbettin Uluat
Bulunduğum apartman dairesinin penceresinden dışarı bakıyorum.
Gökyüzünü yoğun bir şekilde kaplamış olan bulutlar gümüş renginde. Onlardan önce görüş alanıma giren balkon demirleri de gümüş renginde.
Yine yakında bulunan evlerin kış ile bahar arasına sıkışmış çatılarının renkleri de, gökyüzünde uçuşup duran güvercinlerin kanatları da gümüş renginde.
Sabah yağdıktan sonra kesilmiş olan karların ıslattığı cadde ve kaldırımlar ile karşıdaki kaba inşaat halindeki binanın renkleri biraz daha koyu.
Tam o esnada cami minaresinden yayılan ve yaşayan herkese ölümü hatırlatan cenaze salası da gümüş renginde.
Bugünün rengi gümüş.
Elbette çevreden bu renge itirazlar da var. O itirazcıların ikisi hemen aşağıda betona teslim olacakları günü bekleyen iki büyük bahçe ile iki toprak ev.
Bildiğim kadarıyla yapı ruhsatı sorunları nedeniyle oralara henüz can alıcı darbe vurulmamış, beton dökülmemiş.
Evlerin bir tanesi rahmetli komşumuz Vehbi Çağdaş’ın evi. 1960’lı yılların ortalarında boş bir tarlaya inşa edilmiş olan ve o gün için şehrin varoşu sayılırken şimdi artık merkezde kalan sokağımızda bugün de ayakta olan son üç evden biri.
Bu ev, iki bütün bir yarım kerpiç kalınlığındaki duvarları ile altmış yıldır zamana meydan okuyor. 1976’da ve 2011’de şehri şiddetle sallayan iki büyük depreme de, yapıldığı günden bugüne kadar yaşanmış sayısız irili ufaklı başka depremlere de direnmeyi bilmiş ve doğal olarak artık yorulmuş bir ev.
Ortamın gümüş rengi o eve de bulaşıyor. O günlere geri dönmeme neden oluyor. Kendisi bina ustası olan ama o günlerde bakkallık yapan Vehbi Ağabeyi, eşi Zeynep Ablayı ve evlatlarını; onların evleri ile bizimki arasında bulunan ve şu an yerinde yeller esen bir başka evde yaşayan kardeşi Cemal Ağabey’i, eşi Naciye Abla’yı, çocuklarını özlemle hatırlıyorum. Hepsini ve bütün diğer komşularımızı saygı, sevgiyle anıyorum. İçimden usulca o günleri paylaştığımız insanlardan şu an aramızda olmayanlara hepsine Allah’tan rahmet diliyorum.
Onlar da, o günler de, bir gümüş rüzgâr gibi esip geçiyorlar gözlerimin önünden. Esip geçmekle kalmıyor bir yürek sızısı, bir geçmişe özlem olup tüm varlığımı teslim alıyorlar.
Bugün de Vehbi Ağabey’in iki dönüm arsasının birinde evi ötekinde de tamamı kayısı ağaçlarından oluşan bir meyve bahçesi var. Bu gün de onun vaktiyle mahalle bakkalı olarak kullandığı küçük dükkânı o evin sahibi aynı amaçla kullanıyor.
O meyve bahçesindeki kahverengi ile siyah arasında renkleriyle “biz buradayız henüz gümüş ya da beton olmadık” diyen ağaçlar da her ne kadar her ilkbaharda çiçeklenip dalları kırılacak kadar meyveye dursalar da hem yaşlılıktan hem de bakımsızlıktan artık son demlerini yaşıyorlar.
Ve o bahçede bugün de kümes hayvanları var.
Uzun zaman başka yerlerde yaşadıktan sonra yeniden bu mahalleye taşındığımda sabahları beni mutlu eden horoz sesleri o bahçeden geliyor.
Gümüşe itiraz eden bir başka şey de Vehbi Ağabey’in bahçesinden sonraki boş arsada duvarın dibinde yeşermiş olan otlar. O yeşil otlar beni bir kez daha geçmişe götürüyor. O zamanlar soğuk dönemde altı ayı aşkın süre kar altında kalan Van’da, her bahar mevsimi yaklaşırken yani mart sonu nisan başı gibi, güneye bakan duvar diplerinde ayakkabılarımla karı temizleyip özlemle yeşili aradığım zamanlara dönüyorum.
Gözlerimin önünde bütün ihtişamı ile Erek Dağı var. Esen rüzgâr eteklerinin bir kısmının karlarını süpürüp gümüş rengi toprağı açığa çıkarmış. Sanki kocaman dağ hal dili ile konuşup artık mevsimlerin değiştiğini, kışın hükmünün azaldığını, havaya cemrenin düştüğünü, bundan sonra şehir merkezinde kar yığınları görmeyeceğimizi anlatıyor.
Düşünüyorum da, gümüş renginin bu kadar çok konuştuğu bir zamanda insan ruhunun bundan etkilenmemesi mümkün değil. Onca gümüş şu ya da bu şekilde hüzün, geçmişe özlem ya da başka anılar duygular olup biz insanlara da bulaşıyor.
Ancak her insanın yaşadığı gümüşün rengi de, ayarı da, şekli de, hacmi de doğal bir şekilde farklı oluyor.
23 Şubat 2024