Ben
Timurlenk Bozkurt
"Evet, Ben. 1930 yılının son ayında Van ilinin Bahçivan Mahallesinin o zamanlar dere adıyla maruf ve içinden çok kez sel suları akan bir sokağının iki yüz metre uzağındaki Nedim Efendi Sokağı adlı bir sokakta dünyaya gözlerimi açtım. Bu tarih 1931, hatta 1932 de olabilir ama nasıl olmuşsa olmuş rahmetli babam devlete baş parası ödememek için henüz dünyaya gelmediğimiz halde doğmuşuz gibi göstermiş. O zaman devlette doğum kontrolü düşüncesi yerine nüfusun artması düşüncesi hâkimdi. Bu nedenle fazla çocuk sahibi olanlardan baş parası alınmıyordu. Az çocuğu olanlar veya hiç çocuğu olmayanlar ya kişi başına 12 lira devlete verecekler, ya da beher bir lira için bir gün devletin gözetiminde yollarda amelelik yapacaklardı. Bu uygulamaya karşı gelenler ise beher lira için bir gün hapis yatacaktı. Örneğin adam bekâr ise 12 lira devlete verecek, yâda 12 gün yollarda amelelik yapacak, şayet bunları yapmaz veya yapamaz ise 12 gün cezaevini boylayacaktı. Şayet adam evli ise ödeyeceği para iki kat, yolda çalışması yine iki kat, ceza evini boylaması ise yine iki kat olurdu. Bunun böyle olduğunun bir belgesini size sunayım. Şayet Şark Cephesi Kumandanı ve aynı zamanda İstiklal Savaşının 2 Numaralı Önderi Kazım Karabekir Paşanın "İstiklal Savaşımız" adlı eserini açıp bakabilirsiniz. O müstesna eserde bir fotoğraf var. Kazım Karabekir Paşa köylü vatandaşlarla birlikte çektirdikleri fotoğrafın altında şu ifadeler yer alıyor: " Baş parası bulamadıkları için cezaevinde yatan köylü efendilerimiz." O yıllarda 12 lira yeni işe giren küçük bir memurun aşağı yukarı bir aylık maaşı idi. Tabii evli olup çocuk sayısı 3 ü veya 4 ü geçmedikçe devlete para verme veya yolda çalışma, yâda cezaevinde yatma külfeti de artıyordu.
" Rahmetli babamın resmi olarak iki, gayri resmi olarak da bir olmak üzere toplam üç hanımı vardı. Birinci hanımı benim annemdi. Babamın annemden olman çocukları ilk çocuğu hariç hiç biri yaşamıyorlarmış. Babam ise erkek çocuk düşüncesi ile yanıp tutuşuyormuş. Bunun üzerini annem babasının dayısı Molla Abdülcebbar'a giderek Fatma adındaki kızını babama istemiş ve babam ile Fatma'nın düğününü bizzat kendisi yaptırarak gelini eve getirmiş. Fatma annemin ( ki biz ona küçük anne diyorduk, benim anneme ise tümümüz büyük anne demekteydik.) ilk çocuğu bizim büyük ağabeyimiz Mehmet' ti. Ardından Necibe adlı ablam, Ali İhsan, Enver, Talat, İsmet, Cemal ve Ahmet Cevdet adlı erkek kardeşlerim, Adile adlı kız kardeşim dünyaya merhaba demişler. Bu arada büyük annemizden yani benim annemden ben son beşik olarak doğmuşum. Benim dünyaya gelişim ve yaşamımın devam edişi bir olay olmuş evimizde. Çünkü daha önce ve ilk ablamız Muhteber den sonra annemin 6 erkek ve kız çocuğu olmuş ama her altısı da bir iki hafta içinde ölüvermişler. Benim yaşamam onlar için bir mucize imiş. Kurbanlar kesilmiş, yoksullara para ve giysi dağıtılmış. Ziyaretlere gidilmiş, babamdan gizli hoca efendilere muskalar yaptırılmış, mevlit okutturulmuş ve en enteresanı kurt avına adamlar salınmış ve bir kurt vurularak başı kesilip getirilmiş, nasıl olmuşsa bilmiyorum ama ben kurtağzından geçirilmişim.
