
Abdurrahim Tuncak anlatıyor 11
Ümit Kayaçelebi
Mustafa Kemal Paşa Evleniyor ve…
Latife Hanım Ankara’ya Gidiyor, Abdürrahim İzmir’de Kalıyor…
Salih Bozok, Mustafa Kemal Paşa’nın bir ‘çay ziyafeti’ görünümündeki nikah törenini anılarında şöyle anlatıyor:
“Mustafa Kemal Paşa, annesinin kabri başından ayrıldıktan sonra, hep beraber, Muammer Bey’in Göztepe’deki köşküne geldik. Onu karşılayanlar arasında bulunanlardan bazılarını, bir gün sonra Muammer Bey’in köşkünde vereceği çay ziyafetine bizzat kendi davet etti. Muammer Bey’e de, İzmir kadısını davet etmesini söyledi. Görünüşte bir çay ziyafeti olan bu toplantı, gerçekte bir nikah töreninden başka bir şey değildi. Fakat Mustafa Kemal Paşa o güne kadar bunu, yakınlarından başka kimseye söylememişti.”
Salih Bozok’un anılarından aldığımız bu bölümden sonra aynı olayı ve devamını şimdi de Abdürrahim Tuncak’tan dinliyoruz:
Muammer Bey’in köşkünde ‘çay ziyafeti’ verileceği gün Mustafa Kemal Paşa, özel bir otomobille beni Karşıyaka’daki köşkten aldırmış, Göztepe’deki köşke getirtmişti. Muammer Bey’in köşküne sabah getirildim. Evde olağanüstü bir durum olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Akşama doğru Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarıyla birlikte eve geldi. İzmir kadısı da gelince, bu olağanüstü durumun ne olduğu artık belli olmuştu. Mustafa Kemal Paşa evleniyordu. Ve şu anda da nikahı kıyılıyordu.
İzmir kadısının kıydığı nikahta Fevzi Çakmak Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın tanıklığını yapıyordu. Latife Hanım’ın tanıklığını ise, İzmir Valisi Abdülhalik Renda Bey yapıyordu. Eski yöntemle kıyılan bu nikahta, gelin hanıma parasal bir değer biçilmesi gerekiyordu. Evlenen çiftin birbirinden ayrılması durumunda bu değerin, damat tarafından, geleneğe göre, geline ödenmesi gerekiyordu. Boşanma durumunda kadının, bir çeşit parasal güvencesini oluşturan bu değer biçme geleneğine uyularak, Latife Hanım’a da bir değer biçildi. Latife Hanım’a biçilen bu ‘değer’, 40 gram gümüştü.
Mustafa Kemal Paşa, 29 Ocak 1923’te İzmir’de evlendiği Latife Hanım’ın ailesiyle… Baldız Rukiye Hanım, kayınvalide Adviye Hanım, baldız Vecihe Hanım, kayınpeder Uşakizâde Muammer Bey
Mütevazı bir çay ziyafetiyle yapılan nikah töreninden bir gün sonra, Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım’la köşkten ayrıldı. Önce Kosa bir gezi yapacaklar, sonra da Ankara’ya döneceklerdi. Köşkten ayrılmadan önce, Mustafa Kemal Paşa, beni çağırdı. Yanında kayınpederi Muammer Bey de vardı. ‘Abdürrahim, seni Muammer Beyefendi’ye emanet ediyorum’ dedi. ‘Kendileri senin her ihtiyacını karşılayacaklar. Okuluna İzmir’de devam edersin, yaz tatillerinde de Ankara’ya bana gelirsin.’
Beni yanaklarımdan öptü ve gitti. O günden sonra tam iki yıl süreyle, Göztepe’de, Muammer Bey’in köşkünde kaldım. Yedi ve sekizinci sınıfları, İzmir’de okudum. Yaz tatillerinde ise Ankara’ya gidiyor, Çankaya Köşkü’nde kalıyordum. Latife Hanım beni çok sevmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın zaman zaman bana şakadan takılmaları karşısında Latife Hanım, benim yanımda yer alır, benim savunuculuğumu yapardı. Zübeyde Hanım, yıllardır kendine hizmet eden Ayşe Abla’ya gelinlik çeyizi için 100 altın lira ayırmıştı ve bu hususu da vasiyetnamesinde belirtmişti. Ayşe Abla, meclisteki bir katiple evlendirildikten sonra, Mustafa Kemal Paşa köşkte bir gün bana şakadan takıldı:
‘Annem vasiyetnamesinde Ayşe’ye gelinlik çeyizi olarak 100 altın lira bırakmıştı. Ayşe de bu parayla evlendi’ dedi ve gülmeye başladı: ‘Annem vasiyetnamesinde sana da 25 altın lira bırakmıştı, Abdürrahim’ dedi. ‘Bu kadar çok paran olduğuna göre, artık seni de evlendirebiliriz. Var mısın evlenmeye?’