" Burada dikkat ederseniz rahmetli babam bizim evimizde sanki İttihat ve Terakki Partisini kurmuş idi. Enver, Talat ve Cemal Paşalar üçlüsü zaten vardı, yanlarına birde, yine aynı partiye mensup meşhur Ali İhsan, Cevdet ve İsmet Paşaları ekle kadro tamam. Yalnız Halil Paşa ile Hareket ordusu kumandanı Mahmut Şevket Paşa eksikti. Annemden olma büyük ablamız Muteber'i de sayar isek mevcudumuz 3 annem ve biz kardeşler olmak üzere babamla birlikte 15 nüfusu buluyordu ve dolayısı ile babamın devlete baş parası vermesi mümkün değildi. Zaten bizim ailemizde baş parası verilmesi çok büyük bir hata olurdu. Zira biz eskilerden beri baş verirdik ama baş parası vermezdik. Bunun nedenini ve nasılını özet olarak anlatmaya çalışayım:
" İran"da son yüz yıla kadar baş parası yokmuş. Zamanın Şah"ı bir gün bir ferman irad buyurmuş ve bu günden itibaren İran'da oturan her kes, İran vatandaşı olsun olmasın kişi başına iki tümen baş parası verecek demiş. Tabii ferman tellallar vasıtası ile ve sair yollarla tüm İran halkına duyurulmuş. Bunu haber alan ailemizden dedemin dedesi hacı efendi: " Ulan ben bu başa paramı veririm " diyerek belindeki hançeri çıkarıp tüm gücü ile şah damarına saplayarak oracıkta can vermiş. Büyük dedemizin yapmış olduğu bu fiil ve bir yerde göstermiş olduğu pasif direniş anında Şah'a iletilmiş ve Şah: " Bu aileden baş parası almayın" diye emir vermiş. O günden sonra ailemizin hiçbir ferdinden baş parası almamışlar.
" Daha 5 yaşımda iken Necibe ablam bana okuma yazmayı öğretti. Çok zeki idim. Bakın aradan 50 - 60 yıl geçti ben halende o yıllarda ablamdan öğrendiğim ve hane halkından dinlemiş olduğum tüm masal, hikâye, destan ve şiirleri unutmadım. Hele evimizde okunan mevlüd'ü şerifi tümüyle, yani kesikbaş, güvercin, deve, geyik, hikâyeleri dâhil ezberledim ve halende çoğu ezberimdedir. Hazreti Ali'nin cenklerini, Köroğlu, Arzu ile Kamber, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Şah İsmail, Tahir ile Zühre, Gül ile Bülbül, Gül ile Sitemkâr, Sürmeli bey hikâye ve masallarını, bir okuyuşta ezberlemiş olduğum şiirleri bunca yıldır hiç unutmadım ve unutmam. Övünmek için söylemiyorum şu anda aklımda, yani başımdaki bant'a kayıtlı iki yüze yakın şiir, hikâye, masal, atasözü, vecize, bilmece mevcuttur ve tüm bunlar bana Allah'ın bir lütfüdür.
" Okul kapısından ilk girişimi bu günkü gibi hatırlıyorum. O gün benim için ne güzel bir gündü. Okula başladığım için adeta göklerde uçuyordum. Çalışkan bir öğrenci idim. İlkokuldan sonra Van'da vuku bulan deprem nedeni ile 1 yıl okula ara verdik ve o kış küçük Anne'min yanına Arıtoprak ( Zeranıs) köyüne gittik ve ertesi yıl Van'da Erkek Sanat Okulu açılınca kardeşim Talat'la birlikte o okula kaydımız yaptırıldı. Her yıl sınıfımı iftiharla geçiyordum. Babamın vefatı ile birlikte evimiz dağıldı ve okuyamadım. Kardeşim Talat üç dört arkadaşı ile birlikte 1948 yılında açılan Ernis Öğretmen okuluna kaydoldu ve bitirip öğretmen oldu. Ben ise okuyamadım ve şurada burada çalıştım. Yüksekova'ya gittim. Rahmetli Kerem Ağa'nın evinde iki üç yıl kaldım ardından asker oldum. Askerlik dönüşü önce Ziraat Bankasında memuriyete başladım. Daha sonra Karayollarına geçtim ve Karayollarında iken sendika yönetimine seçildim. Bilahare Van Yol İş Genel Sekreterliğini üstlendim. İki dönem sonra parmaklar kalkmadı seçimleri kaybettik, ardından emekli oldum, muhasebeciliğe başladım. Bir yandan Muhasebecilik yaparken yıllardan beri başladığım siyasi çalışmalarıma, Belediye Meclisi üyeliğime devam ettim 2004 yılında ise halkının oyu ile İl Genel Meclisi Üyeliğine getirilmiş oldum ve bu günlere geldik.