Mustafa Kemal Paşa’nın bu şakadan takılması karşısında ben utancımdan kıpkırmızı kesilmiş, başımı önüme eğmiş sessiz duruyordum. Latife Hanım yine yardımıma yetişti:
‘Bırakın Abdürrahim’e böyle takılmayı Paşam’ dedi. ‘Baksanıza çocukcağız utancından kıpkırmızı oldu, konuşamıyor. Hem anneniz hanımefendinin vasiyetinde ona bıraktığı 25 altın, onun düğün masrafı olarak bırakılmış değildir. O paranın manevi bir anlamı vardır. Önemli olan anneniz hanımefendinin onu da düşünmüş, mirasından ona da pay ayırmış olmasıdır.’
Köşkte birlikte kaldığımız sürece Latife Hanım işte böyle ‘güç’ anlarımda benim yanımda olurdu; ama ben de onun, yalnız kaldığı anlarında çıktığı at gezilerinde yanında olurdum. Atlarımıza biner, Çankaya ve Dikmen sırtlarında geziler yapardık. Boş zaman buldukça, bu at gezilerine Mustafa Kemal Paşa da katılırdı.
Bir gün Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım ve ben, atlarımıza binmiş, Çankaya Köşkü’nün arkasındaki tepelerde gezinti yaparken, Mustafa Kemal Paşa ileride Elmadağ’ın eteklerinde bir köyü işaret etti:
‘Şu köy Mühye Köyü’dür’ dedi. ‘Benim bir Veli Çavuş’um vardı. Onun köyüdür, bu köy… Haydi oraya gidelim. Veli Çavuş’u ziyaret edelim.’
Atlarımızı sürdük. Mühye Köyü’ne gittik. Mustafa Kemal Paşa’nın köye girdiğini gören halk, birbirlerine seslenerek haber verdiler. Köyde ne kadar insan varsa, bir anda çevremizi sardı. Veli Çavuş da vardı köy halkının arasında…
‘Merhaba Veli Çavuş’ dedi Mustafa Kemal Paşa, ‘Birer soğuk ayranını içmeye geldik.’ Veli Çavuş, sevincinden parçalanıyordu. ‘Paşam emredin, Paşam emredin’ diye çırpınıyor, kadınlar ise bir çırpıda koştukları evlerinde, ayran hazırlıyorlardı. ‘Çok güzel bir yoğurdum da var, Paşam’ dedi Veli Çavuş. ‘Emrederseniz, onu da getireyim.’ Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Çok iyi olur, Veli Çavuş’ demesi üzerine Veli Çavuş, kaşla göz arasında evine koştu, kocaman bir tencere yoğurt getirdi. Mustafa Kemal Paşa, yere bağdaş kurdu, oturdu. Ben de yanına oturdum. Latife Hanım güçlükle bağdaş kurabiliyordu. Onun için o, dizlerini büktü, dizlerinin üstüne oturdu.
Mustafa Kemal Paşa, yoğurt tenceresinin kapağını kaldırdı ve iştahla yemeğe başladı. Latife Hanım yoğurttan bir kaşık ancak yiyebildi. Yalnızca Veli Çavuş değil, Mühye Köyü’nün tüm halkı bizi köyün sonuna kadar uğurladılar.
Latife Hanım, iki yıl kadar sonra, Mustafa Kemal Paşa’yla arasına giren kırgınlık nedeniyle Ankara’dan ayrıldı. İzmir’e, babasının yanına döndü. Mustafa Kemal Paşa ise, kayınpederi Muammer Bey’e emanet ettiği beni İzmir’den yanına, Çankaya Köşkü’ne getirtti. Liseyi Ankara’da bitirdim. Sonra yabancı özel öğretmenler tutuldu bana Fransızca ile matematik dersleri aldırıldı. Daha sonra ise, bir üniversite öğrencisinin bilmesi gerektiği kadar ‘teknik bilgi’ ve ‘yabancı dil’ öğrenebilmem için İstanbul’a gönderildim. İstanbul’da, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’a emanet edildim.
Vali ve Belediye Başkanı Üstündağ, o günlerde Belçikalı bir firmanın sahibi olduğu İETT’nin Belçikalı Genel Müdürü Hansens’e götürdü beni ve ‘Bu gencin özenle yetişmesini istiyoruz’ dedi. İETT Genel Müdürü Hansens, yabancı özel öğretmenlerden bana Fransızca ve matematik dersleri aldırdı. Aynı zamanda da, Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nda bir yıl süreyle staj yapabilmemi sağladı. Fransızca’yı, üniversitede ders izleyebilecek kadar öğrenmiştim; ama dersler yine de devam ediyordu. Matematiğim de gayet iyi idi. Gönderilmem düşünülen Grenoble Üniversitesi’nde, hocalarım ve sınıf arkadaşlarım karşısında mahcup duruma düşmeyecektim.
Fakat bir gün, Mustafa Kemal Paşa’dan gelen bir emirle, Fransızca öğrenimim durduruldu. Yeni tutulan yabancı bir özel öğretmenden bu kez, Almanca dersleri almaya başladım. Almanca’yı da üniversitede ders izleyebilecek derecede öğrendiğimde, Mustafa Kemal Paşa beni yanına çağırdı:
‘Okuman için seni Almanya’ya gönderiyorum’ dedi. ‘Berlin Teknik Üniversitesi’ne gideceksin ve mühendis olacaksın. Memleketin teknik adama ihtiyacı var.’
Berlin’de Türkiye büyükelçisi, Kemalettin Sami Paşa’ydı. Mustafa Kemal Paşa’nın sadece silah arkadaşı değil, aynı zamanda çok güvendiği, samimi bir arkadaşıydı da… Mustafa Kemal Paşa beni, ona emanet etti. Berlin’deki üniversite ve diğer masraflarım, tamamen Mustafa Kemal Paşa tarafından karşılanıyordu. Mustafa Kemal Paşa gerekli parayı Büyükelçi Kemalettin Sami Paşa’ya gönderiyor, o da hem eğitim masraflarımı, hem iaşe ve ibade masraflarımı bizzat kendisi yapıyor, hatta belirli sürelerde aldığım cep harçlıklarımı da, yine bizzat kendisi veriyordu. Berlin Teknik Üniversitesi’nden mezun olduğumda, artık elektrik mühendisiydim. Fakat bir fabrikada staj yapmam gerekiyordu. AEG fabrikalarında staja başladım.
Abdürrahim Tuncak, Mayıs 1981’de anılarının yayımlandığı “Milliyet” gazetesinin teşekkür plaketini aldığı gün eşi Mualla Tuncak’la
Staj yaptığım sırada bir gün, Salih Bey’in (Bozok) hastalandığını ve Berlin’de bir hastaneye kaldırıldığını duydum. Hemen ziyaretine gittim. Salih Bey’in odasında, onu da ‘amca’ olarak bildiğim ve tanıdığım kişilerden İktisat Vekili Celal Bey’le karşılaştım. Celal Bey, hastanede Salih Bey’in odasında bana bir iş önerisinde bulundu:
‘Türkiye’ye döndüğünde bana gel ve sana münasip bir iş vereyim’ dedi.
Türkiye’ye döndüğümde, Celal Amca’nın ziyaretine gittim. Kendisine teşekkürlerimi arzettim ve iş önerisini kabul edemeyeceğimi söyledim. Çünkü bir mesleğim vardı ve bu mesleğimi icra edebileceğim en münasip yer ise, bugün kısaca ‘EGO’ diye bilinen, Ankara Elektrik, Gaz ve Otobüs İşletmesi’ydi. Orada, kendi bulduğum, kendi işime girdim. Başka hiçbir yerde çalışmadım. Oradan, ‘EGO’dan emekli oldum.
Mustafa Kemal Paşa’nın “manevi çocuğu” olma özelliğinden yalnızca o günlerde değil, yaşamının hiçbir döneminde yararlanmak istemediğinden Abdürrahim Tuncak, daha ileriki ylllarda tanıştığı kişilere bu “özel durumu”ndan asla söz etmemiş ve tüm yaşamını, kendi deyimiyle, “Mustafa Kemal Paşa’nın sağladığı altın bilezik olan mesleğiyle” sürdürmüştür.
Abdürrahim Tuncak, kendisini üç yaşından beri, korumasına alan ve büyütüp yetiştirilmesini sağlayan Mustafa Kemal Paşa’nın onu niçin nüfusuna geçirip resmen evlat edinmediği sorusuna ise, şöyle yanıt vermektedir:
“Atatürk, gençliğe hitabesiyle, cumhuriyeti ve vatanı bütün Türk gençliğine emanet ettiğine göre, gerçekte hepimiz, onun manevi evlatlarıyızdır.”
Bu “yakınlığın” özel anlamını ise Abdürrahim Tuncak, sık sık yinelemek zorunda kaldığı şu sözleriyle açıklamıştır:
“Bana, Mustafa Kemal Paşa’nın oğlu olup olmadığımı soran herkese şu yanıtı veriyorum:
‘Ben, kendimi bildiğimde üç yaşımdaydım ve Akaretler’deki evimizde, Zübeyde Anne’min kucağındaydım. Bana, Mustafa Kemal Paşa’nın beni birgün eve getirdiği ve “Bu çocuğu biz büyüteceğiz” diyerek beni Zübeyde Anne’me teslim ettiği söylendi. Bu konuda, bu bilgi dışında hiçbir bilgim yoktur. Mustafa Kemal Paşa’nın oğlu olup olmadığımı bu nedenle bilmiyorum.
Onun evinde yetişmiş olmam ve onu yetiştirip büyüten bir anne tarafından yetiştirilip büyütülmüş olmam, yaşamımdaki en büyük şansım ve şerefimdir. Bu şerefimi ömrüm boyunca korumaya dikkat ettim ve bunu başardım da…”
Biri erkek ve biri kız iki çocuk babası Abdürrahim Tuncak, 10 Ağustos 1998 tarihinde yaşamını yitirmiştir..
Bu yazıyı Bütün Dünya’da yayımlayan duayen gazeteci Mete Akyol’a teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ruhu şad olsun… SON
KAYNAK: MUSTAFA KEMAL,İM.COM.