" Babam soy itibariyle Türk Oğlu Türk tür.Müslüman dır ve mezhep itibariyle Sünnidir.Bu günkü İran'ın belki de milattan önce kurulmuş şehirlerinden, Türkiye hududuna yakın bir ara resmi adı Rızaiye olarak geçen , daha sonra yeniden Urmiye olarak anılan ve halkın Urmi dediği ilin yeşilliklerle kaplı Kulunci köyünde 1885 yılında dünyaya gelmiştir.Annemin anlattığına göre o zaman köyümüz 1000- 1500 hane ve halkının yüzde 80'ni Sünni,yüzde 20 si şii imiş. Yine annemin yıllar önce anlattığına göre Urmiye İlinin çevresinde iki yüze yakın Sünni Türk ve Kürt köyü varmış. İlin merkezindeki ve yakınındaki köylerdeki Sünni halkın çoğu Hanefi, dağ köylerindeki Sünnilerin aşağı yukarı tümü ise Şafii mezhebi üzerinde ibadetlerini yaparlarmış.
" İran'ın Urmiye Vilayetinin Kulunci köyünde 1885 yılında dünyaya geldiğini az önce aktardığım babamın babası Mehmet Emin, Kacarlardan Ahmet Şah döneminde Urmiye İlini temsilen milletvekili olarak meclise girmiştir. Bu nedenle ve iki dönem üst üste milletvekilliği yaptığından asıl adı olan Mehmet Emin unutulmuş kendisine Mehmet Vekil denmiştir. Ve Milletvekili Muhammet Vekil aynı zamanda şairdir, ne yazık ki İran da o yıllarda meydana gelen olaylar nedeni ile şiirleri zay olmuş bizlere kadar ulaşmamıştır. Yalnız büyük ağabeyimin ezberleyip te unutmadığı bir şiirinden iki dörtlük elimize ulaşmıştır ve bu iki dörtlük de şöyledir:
" Fakir Mehmet, giyme kara,/ Yüreğime açma yara,
Sen sevesen el apara,/ Merd yiğit kalk dayan gönül
Fakir Mehmet, ne yanarsın, / Geçen günleri anarsın,
Bu kadar ki sen yanarsın,/ Yanıp alevlenme gönül."
" Ahmet Şah döneminde Milletvekili olan dedemin başından hoş olmayan bir olay geçiyor. İran'da meclis tatildedir ve dedem köyüne dönmüştür, Köyün çeşmelerinden biri de tam dedemlerin evlerinin önündedir. Günlerden Cuma dedem evlerinin önünde su almaya gelen iki Sünni geline iki şia subayın-- babamlar ve annelerim onlara acem derlerdi-tacizde bulunduklarını, hatta bunlardan birinin kadınların başörtülerini zorla açmaya kalktığını ve " Aç yüzün görüm gözlerin ne teherdi " dediğine şahit oluyor ve tabancasına davranarak iki subayın cesetlerini yere seriyor. Tabii ardından o zaman kaçıp Osmanlı topraklarına geçiyor ve takip edildiğinden Van'dan geçerek Erciş İlçesinin Çelebibağ köyüne gidiyor ve Musa Beyin yanına sığınıyor. On beşi yıl Musa Beyin yanında kaldıktan sonra orada vefat ediyor. Mezarı şimdi Çelebibağdadır.
" Ben Musa Beyi elbette ki görmedim. Ama oğlu Çerkez Bey Mehmet Dayının anlattığına göre hem evimiz İran da iken hem Türkiye de iken babamın çok yakın dostu idi. Ben Çerkez beyi görmüştüm, babamla birlikte cezaevinde yatıyorlardı. Kendisi mert, sözünün eri ve asil bir ruha sahipti."